Çocuk Kitabı Deyip Geçme (2)
İşte Çocuk Kitapları! İşte Halimiz!
Kökten dinci anlayışın bir kitabından yola çıkarak bu anlayışın çocuklarımıza neler yaptığını, beyinleri nasıl yıkadığını göstermek istiyorum bu yazıda sizlere.
Bu tür kitaplarda asıl yapılan, dincilik maskesiyle Hıristiyanlığa özendirme. Cumhuriyetimizi kötüleme, eskiye, geriye dönüşe özlem de bu tür kitapların ana düşüncesi…
Şu anda başımızdaki bela bu yayınlarla beslendi, bitleri kanlandı, iktidar oldu.
Türklüğü, Türk’ü, Cumhuriyet yönetimini kötüleyen sözde aydın denilenlerin elinden çıkan yayınlar da bunlara yardımcı oldu. Bir yan bölücülüğü körükledi, diğer yan dinciliği semirtti. Vatansız – milletsiz olmamız için el birliğiyle çalıştılar. Her iki kafa aynı amaçta anlaştı.
Birlikte bakacağımız kitabın adı: “Üç Arkadaş”
Bu kitabın başlığında “Can Kardeş Kitaplığı” yazılı. Yazan: Ahmed Şahin. Ahmet ismi böyle yazılmaz Türkçede. Burada ise böyle. Basımevi: “Yeni Asya Yayınevi”. Kitap 13,5x 18,5 boyutunda. Sarı saman kâğıda basılı, 53 sayfa, renkli, saman karton kapaklı. Üstte, “Kıssadan hisse” yazılı ayraç içinde. Ders alınacakmış okununca bu masallardan. Ne dersi mi? Bakıp görelim:
Kapak resminde üç siyah gölge, sarı rengin içinde. Papaz giyimli, uzun entarili iki adam yanda, ortadaki kim belli değil. Pantolonlu bir gölge.
Bu konusu masal, yazımı öykü biçimli yazılar olmayan bir dünyadan yazılmış. İsa, Musa öyküleri en ağırlıklı konu. Anlatılarda geçen adlar hep bir kalıp. Abdullah başı çekiyor. En sevdikleri ad Abdullah! Arapça adlar... Devlet başkanları Halife, peygamber, padişah… Bazı adlar da özelllikle kötü rollerin adı. Örneğin hırsız Ali.
“Üç Arkadaş” öyküsü bir mağarada kapalı kalan üç kişinin yaptıkları iyilikleri sırayla Allah’a söyleyerek mağarayı kapatan taşı yerinden oynattırmaları. Zenginim diyenin yaptığı iyiliğe bakınız: “ Açlıktan nefesi kokan fakir bir kadın gelip benden buğday istedi. Açlıktan ölmek üzere olan ana babasına ekmek yapıp yedirecekmiş. Onu fakirlikten kurtaracak kadar buğday verdim. ” Bir diğeri, ”bir akşam yaşlı annesiyle babasına yemek götürmüş de onlar uykuda imişler bu da uyandırmadan beklemişmiş, bu saygıymış. Saygı nedir bilmesek inanacağız…
Bizim kültürümüzde böyle şey olur mu? Açlıktan nefesi kokan kadın, bu kadının açlıktan ölmek üzere olan ana babası. Kadının bu zenginden yardım istemesi. Bu anlatım, bu durum Türk kültüründe yoktur. Şimdi bu, Allahım, iyilik yaptım kabul oldu ise taşı uzaklaştır bizi kurtar diyor. Hep akılları fikirleri sadakada. İyilik yapmayı göze sokma bunların baş becerisi…
Bu öyküler, bu günün yolunu açmak için ufaktan ufaktan başlatılan beyin yıkamalar… “Şeytanın Yol Arkadaşı” nda söze şöyle başlanıyor: “Vaktiyle namazsız, oruçsuz, ahlaksız biri vardı. Bir Ramazan günü kasabaya gitmek için köyünden ayrıldı…” diye başlıyorlar anlatmaya.
Namazsız oruçsuz ve ahlaksız, burada demek istenilen namazsız oruçsuz isen ahlaksızsın. Aynı yıllarda, aynı konuyu devletimizin Diyanet İşleri de bastırdığı yayınlarda işlemiş. Küçücük bir kitap:
“Hidayet.” Hidayet çocuk harfleriyle, büyüklerin diliyle yazılmış. Adam korka korka kapısında Müftülük yazılı binadan giriyor. “Akşehir Müftülüğü.” Utanıyor, korkuyor, geri dönecek. Kapıyı vurup giriyor, yine geri dönecek, neden geldiğini nasıl söyleyecek. Karşısında kravatlı, hem de elbisesine uygun renkte kravatlı, uçuk mavi takım elbiseli bir genç. Müftü: Burada Fethullahçıları, Nurcuları, kravatlı dincileri tarif ediyorlar, ama içleri küflüler. Kafaları örümcekliler. Böyle utana sıkıla bin bir ahla ofla içeri giren müftüyle baş başa kalınca ona ne söylüyor dersiniz? “Hayvan gibi yaşadım.” diyor, yineliyor: “Evet, tam bir hayvan gibi yaşadım.” Ben bir hayvanım demeye getiriyor, insan olması için yardım istiyor. Neden mi hayvanmış, suçu ne miymiş? Namaz kılmamak. İçkisi miçkisi? Yok, onu bir ay önce bırakmışmış ama şimdi bu genç müftünün karşısında derdini derken içki içmişmiş, sarhoşmuş gibiymiş, midesi yanıyormuş, başı dönüyor, elleri, dizleri titriyormuş…
Çocuk beynine namaz kılmayanı hayvan olarak belletiyorlar. Müftülük devletin bir dairesi. Müftü maaşlı eleman. Memur. Masa başında çalışan. Burada ne yapıyor? Hemen hayvanım diyeni eliyle omzunu tutup teselli ediyor, derhal yukarıya alıp namazı öğretmeye başlıyor. Her gün çağırıyor oraya, öğretisine devam ediyor. Olay sanki Cumhuriyet Türkiye’sinde değil, bin yıl öncenin Arap kabilesinde geçiyor. İletişimin bu düzeyde olduğu günümüzde, kitapla, okulla, bilgisayar yardımıyla, konu komşuyla, her sorduğundan öğrenebileceği bir ibadeti bu öyküdeki adam öğrenememişmiş. Hayvan gibi yaşamışmış. Bu kitabı devletimiz bastırmış, yazana ( Ramazan Atılgan) para ödemiş, kitabı da parayla satmış…
Kitapta dikkat çeken bir de resim var. Yalnızca mavi gözleri çizilip boyanmış bir yüz var orada. Şüphe yok, Atatürk’ün gözleri, bir farkla, bu hiç görmediğimiz türden bir durumu. Resimdeki gözler ağlıyor, iki gözü iki çeşme.
“ Üç Arkadaş” gibi kitaplar, daha dün basında yayında resimlerini gördüğümüz Batman’daki "öcülerin", kara, suratı olmayan hayaletlerin nasıl türetildiğinin göstergesi. Geldiğimiz yerin ön hazırlığı… “ 144 Alimeye icazetleri verildi.” haberi, dünden beri her yerde, hemen her yerde haber. Bu başlığın altında yazılanlardan anlaşılan şu: “Peygamber sevdalıları ve Kur’an Nesli Platformu diye bir dernek, (Bunların kafasının örümceğini derneklerinin adından da anlayabilirsiniz. Platform imiş adları. İngilizce bir söz ve Kur’an Nesli. Yakışır! Yakışır kara örtülerle böcü kılığına girenlere! Alim çok bilen demek Arapça. Âlim ise bilgin demek. Her neyse, bu dernek, biz öyle diyelim, Platform İngilizcesini atalım, bunları almış dört yıl eğitmiş. Baştan ayağı kapkara giydirmiş, göz hizalarında belli belirsiz bir delik. Kafadaki çarşafa hortlak misali beyaz örtü takılmış. Bazı gazeteler okuyucuyu uyarmışlar: “Burası Afganistan değil. Afgan burkasına sokulan, öcüye dönüştürülen kızlar, bizim kızlarımız!” demişler. İcazet: Arapça, izin demek. Bir anlamı da eskiden medreselerde verilen diploma. Neye yeterli olmuşlar? Neyi bitirmişler? Cumhuriyetimizde medrese var mı? Cumhuriyet devrimleriyle kaldırılmadı mı bu tip okullar? Ne yapacaklar bunlar bundan sonra? Bu işin sonu nereye varacak? Hani nerede Cumhuriyetin bekçileri? Yok, sormayın, susun…
Böyle kitaplar basılırken, satılırken, çoğu parasız dağıtılırken de bir vakitler, susulmuş.
Bu yayınlarda “Dinler arası diyalog” denilen dünyayı tek dine çevirme, Yahudi Hıristiyanı yapmaya yardım da var. Bol bol Musa öyküleri. Musa Aleyhisselam diye başlayan. Böyle bir başlangıçta çocuk daha o andan itibaren esir. Hazreti İsa öykülerinin birinde İsa toprağı avuçluyor, toprak altına dönüşüyor. Bununla Yahudi’ye ders veriyor. Altına tamah edenlerin, eşkıya çetesinin hepsi birbirini öldürüyor.
Bir besmele öyküsü var, evlere şenlik denilen türden. “Oğlu Besmele Öğrenince” bu anlatının adı. Artık masal mı öykü mü ne olduğunu siz bulun… İsa Peygamber ve besmele konusu nasıl bir arada demeyin. Yobazsanız, beyninizde akrepler dolaşıyorsa olur. Müslüman olmanın özelliği ile Hıristiyan’ın peygamberini aynı yerde buluşturmuş. İşte şöyle:
İsa Peygamber bir mezarlığın yanından geçiyormuş, ağlamaya başlamış. (Yazıldığı gibi, ayraç içindekiler ise düzeltmelerim.)
“Ey Allah’ın peygamberi, neden ağlıyorsun?”
“Neden olacak, şu mezarlıktaki bir ölünün ruhlar aleminde (âleminde) çektiği azaba ağlıyorum.”
“Neden azab (azap) çekiyor?”
“Herhalde dünyada iken bir kısım günahlar işlemiş. Allah’ın emirlerine uymamış.” Hazret-i İsa oradan uzaklaşarak, varacağı köye varıp vaaz ve nasihatlarını (nâsihatlarını)yaptıktan sonra tekrar aynı yoldan köyüne döndü.” diye devam ediyor anlatı.
Burada verilenler İsa’nın Allah’ın peygamberi olduğu, vaaz, nasihat verdiği… Hangi dinin nasihatı? Orası yok! Bundan sonra anlatılanlar tam bir gülmece. Gülemeyeneler için de bir ağlatı. Dinler arası diyalog denilen gülünçlüğün, İslâmiyet’i ortadan kaldırmanın bir işlemi…
Dönüşte İsa Peygamber aynı mezarlıktan geçerken yine ağlayacağına gülüyormuş. Niye mi gülüyormuş? Ey Allah’ın Nebisi diye seslenerek soranlara demiş ki:
“Geçen defaki adama yapılan azab(azap) kalkmış, güllük gülistanlık bir yerde zevkü safa (zevk-ü sefa) içinde eğleniyor ondan.”
Neden mi böyleymiş? Adamın çocuğu besmeleyi (Bismillah) ezberlemiş. “Neden azabı kalkmış acaba ? “diye soranlara İsa’nın buradaki tam cevabı şöyle:
“Neden olacak, adamın dünyada bir çocuğu var. Şu sıralarda bir hocaya gidiyor, ondan din dersleri alıyor. Çocuk besmeleyi ezberledi.”
Bir hocaya gitmek, besmeleyi bile hocaya gidip öğrenmek… burada hemen dayatılıyor bunu okuyana, dinleyene. İşin garibi bunu diyen İsa peygamber. Hıristiyanların peygamberi. Müslümanın besmelesi ile ne ilgisi olabilir? Ölmüşlerin zevk-ü sefa içinde olmalarına ne buyrulur? Din anlayışına, verilen derse bakın! Ne ola ki bu zevk bu sefa? Biz neye, ne yapanlara, kimlere zevk sefa içinde yüzüyor deriz?( Akılları hep belden aşağıda bunların…)
Hemen ardından “Bismillah” demeyen misafirin öyküsü geliyor. Besmele çekmeyen misafir tabaktaki yemeğin azalmasına sebep olmuş… Yoksa yendikçe tabakta yemek çoğalıyormuş.
Yine burada ne sadaka öyküleri var. Bağış, sadaka… Alan duacı. Veren de memnun, hem de nasıl… İçi para dolu cüzdanı yola atıp namaz çıkışı, kim alacak diye kıyıdan gözlüyor. (Büyük rüşvetçi, dolandırıcı Reza Sarraf’ı, bunun mamasıyla beslenenleri o günden göstermişler) Ülkemizi teslim alan sadaka kültürünün temeli atılıyor. Anasının dilini ısıran hırsız en mide bulandırıcısı. Bu öyküyü dini kullananlar pek severler. Anayı horlar, oğluna dilini bir güzel koparttırırlar, bunu da çocuklara alınacak ders diye öğretirler. Adam olamazsın öyküsü de bunların olmazsa olmaz öykülerinden. Hani şu vezir olan oğul, babasının adam olamazsın dediği. Burada, ne ilginçtir, vezir değil, kaymakam, vali olmuş bu adam olamayan. O zamanlar bu anlayış her okula sızamıyordu. İmam okuluna giden imam çıkıyordu. Siyasal Bilgiler’de yetişirdi kaymakamlar, valiler… Şimdiki gibi iktidarın adamıysan, ne meslekten olursan ol, hangi okulu bitirirsen bitir, kaymakam vali olamıyordun. “Adam olamayan kaymakam” yakışmış bunların kitabına. Sanırım şimdi artık böyle öykü yazmazlar. Kaymakamlarını alaya aldırmazlar…
Günümüzün “ak” kaymakamları çünkü duyana maşallah çektiriyor. Önceki gün, gazetelerde haberdi, duyduk:
81 İl 81 kitap projesi varmış Çiğli Kaymakamlığı’nın. İlkokul ve ortaokul öğrencilerine yönelik. Hiçbir şey eskisi gibi değil artık. Bu tanıttığım kitaptaki gibi, diğer kitapçık “Hidayet”te olduğu gibi değil artık çocuk beynine saldırılar. Gizli dolambaçlı, sinsice değil. Açıktan!
İktidardalar ya, yüz seçim olsa da gitmeye niyetleri yok ya, Amerika bunları destekliyor, bölücülük için küresel çete böyle bir iktidara muhtaç ya, çekinmeden işi orta yere dökmüşler.
Gericilik- bölücülük milletin gözü önünde yapılıyor!
Onca öğretmenin, onca Cumhuriyet okullarında okumuş görevlinin, vatandaşın gözleri önünde yapılıyormuş bu “hurafe kitaplarla” yapılanlar. Cumhuriyetimizin kurucusu yüce Atatürk’e bile dil uzatılan bu tür kitaplarla, kindar nesil yetiştirme amaçlı beyin yıkamalarla… Hem de iki yıldır süren bir projeymiş bu devletin temeline dinamit koyma işi…
Gazetelerde Mustafa Duran (Eğitim-Sen sendikası sekreteri) bu tür kitaplardan bazı örnekler vermiş.
“Al Yazmayı Gül Eğlemek” kitabı laiklik karşıtı bir kitap. Açıktan açığa şunu demişler:
“En büyük maske nedir sence! Laiklik! Türk İslam medeniyetinin karşı karşıya kaldığı tehlikelerin en önemlisi bu bence!”
Atatürk ilkelerine göre öğrenci yetiştirme ilkesi Millî Eğitim’den bu iktidarca neden kaldırıldı hiç düşünmediniz mi siz yoksa.
Bu kafa, içinin çağdaşlığa, aydınlanmaya karşı olan kinini yazmış:
“Devlet ilahi irade üzerine kuruludur.” demişler. Allah yolunda savaşırken bir suçluyu öldürmek mümkün olabilirmiş. Anlaşılan bu kafaya göre katillik serbest. Din adına dedin mi git istediğini boğazla! Yüz yıl öncenin yobaz kafasının yeniden hortlatılması değil de nedir bu? Suriye’deki teröristlerin, acımasız canilerin kafasını okullarda devlet eliyle bizim çocuklarımıza öğretmek, benimsetmek…
Aynı kitapta İsmet İnönü düşmanlığı da yapılmış. Şimdilik Atatürk’e açıktan saldıramadıkları için bu yolu deniyorlar:
“İsmet İnönü, Türk İslam medeniyetinin bütün kurumlarını ve kavramlarını toptan inkâr eden bir fikir sahibiydi.” diye yazmışlar.
“Muhteşem Osmanlı Kanuni Sultan Süleyman” adlı bir kitaptan alıntılar da var. Önce, kitabın adı, ne olduğunun kanıtı. Muhteşem Osmanlı’ymış. Onun için mi eridi eridi yok oldu, yedi düvele boyun eğdi, borçlandı, yenildi, İngiliz’e tam teslim oldu, en son İstanbul’u, vatanın her karış toprağını işgal ettirdi, bitti bu muhteşem? Atatürk olmasaydı babanızın belli olmayacağı bir döneme geçecektiniz, bir karış vatan toprağı bile kalmayacaktı elimizde, bunları nasıl sakladınız, neyle örttünüz üstünü Türk tarihinin insan merak ediyor… Yobaz seccadeyi serdiği yeri vatan bilir boşuna mı denmiş? Yobazların vatansız olduğu doğru demek ki… Yoksa tarih boyunca neden yayılmacı ülkelerle işbirliği etsinler… Devletlerinde isyan çıkartsınlar?
Cumhuriyetin kadına verdiklerini, Türklerde kadının üstün yerini anlatacaklarına anlatılanlara bakınız:
“Sonuçta cariyeler köle statüsündedir. Sahipleri padişahtır. Padişah isterse onlarla karı koca hayatı yaşayabilir… Çünkü köle, İslam hukukuna göre maldan sayılır. Mal sahibi malını dilediği gibi kullanma hakkına sahiptir.”
On bir on iki yaşındaki çocuğa anlatılıyor bunlar. Okullarda dağıtılıyor bunların yazıldığı paçavralar… Burada dört kadınla evlenme de anlatılıyor, hür veya köle ne olursa olsun dört kadına nikâh kıyabilirmiş padişah İslam hukukuna göre, üstüne cariye de alabilirmiş…
Mal satın alıyorlar mübarekler pazardan. Çocukları kendi dininden de soğutmak amaçlanıyor olmalı bu sözlerle. İslam’ı yobaz gözüyle öğretmek… Kafa yıkamak, ya kendi siyasetine esir almak bu yetişenleri, ya da bu yetişenleri, küresel merkeze ipinden tutulup çekilen koyun misali armağan etmek…
Aynı kitabın burasında bakla ağızlardan çıkmış:
“Binlerce avukat, kâtip, mübaşir, milyonlarca insan, Nur Risaleleri denilen eserleri okudu. İslam medeniyetinin yüceliğine inandı. İmanını kurtardı. İnkâr fırtınası dindi.”
Ey uyuyanlar, uyumayıp bunları izleyen korkaklar, üç kuruş çıkarı için ülkemizin geleceğini bölücü yobazların eline bırakanlar, susarak bu suça ortak olanlar, neredesiniz? Rahatınız yerinde mi rahatınız?
Beşinci sınıflara dağıtılan, “Ha Gayret Başaracaksın” da iyice zıvanadan çıkmışlar. Zır deliden beter durumdalar. Kedi zikir ediyormuş. Kedi hırıltıları, mırıltıları “Ya rahim” miş. (Zikir, anma, adını söyleme)
“Şerbetçi dede, afiyetle böreğini yiyen zayıf bir kediyi gösterip sordu: Duyuyor musun? Neyi? dedi Hasan. Zikrini. Ne zikri? Şerbetçi dede, Hasan’ın yüzüne baktı. Ya rahim, ya rahim diyorlar kulağını yaklaştır da dinle dedi.”
Akıl fikir uçmuş bunlarda. Yazımın bozukluğuna da dikkat edin. Buradaki dede soyadı gibi kullanıldığı için büyük harfle başlayacaktı. Konuşmalar da tırnak imi kullanılacaktı.
“ Duyuyor musun? Neyi? dedi Hasan. Zikrini. Ne zikri?” Beş tümce arka arkaya burada. Türkçenin yazılışına, Türkçe anlatıma, Türkçenin durumuna bakın! Anlatabilseler Arapça anlatacaklar ama şimdilik Türkçenin başını gözünü kırarak böyle idare ediyorlar.
“Allah Nasıl Yaratıyor” adlı kitapları ise okuyana ben neredeyim, neresi burası dedirtiyor.
“ İbrahim öğretmen Abdullah’a döndü, “Peki ya dünyamız Abdullah? Sence uzay boşluğunda kendi kendine mi duruyor?”
Burada Türk düşmanı, Kürtçü, bölücü, vatan haini Said Nursi övgüsü var. Yasak olan, millî eğitime girmemesi gereken bir ad ve bu adın sözleri yazılarak övülmesi:
“Bu kitapları seneler önce Bediüzzaman Said Nursi isimli bir alim yazmış.”
Demin açıklamıştım, yinelemenin zararı yok:
Alim, (Allah’ın sıfatı olarak) Arapçada çok bilen, her şeyi bilen demek, a’nın üstü inceltme imiyle yazılırsa, âlim bilgin demek. Burada alim denmiş.
Hemen arkasından yazılanlar insanı havaya zıplatacak türden:
“Çocukların aklına süper bir fikir geldi. Bu yaz tatilde hep beraber Nur Dede Kampı yapalım mı?”
Vay vay vay! Nur Dede kampı! Akla gelen süper fikir. Süper, İngiliz’in, Amerikan’ın sözü. Karşılığı Türkçede güzel, çok güzel, iyi, çok iyi demek… Bu örümcek kafa burada kendini tutamamış İngiliz’in ipine sarıldığını belli edivermiş. Hem ağdalı dinci sözcükler kullanacaksın. Çocukların adı, Furkan, Abdullah, Hasan, İbrahim… olacak. Bu çocukların aklına da “süper” bir fikir gelecek. “Nur Dede kampı” doğru adıyla Nurculuk Öğretisi kampı. Türkiye Cumhuriyeti yasaları yürürlükteyken, Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün sözleriyle, sonsuza kadar yaşayacakken… Bunu nasıl yapacaklar, bu irtica (gericilik) nasıl serbestçe at oynatıyor Türkiye’nin Millî Eğitimi’nde, kendilerine öğretmen diyenler, çocuklarına böyle kitaplar dağıtılan Cumhuriyetin anneleri babaları bu soruyu yanıtlayabilirler mi acaba?
“Gençlik bir haşere ilacına teslim” başlığıyla bir haber var bugün Hürriyet’te. Haşere ilacını başka yerde aramayın! Gerçek haşere ilacı, bunlar, gerçek öldürücü haşere ilacı bu ve bunun gibi kitaplar!
Haşereyi, gençlere verilen zehiri yanlış yerlerde aramayalım…
Cumhuriyet düşmanlarının, bölücü, Kürtçü kökten dincilerin çocuklarımıza verdikleri zehir bunlar!
İki tür zehiri yıllardan beri yemişiz. Birincisi sol görünümlü bölücülerin, Türkçeyi kullanarak, kendilerine yazar görünümü vererek Cumhuriyet aydınlanmasına, Atatürk ilkelerine, Atatürk Cumhuriyeti’ne bağlı yüreklere verdikleri zehir. Bunları “Çocuk Kitabı Deyip Geçme” nin birinci bölümünde bir örnekten yola çıkarak anımsatmıştım. Buradaki, aynı düşmanın ikinci kolu. Dini kullanan dinsiz kolu, yobazların kara yürekli kolu!
Bu kol, ülkemizi, ilkel Arap devletine dönüştürecek, bölgesindeki kan batağına sokacak, ulusal kimliğimizi yok edecek, köle edecek bir yola taşıyor… Çocuklarımız böylece vatanını bölenlere ses çıkarmadan duran, kendi elleriyle bölücülere yardım ve yataklık eden aymazlar, aptallar durumuna düşürülecek… Ülkemizi Arapların kabile yaşayışlarına, çağ dışı anlayışlarına, birbirini boğazlayanların kültürüne götürecek bir kanlı yol…
“ Zaman cemaat zamanıdır…” yazmışlar bu “zehirli haşere” kitaplarına.
İlkokul ikinci sınıflara dağıtılan bu kitapta da (Müslüman Kardeşler), yobazın, ortak oldukları eli kanlı bölücü teröristlerin çirkin suratını açık etmişler, bilerek göstermişler:
“Beyaz atlara binen melekler, İslam düşmanlarını birer birer öldürdüler. İnkârcıların kalplerine korku salacağım. Vurun boyunlarına. Doğrayın parmaklarını!”
Bu kitaplar hakkındaki bilgi dünden beri basın yayında. Dal oynamadı. Yaprak kımıldamadı. Üzerinde konuşan bile yok!..
Benim yıllar öncenin kirli kitaplarını tanıtmam ne kadar da boş bir çaba, öyle değil mi?
İyi okumalar!
Feza Tiryaki, 2 Şubat 2014 (Devam edecek)