Çocuk Kitabı Deyip Geçme (3)

Çocuk Kitabı Deyip Geçme (3)

İletigönderen Feza Tiryaki » Sal Şub 11, 2014 22:07

Çocuk Kitabı Deyip Geçme (3)


İşte Çocuk Kitapları! İşte Halimiz!

“Türk Kahramanları”

İğneyi kendine çuvaldızı ele batırmak insan olmanın en basit sınavıdır. Eli, yabanı, düşmanı eleştirmek kolaydır. Zor olanı, kendini, kendin bildiklerini eleştirmek.

Şimdi sıra iğneyi kendimize batırmak da…

Ülkemize bu denli saldırılar olurken neredeydik? Çocuklarımız, gençlerimiz için biz ne yaptık? Türk ulusunun tarihi boyunca iki düşmanı olmuş: İrtica (gericilik), Kürtçülük (bölücülük, ayrılıkçılık).

Bu iki düşmanla boğuşmak, onları alt etmek için yaptıklarımız ne?

Biz çocuklarımız için nasıl kitaplar yazdık? Nasıl kitaplarla onları yetiştirdik?

Burada susulacak…

Çünkü olan: “Saldım çayıra Mevlâm kayıra…”

Gitti ağalar paşalar, itlere kaldı köşeler…

Çocuğu olan, çocuk eğitimiyle ilgilenenler bile, bu işi önemsememiş “ Ana ben gidemem Bender’e, alışmışım kaba döşek mindere.” denilerek sonraki yıllarda yan gelip yatılmış… Su başlarını düşmana tutturmuşuz… Kandırılmışız… Düşmanı içimizde değil dışarda aratmışlar bize yıllarca…

Bakınız Türk çocuklarına yazılan Türk milliyetçiliği aşılaması, ulusuna bağlı birey yetiştirilmesi için hazırlanan bir kitaba.
Arkasına, Saadet Yayınları yazmış:

“Bugünkü ve yarınki varlığımızı, çocuklarımıza Türklüğü öğretmek ve Türklüğü sevdirmekle devam ettirebiliriz.”

O günlerin siyasi haritasına bakınca da şunu anlayacakmışız:

“…çocuğumuza kahraman Türk tarihini öğretmek gerektiğinin, palavralardan uzak millî bir görev olduğunu pek kolayca anlayacağız.”

Kitabın adı: Türk Kahramanları. Kitap, bir elin avuç içini kaplayan büyüklükte. Kitabın adının üzerinde küçücük bir yazıyla zaferden zafere yazılı. Kapak sarı kartondan. 65 sayfa. Kapağın arkasına bile yazı yazılarak başlanmış kitaba. İlk sayfa kartonun iç yüzü. Kapağın son iç kısmı da yazılı. Öylesine tasarruf edilmiş kâğıttan. Daha doğrusu bir çocuk kitabı hazırlanmamış, yazı deposu kurulmuş.

Bir çocuk kitabında sunuş çok önemlidir. Değil kitabın kapak arkasına, kitabın ilk iki sayfasına genellikle yazı yazılmaz. Yalnızca kitabın adı, yazarken kime armağan edildiği, tek sözcükle sunma yazısı… Çocuk sayfa çevirirken böylece okumaya hazırlanır, aklını okuyacağı yazıya verir.

Burada kitabın boyutu çok küçük. Alışılmış kitap boyutunda değil. Yazısı da çok küçük… Büyüteç kullanmadan okumak güç. Çocuk gözü nasıl görecek, okuyacak?

Kapakta bir resim. Önde savaş alanında koşan, atlayan bir asker. Elinde tüfek yerine kürek.

Resim daha ilk anda elinizi ayağınızı kırıyor… Bakanı üzüyor…

Her telden çalınmış burada. Dokuz on yaşındaki çocukların anlayacağı dilden yetişkinlerin zor anlayacağı dile kadar…

İlk sayfada, kapak içi yazısından sonra “Türk kahramanları 6 ”yazıyor. Demek ki beş kitap daha yazılmış böyle. Bu altıncısı. Yine bu sayfada İbrahim Zeki Burdurlu’dan dört dize yazılı:

Türk’üm kanım çağlayan, / Türk’üm, ünüm şeref şan,/ Yoktur bende ağlaşan / Bayrak gözümün feri.

Ön kapağın içyüzünde bir anı yazı. Yazan: Salih Bozok: “Arıburnu’nda Atatürk”

Bu anı çok karmaşık anlatılmış. Yetişkin bir kişi bile ne dendiğini iki kez okuyunca anlıyor. Anlatan Atatürk ama ad verilmeden söze başlanmış. Kim anlatıyor belli değil. “Keyifli bir zamanında Arıburnu’ndaki harekâtın bir safhasını bana şöyle anlatmıştı.” diye başlıyor yazı.

Savaşın kanlı yüzü burada anlatılan. Çocuğa değil yetişkine:

“-Düşmanın bütün tahrip vasıtalarıyla üzerimize yüklendiği bir gündü. Saflarımız korkunç bir surette boşalıyordu. Yiğit Mehmetçiklerden binlercesinin sapır sapır döküldüğünü görüyordum. “ sözleriyle anlatı başlıyor.

Çocuk okusun diye bu kitap. Başlangıcında ad belirtilmeden Atatürk’ten keyifli bir zamanında diye söz ediliyor. Ardından anlatılan kanlı savaş sahneleri…

Salih Bozok böyle bir anıyı anlatmaya başlarken Atatürk’ten adını söylemeden “keyifli bir zamanında" diyerek söz etmemiştir eminim. Böyle bir girişle başlayan yazıyı kitabın ön yüzüne koyma yüce önderimize saygısızlık. Bu yazıyı buraya koyan sorumlu kişiye ne demeli? Madem Atatürk’ten çocuklara bir anı koyacaksın hazırladığın kahramanlık kitabına, söze başlarken Atatürk’ü tanımla güzel sözlerle çocuklarımıza. Bu anının bazı yerlerini özetle. Atatürk’ün önemli sözlerini bırak. Böyle yapılsaydı çocuk anlatılanlardan etkilenirdi. Yazı çocuğun anlayacağı gibi okunaklı, anlaşılır duruma gelirdi.

Yoksa istenen Atatürk’ü, Kurtuluş Savaşı’nı çocukların gözünde başka türlü göstermek mi? Yaşadığımız günlerin hazırlığı mıydı bu belli etmeden yapılanlar?

Kitabın ikinci sayfasıyla birlikte bir öykü geliyor: “Bir Zaferin Öyküsü” başlığı altında: “Preveze Zaferi.” Yazan Yılmaz Öztuna. Yılmaz Öztuna gericilerin pek sevdiği bir tarihçi. Abdülhamit’e itibarını geri verdirdi diyorlar yazdığı tarih kitabıyla. Kafasına fes geçirilip Arap harflerinin önünde konuşturulan tarihçi geçinen biri de (Mısıroğlu) Yılmaz Öztuna’ya Cumhuriyet madrabazlığının ilk örneği benzetmesi yapıyor. Öztuna yine de bu kesime tam yaranamamış… Bu yazısı yetişkinlere. 1538 yılına gidiveriyor birden zaman. Barbaros anlatılıyor ama çocuk ne anlıyor orasını bilmek zor. Hemen peşinden başlık, Bir Anı : “Değer Bilmek.” Tahsin Ünal (doğumu 1920)yazmış… Bu çocuk kitabına alınan yazı akıllara ziyan. Baş kesme ile devlete ihaneti cezalandırma. Cumhuriyet çocuğuna dersi, köktencilerin diliyle, yobazların aklıyla veriyor.

Okuyorum, bir kez daha okuyorum. Bu bir anı değil. Çocuklar için düşünülürse korkunç bir yazı. Hepsi altı satır. Üçüncü Selim bir hattında (yazıda) demiş: “ Allah bilir ki, her kim bilerek veya bilmeyerek liyâkatsızı (yetersiz) himaye eder, din ve devlete hıyanet ederse başını keser, daha iyisini bulurum. Evlâdım dahi olsa himaye istemem.”

Şimdi kitabı yeniden gözden geçirelim:

İlk yazı, demin dediğimiz Çanakkale Savaşı’ndan. İş olsun diye konmuş. Orta yerden başlanmış, öyle bırakılmış… Ne savaşı doğru dürüst anlatıyor, ne en büyük komutanımızı çocuklara tanıtıyor. Sonra bu zamandan Sultan Süleyman’a atla. Oradan Üçüncü Selim’in kafa kesmeli buyruk yazısı. Hemen arkasından yine Atatürk’e geçiş. Üste, Ata’dan yazılmış. Atatürk denmeden, Ata’dan. Kısacık bir yazı . Başlığı “Tebrik Ederim”, yazan Orhan Tarık.

Orhan Tarık da 1920 doğumlu, öğretmen, şairmiş, o dönemin yazarlarından.

“Bir tarihte Atatürk Ege Vapuru ile Mersin’e gitmişti. Dönüşte vapur Fethiye’de durmuştu.” diye başlayan kısacık bir anı yazısı. Halk şenlik yaparken gemilerden havai fişekler atılıyormuş. Atatürk kendisine refakat eden Zafer Torpidosu’ndaymış (Savaş gemisi). Kumandanlardan biri torpil at demiş de Zafer torpidosu kumandanına, kumandan, “Hay hay efendim ama bir torpil elli bin lira!” deyince, onlara Atatürk, “Vazgeçin atmaktan, bu millet o kadar zengin değildir.” demiş. Uyaran kumandana da “Sizi tebrik ederim!” diye iltifatta bulunmuş Atatürk.

Bu kitapçıkta Osmanlı Türk tarihi, (Yobazlar bu tarihe Osmanlı derler, Osmanlı dönemine pek bir özlem duyarlar, eski devletimizin adına Türk’ü katmazlar ama bu tarihi bütün dünya Türk tarihi diye anlatır… Demekle tarih değişseydi…) tarihiyle günüyle sayfalarca uzun anlatılıyor. Atatürk’ten bir anı verilecek. “Bir tarihte Atatürk…” Masal mı anlatıyorsunuz beyler? Hikaye mi, ne? Çok mu geçmişte olmuş bunlar… Neden yılı günü yok… Bir tarihte… Sonra bu tebrik ederim anısı bilmem neden okuyunca insana ters geliyor. Komutan uyarmasa Atatürk torpili attıracak.

Hem zaferlerin kutlanması, bir ulusun en büyük kahramanının ona layık şekilde karşılanmasının neresi israftır? Atatürk düşünememiş ama bak komutan itiraz etmiş algısı önde burada…

Onca yazılmış anıdan neden bu anı seçilmiş?

Böyle birkaç sayfa daha atlamadan gidelim:

Yine Osmanlı tarihine uçuş. Yavuz Selim’in nişancılarından Cafer Çelebi’nin öyküsü: Padişahın Çaldıran sefer dönüşü, bu kişinin cellada teslim edilmesi.

Böyle bir konu çocuğa ne anlatır bunu buraya koyan bir anlatsaydı? Kitabın kapağına adını koymamış ama son arka karton kapak içinde adını vermiş Cemal Erten, bu kitapların yazı işleri müdürü. Bu seri kitaplar on beş günde bir yayınlanır kitaplardanmış. Cemal Erten de 1920 doğumlu, Gazi Eğitim mezunu. Çocuklara yönelik kitaplar yazmış.

Bir tarih: “Bre Çelebi” kısa yazısından sonra on bir sayfalık öykü geliyor: “Şanlı Malazgirt Savaşı’nın Tarihi” başlığıyla. Öykünün adı: “Koçyiğit Tosun.” Yazarı Nuran Şener.

Burada 13 yaşındaki Tosun’un kahramanlıkları, Afşin adlı Türk beyi, Alparslan anlatılıyor. Malazgirt Savaşı, Bizans imparatorunun esir edilişi. Bu öyküde Türk’ün düşmanını affetmesi, düşmana iyi davranması, Türk askerlerinin üstün özellikleri belirtiliyor. Sayıca çok olduğu halde yenilen düşmanın paralı askerlerden oluşmasının, Türk askerinin vatanı, dini için savaştığının özellikle belirtilmesi öykünün en önemli yerleri. Yine de şu sözler çocuklar için değil:

“Allah Allah sesleriyle hücuma geçtiler. En önde Koçyiğitler kalın zırhlar giyinmiş Bizans süvarilerini bir el atışta attan yuvarlıyorlar, arkalarından gelen baltacılar bir vuruşta kafalarını uçuruyorlardı.”

Bu öykünün bitiş sayfasına ne ilgisi varsa konuyla, Atatürk’ün elle çizili üstü bayrak kaplı tabutu başında nöbet bekleyen iki asker, ortada yanan meşale resmi konmuş. Önde çelenk. Anıtkabir’i mi hayal etmişler, Dolmabahçe Sarayı’nı mı belli değil. Hem bu resim nereden çıkıyor böyle? Neden burada?

Bu konu, düşünenleri hep düşündürmüştür. Vatanımızın kurtarıcısı, Kurtuluş Savaşı Başkomutanı, Cumhuriyetimizin kurucusu, büyük devrimci, yüce Atatürk’ü sevmeyenler, tarihten gelen kuyruk acısı olanlar, gizli-açık hainler eskiden beri böyle dolaylı yollara başvururlardı… En çok başvurdukları yol Atatürk’ün resmini değil, yazılarda kitaplarda büstünü kullanmak, kitaplara o dönemin hainlerinin çektiği ölüm yatağındaki görüntülerini koymak, gözü kapalı son görüntülerini her yerde her kitapta paylaşmak… Bu çirkin numarayla ölümsüz bir kişiliği ölümlü gösterdiğini sanmak…

Burada anlatılan “Malazgirt kahramanlığı,” öykünün bitiş sayfasının bir bölümünde de bu resim. Yan sayfada “Ağlayan Gazi” yazısı. Bir tarih, bir kahraman yazılmış üste. Yine aynı kişiden, Tahsin Ünal’dan. Zaman, yüzlerce yıl sonraya, Kanije’deki Tiryaki Hasan Paşa’ya atlamış…

Padişah (Üçüncü Mehmet), Kanije’deki eşsiz başarısından dolayı paşaya armağanlar, tebrik ve teşekkürname göndermiş. Yardımcısı Faizi Çelebi yüksek sesle bunu okumuş. Paşa ağlamış.

“Ne ağlıyorsun paşam?”

“Ben ağlamayayım da kimler ağlasın oğul? Ettiğimiz küçücük bir hizmete karşı bize padişah vezirlik vermiş. Devletin vezirliği benim gibi kocamış bunaklara kaldı. Buna yanmayayım da niye acıyayım?”


Ağlayan Gazi adlı öykünün içeriği böyle. Son bölümü aynen yazdığım gibi.

Sizi bilmem ama ben çocuk olsam bu kişiye de, bu anlatılan devlete de acırdım. Küçümserdim… Tarih böyle mi anlatılır? Böyle mi çocuğa kendi ulusu, ulusunun tarihi sevdirilir?

1601 yılındaki Kanije müdafaası, Avusturyalılara karşı kahramanca korunan bir kalenin ünlü komutanı böyle mi anlatılmalıydı?

Tarihin en kanlı savunması başlığıyla verilen, “Plevne’den çıkmam!..” bir derleme yazısı.

“Rus çarı:

Bir avuç Türk’ün karşısında, koskoca bir imparatorluk yeniliyor. Bu ne iş…”

“Türk ordusu Aralık ayının sisli bir günü, Plevne’den çıktı.”

“Plevne’nin düşmesiyle Balkanlardaki bütün ordularımız bozuldu. Ruslar İstanbul kapılarına kadar dayandılar. Bu savaşın sonunda barış yapılarak Ruslar çekilip gittiler. Bulgarlara istiklal verildi.”

Yukardaki sözler yazıdan üç ayrı alıntı.

Turhan Tan’dan (1886 doğumlu), Orta Asya Türklerinden Tulun'un oğlu,“Tulun Oğlu Ahmed” öyküsünü yazmış. Tulun Oğlu Ahmed Türk kahramanlarındanmış, öyküsü Mısır’da, Suriye’de, Filistin’de geçiyor. Arap ülkelerinde… Bu kişi, oğlu ile saltanat mücadelesi yapmış:

“Sen oğlum değilsin, çünkü bana isyan ettin. Fakat Türk de değilmişsin. Çünkü canlarını senin uğruna feda etmeyi kabil eden dostlarını elinle kesmeye hazırlanıyorsun. Türk dostunu kesmez, hattâ incitmez.” yazının sondan bir önceki satırbaşı. Son sözü:

“Bana bu yaradılışta çocuklar mı baba diyecekti?”

Olumsuz bir örnekle Türk anlatılıyor. Okuyan çocuk kime yanacak? Böyle bir çocuğu olan, çocuğuyla savaşan babaya acımalı mı? Yazıdaki anlatımla, Mısır’da saraylar, kaleler, bulvarlar yaptırdı, Kahire’de muhteşem eserler bıraktı diye durmadan övülen bu babayla yoksa övünmeli mi? Ne yapması gerekiyor?

Kitapta Sadi Koçaş’tan (1919 doğumlu siyasetçi-asker) “İstiklal Savaşımızdan Sayfalar” başlığıyla bir yazı var. Burada Uzunbeyli baskınında pijaması ile kaçan Yunan kumandanı anlatılıyor. Atatürk’ten hiç söz edilmeden anlatılan bir Kurtuluş Savaşı öyküsü.

Ardından İkinci Osman Devri’nde diye yine 1600’lü yılların başına, Lala Mehmet Paşa döneminden bir öyküye dönülüyor. Karakaş Mehmet adlı sancak beyinin öyküsü. Genç Osman dönemi. Yazarı Feridun Fazıl Tülbentçi. (1912 doğumlu, tarihi romanlar yazarı.)

Kitaptaki en dikkat çeken yazılardan biri, “ Bir Tarih” başlığıyla verilmiş. Teoman Yüksel’den.

“Düşman Kafası”

“Uyvar kalesinin alınması sıralarında yapılan bir savaşta Türkler, büyük bir zafer kazanmışlardı. Gaziler düşman kellelerini veya esirlerini Sadrazam Fazıl Paşa’ya getiriyor, karşılığında pek çok bahşişi alıyorlardı. O gün 4800 düşman kafası getirildiği için bahşişin tutarı da pek büyük olmuştu.”
sözleriyle başlıyor bu resmiyle birlikte bir sayfalık yazı.

Bu yazıya yorum yazmak bile gereksiz. Sondan bir önceki öykü “Bir Deniz Zaferimiz” başlığıyla verilmiş.

Tevfik İnci yazanı. “1866 yılının başında Girit. Osmanlı devletine isyan bayrağını kaldırmıştı.” diyerek o yıllardaki durumu, Gamsız Hasan Bey’in İzzettin Gemisi ile Yunan Erkadi gemisinin karşılaşmaları anlatılıyor. Şimdinin it dalaşı denilen Türk pilotların Yunan pilotlarıyla yaptıkları sonuçsuz uğraşların bir benzeri anlatılan. Denizde iki geminin rastlaşması, takipleri, “rampa” yapmaları…

Karton kapağa yazılı son anlatı kaynağı belirtilmeyen bir derleme. “İhtiyar Mustafa Paşa, İran hükümdarı Tahmasp Kulu Han’a Osmanlı Devleti tarafından gönderilmişti.” diye başlayan kısa öykünün konusu, paşanın İran’da huysuz bir ata bindirilmek istenmesi, böyle sınanması.

“İhtiyar paşa yavaş yavaş ata yaklaştı, iki adım kalınca:

“Ya Allah, diyerek on sekizlik bir delikanlı gibi atın üstüne atladı.” Bu da son satırı öykünün:

“Sadece şah değil, bütün seyirciler ve hatta azgın at bile şaşırmış, bu mahir Türk binicisinin altında bir kediye dönmüştü.”

(Ata binmeyle böyle övünen atalarımız, geleceği görebilselerdi, günümüzde deneme alanında attan düşen yöneticilere ne derlerdi acaba?)

Kitapta bu anlattığım yazıların dışında bir iki fıkra daha var. Biri Atatürk’ün İngiltere kralına, “ Vatanımın toprağı temizdir!” dediği o ünlü anı. Turgut Reis’in öyküsü (Turhan Tan), Kanuni’nin Estergon Seferi (Yılmaz Öztuna) yazısı var. Bu Kanuni yazısı öyle övgülü ki nefesin tutuluyor:

“Üç sayfalık bu kanuni öyküsünde anlatılan, bir geçit resminin ve törenin ihtişamı, yazarının deyişiyle. Bu törene: “ Tören, tarihe Türk debdebesi ve gösterişinin parlak bir örneği olarak geçmiştir.” denmiş. Geçit törenindeki padişah hazinesini ve eşyasını taşıyan 2100 katırdan başlanıp 900 kişilik hassa taburuna, 500 kişilik lağımcı taburuna… diye söze devam ediliyor. Törende geçenleri anlata anlata bitiremiyor yazar. Padişahın askerlerinin başlarında tavus tüyünden sorguçlar varmış. Hassa askeri ve protokol subaylarının üniformaları mücevhere boğulmuşmuş. Elbiselerinin düğmesi elmastanmış. Geçtikleri yere gözleri kör eden bir ışık deryası yayılıyormuş. Böyle bir birliği geçirmek, o devirde ancak büyük bir imparatorluğun harcıymış… Sonunda sıra padişaha geliyor:

“Daha sonra 70 kişiden ibaret ”peyk” denen bir hassa takımı geliyordu. Bunlar 35’i sağda, 35’i solda olmak üzere yürüyor ve aralarında “Cihan Padişahı” Kanuni Sultan Süleyman Han” at sürüyordu. Hükümdar sade bir elbise giymişti. Bütün ihtişamı görülmemiş güzellikteki atındaydı. Bu at, akıl almaz büyüklükte inci, pırlanta ve zümrütler kakılmış koşumlar taşıyordu. 48 yaşına gelen ve 46 yıllık saltanatının 23. yılında bulunan Kanuni’nin yüz ifadesi asık çehreli denecek kadar ciddi ve vakarlı idi. Hafifçe önüne bakıyor, buna rağmen, bütün ordusuna hâkim bir başkumandan olduğu hemen anlaşılıyordu.”


Şimdi içim yana yana düşünüyorum.

1923 yılında, yıllar süren “Ulusal Kurtuluş Savaşı” sonucunda kurulmuş bir Cumhuriyet. Yıkılmış, bitmiş, düşmana teslim olmuş, sömürge olmayı, esareti kabul etmiş, bunu imzalayarak duyurmuş bir devletin küllerinden, dünyayı şaşırtarak, kanla gözyaşının yanında irfanla, büyük bir mücadeleyle kurulmuş bir devlet: Türkiye Cumhuriyeti. Harbiye Marşı’ndaki gibi:

Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız, / Tufanları gösteren, tarihlerin yadıyız,/
Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti,/ Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız.


(Ahfad: torunlar. Yad: yabancı, düşman. Yâd: anma. Nigehban: gözcü, bekçi.)

Atatürk’ün başöğretmenliğinde başlayan eğitim öğretim seferberliği… Türk harfleriyle okuma yazmada yapılan inanılmaz atılımlar… Yokluklar içinde kurulan bir bağımsız devletin büyük yükselişi…

O yıllarda doğanlardan yazılmış bu öyküler… Cumhuriyet kurulalı daha elli yıl bile olmamış bu kitaplar basıldığında… Türk çocuklarına Türk kahramanlarını tanıtan kitaplar çıkarıyorsun. İşte çıkardıkların!

Bir yan, Sovyetlere öykünmüş, Çin’e öykünmüş… Solculuk adına bölücülük yapmış. Kitaplarını, Atatürk’ü, Kurtuluş Savaşı’nı, devrimleri, ülkesini, genç Cumhuriyeti anlatma üzerine değil, devletini kötüleme, rejimini değiştirme, bölme, parçalama üzerine yazmış. Bir yan, Türklüğe düşman anlayışı, bölücü, dinci anlayışı kitaplarıyla besleyip büyütmüş.

Siyasetçiler derseniz, eğitimde, kültürde Amerika’ya ellili yıllar gelmeden çoktan teslim olmuş…

Ben Türk’üm diyen, Türk tarihi diyen de işte bunları yapmış, böyle kitaplar yazmış yurduna milletine…

Kimse neden böyle olduk diye şaşırmasın. Hemen iğneyi alsın uygun bir yerine şöyle bir batırıversin!


Feza Tiryaki, 10 Şubat 2014
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 1012
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x