
Mutlu olmayı unutalı çok uzun yıllar oldu. Evimizde, çoluk çocuğumuzla yaşadığımız, doğada bulduğumuz, ülkemizin güzel insanlarından geçen ufak tefek mutluluk kırıntıları da olmasa, insan olduğumuzu, yaşadığımızı unutacağız. Vatan kan ağlarken gülemiyoruz, ülkemiz uçuruma doğru yuvarlanırken acıdan başka duygu duyamıyoruz…
Gülümserken bile çekiniyor, bir suçluymuşçasına başımızı eğiyor, soranlara iç güveyisinden hallice olduğumuzu söylüyor, vatan böyleyken ne kadar iyi olabiliriz diyoruz.
Buna karşın, birdenbire ortaya çıkıveren, alın size “Çatımız” denilerek gözlere bir anda sokulan, Erbakan’a o çok benzeyen, dinci kalıplı, duygusuz bir konuşma diliyle, vurgusuz bir Türkçeyle pot üstüne pot kırarak, çam üstüne çam devirerek konuşan, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarını, devrimleri kötüleyen, Atatürk karşıtı Derin Tarih dergisini yöneten, her ağzını açışta AKP’ye, yönetimine övgüler düzen, muhalefetin cumhurbaşkanlığı adayı kişi, kaybettiği seçimin ertesinde,11 Ağustos’ta, kendi deyişiyle, çok mutluymuş:
“Halkımıza, oy verenlere, vermeyenlere teşekkür ederim. Çok mutluyum.”
Laf da bitmiş bu kişide. Seçimin ertesi günü evinin önünde çevresini saran gazetecilere demiş: “ Bende laf bitti.”
Bir de şu sözü eklemiş:
“Allah hayırlı uğurlu etsin milletimize!”
Sanki ülkemiz bir Avrupa ülkesi. Sanki her seçilen, her parti ülkenin iyiliği, ileri gitmesi, refahı, mutluluğu için uğraşıyor. Tam tersine, Cumhuriyet’i yıkma projesi, daha önceki iktidarları saymazsak, on iki yıldır tam anlamıyla iş başında. Bu çok mutlu olan kişi sözde bu projeye karşı aday edilmişti. Atatürkçüyüm diyenler de, ülkücüyüm diyenler de, vatanım, milletim diyenler de onu savunmuşlardı, vardır bu işte bir hikmet demişlerdi: “ Parti başkanlarımız belki bizim bilmediğimiz bir şeyleri biliyorlar ki bu kişiyi ortaya atıverdiler, boşuna mı adayımız dediler, tıpış tıpış oy vermeye gideceksiniz dediler…” Bazı gazeteci yazarlar (Uğur Dündar) işi daha da ileri götürdülerdi:
“Sandığa gitmeyen (Ekmel’e oy vermeyen) bir daha Atatürk’ün adını ağzına almasın!”
Böyle diyenden, Ekmel’e oy verin, mecburen ona vereceğiz, benim oyum Ekmel’e, ben Ekmel’e kefilim, onu tanıdıkça seveceksiniz diyenlere kadar gitti iş… Ekmel’le Cumhuriyet’i kurtaracağına inanan bile vardı. Bir zamanların umut hırsızları, birleştik birleşiyoruz kandırmacıcıları, Milli Merkez kurucuları, destekçileri, Ulusal Kanalcılar, ünlü ülkücüler, Haydar Baş muhalefetine, dinin başka türlü kullanılarak ülkenin bunlardan kurtulacağına inananlar, yol gösterici yazar, siyasetçi kılığındaki şaşırtmacılar kafaları bulandırdılar, kimsede akıl fikir bırakmadılar…
Seçim adlı oyun gününün üstünden üç gün geçti.
Bu iktidarın kazandığı hiçbir seçimin sonucunu izleyemedim, sonuçlarını duymaya katlanamadım. Her seçimden sonra haftalarca küsüp gazete okumayan, haber dinleyemeyen biri olarak bu düzmece gülünç oyunda aynı şeyi yapamadım. Sonucu biliyordum. Aklımızla, algımızla oynanıyordu. Düşümüzde görsek inanmayacağımız şeyler yaşanıyordu. Aklını yitirmiş, duyuları köreltilmiş, kasabının bıçağına boynunu kendiliğinden uzatmış bir toplum görünüşündeydik. Düzmece oyunun ardından yapılacaklar belliydi. Kim kimi kontrol edecekti. Arsızlığa, yüzsüzlüğe, ne olmuş yani, yine de partim kazandı diyenleri duymaya, görmeye, bunlara dayanmaya hazırlıklıydım. Sinirlerimi bilemiştim, bu, “bile bile lades”e.
O gün, iki telefon aldım memleketten. Biri “ Dediğin oluyor, ikinci tura bırakacaklar işi, PKK pazarlığı da işe karıştırılacak, AKP, kimi yerde “Çatı’ya geçiliyor.” dediler. Sonra gece bir telefon daha geldi: “Sinirden titreyerek, gözlerimin yaşını içime akıtarak malum kişinin balkon konuşmasını dinledim. Sonuna kadar dinledim. Herkese teşekkür etti, Şeyh Edebalı’ya, Sultanlara, şeyhlere vezirlere kadar… Bu yurdun kurtarıcısı, Cumhuriyet’in kurucusu yüce önder Mustafa Kemal Atatürk bir kez bile anılmadı, ağza alınmadı. Buna sebep olanlar, bu günü hazırlayanlar beter olsunlar, bunun acısını günahını çeksinler!”
Seçimden sonra attıkları başlıklarla, son yıllarda yön değişen Cumhuriyet gazetesi, eli kanlı bölücünün temsilcisi Demirlitaşçı gazete, “Çatı Adayı” destekçisi Sözcü, Cumhuriyet’i başlıklarında öldürdüler. Sanki diğer AKP’li, türbanlı eşiyle, her türlü yasayı hemen oylamasıyla orada yedi yıldır otururken başkaydı. AKP destekçisi, aynı görüşlü, bir takım ayrıntılarda ayrılan, AKP’nin ilk hocası, bu kadroları yetiştiren, kadayıfın altı kızardı, geliyoruz, kanlı mı kansız mı gelelim diyen Erbakan’ın yoldaşı, halifeci çatı adayı başka mıydı?
Yılgınlığı böyle yayınlarla daha da artırdılar. Akşam gazetesi, “Seçimin ikinci galibi Öcalan” diyebilmiş başlığında. Kimse de şaşırmamış. Bölücü, eli kanlı örgütün adamından sol lider yaratmaya kalkıştılar bazı gazeteler, yazarlar, bu bölücünün sözde aldığı oylara bakarak. Toplumsal bakış, paradan değil toplumdan yana olmak sol ise terörle beslenenden sol olur mu? Sol, toplum düşmanı olur mu, uyuşturucuyla, kaçakçılıkla beslenir mi? Can alan, korku estiren, gelişi güzel öldüren anlayışla solun ne ilgisi olur? Kim, korkutularak umarsızlıktan oy vermiş, PKK terör örgütünün HDP adındaki siyasi partisinin temsilcisine bilen var mı? Kim aldatılarak, “A, vallahi yakışıklıymış, hem de gençtenmiş bu, diye vermiş, cahillikten, salaklıktan, kafasızlıktan oy vermiş, düşünmediler, düşündürtmediler bile.
Yetmiş yaş üstünün tüm yorgunluğunu, tükenmişliğini, bedensel özelliklerini üstünde taşıyan, gözlere alışık gelmeyen, tanınmayan, AKP dostu, Başbakan yakını, Cemaat arkadaşı, Menderes’in hayranı, Türkiye’ye büyük kötülük eden, değerlerimizi yozlaştıran, devletimizi başka bir yola sokan, kurumları önemsemeyen, askeri şortla denetleyen, benim memurum işini bilir diyerek rüşveti serbestçe öven Özal’ın büyük adam olduğunu söyleyen biriydi, çatı adayı.” Böyle birindense, ne olursa olsun, bölücü de olsa boş ver, bana ne, adam iyi sırıtıyor, bayağı da ağzı laf yapıyor, tepkimi böyle göstereyim bari !"diyerek belki bu bölücü terörün temsilcisine oy vermiş kimi vatandaş, işin orasına kimse aldırmıyor.
Ecevit’in son yıllarındaki bedensel çöküntüsüne, hastalığına, yaşlılığına aldırmadan Başbakanlık’ta direnmesi unutulmadı. Küçük küçük adımlarla bir ayağını sürüyerek bebek gibi yürürdü, yüzü, gözü tikliydi. Bedensel rahatsızları yönünden acınacak durumlara düşmüştü Ecevit, bazı gazetecilerin dilinde alay konusuydu. Bu durum yüzünden kolayca AKP başa gelmedi mi, başındaki kişi, bundan çok yararlanmadı mı? Şimdi de aynısı yaşandı. Eğitimsiz, yarı cahil bırakılmış, kafası karıştırılmış, algısıyla oynanan bir toplumda bu saydıklarımızın hepsini bırakın, bu yaşta aday çıkarılır mı? Başka ülkede olur da bizde olmaz. Hem geçmişten gelmiyor, önceden tanınmıyor. Gençliğini okullarımızda okumadan geçirmiş, bitirmiş, bir kez bile okul avlusunda İstiklal Marşı dinlememiş. Okumaya yazmaya Atatürk’ün harfleriyle başlamamış, andımızla büyümemiş. Yaş yaşamış, bedence çökmüş birini, iktidarın çıkardığı, Avrupa’da olmayan ucube bir yasaya göre, bir iş için notere gitse akıl sağlığı raporu istenecek yaşın (65) çok üstünde birini aday gösterirseniz gençleri dışlamaz mısınız? Yolu, bilerek iktidara açmaz mısınız? En doğrusunu Yeniçağ yazarı Hasan Demir yazdı:
“Kimse topu taca atmasın…
Bize kızsanız da, köpürseniz de, suçluların önemli bir kısmı aramızda… Böyle olduğu için defodan geçilmeyen, bakanları yolsuzluk dolayısıyla istifa etmiş bir Başbakan tuttu Cumhurbaşkanı oldu…
Bunun hesabını genel seçimlerde alacağız falan diyerek kimse bizi güldürmesin. Dokuz defa yenilenin 10’uncuda yenmesi için hangi sebebi gösterebilirsiniz? Bir takımın oyuncuları aynı, hocaları aynı, kondisyonu (gücü, durumu) aynı ise o takım farklı sonucu nasıl alabilir ki?”
*
Bugünlerde mutlu olanlara bakın, durumumuzu anlayın.
Ülkemiz insanını kendisiyle yapılan söyleşilerde hiç çekinmeden kötüleyen, küçümseyen, Türkiye’yi yaşanacak yer olarak görmeyen, iyi Türkçe bilmeyen, en söylenmeyecek iki kişiye özel bir durumunu utanmadan sıkılmadan ayrıntısıyla açıklayan, o yüksekten bakan tavırlarıyla, o çok şişirilen ama aslında basit bir uyduruk dizideki (M. Süleyman), bir kıytırık oyunu (Hürrem rolü) sayesinde üne servete kavuşan Almanyalı Meryem, yeniden yurda dönüyormuş. Bu kez mutluluktan uçarak. Ne dediyse Star televizyonu kabul etmişmiş. Yeter ki bu eşi bulunmaz güzellik, yetenek, dizilerin olmazsa olmazı artisti evet desinmiş geri dönmeye. Türkiye nefesini tutmuş onu bekliyor. Gelirse dertler bitecek. Ülkemiz kazanacak!” Amerikan gençliğine özenen, “Senin için ölürüm ablam!” diyen kızlarımız varmış meğer, haberin altına, öl de ölürüm yazmışlar. Sabah yazarı döktürmüş: “İnsanlık dışı çalışma koşullarına başkaldıran, cesur yürek!” demiş, hem de evlilik dışı çocuk dünyaya getirmesini kutlamış. Soma’da ölenler, insanlık içi şartlardaymışlar demek ki. Üç kuruşa çalışanlar, 35 - 40 lira gündeliğe bütün gün ağır iş görenler, ter akıtanlar kolay şartlardalar… Bu nazlı hanımların, kaç binlere para demeyenlerin çalışma durumu insanlık dışı dendiğine göre. Terk ettiği Türkiye’ye muhteşem bir dönüşe hazırlanıyormuş bu artistimiz. Bu kez şartlar onun istediği gibiymiş. Ev, çalışma saati, iki kat para, haftada üç gün Almanya’ya seyahat bileti… Hepsi hepsi yürürlükteymiş. Hürriyet’te bir söyleşide tanıtmışlar; o anadili Almanca olan bir Avrupalı’ymış. Bizim kadar “çakal” değilmiş. Daha saf, daha açık sözlü, daha hesapsızmış… Bu arada Türk toplumu da bir güzel nasibini alıyor, karalanıyor.
Küçümsediğin ülkede para kazan, bir hiç olduğun, yüzüne bile dönüp bakılmayan Almanya’da harca. Oh ne âlâ memleket!
Biz, büyük işleri başarmaya kalkışmadan önce böyle küçük işlerde etkin olabilsek… Böylelerine haddini bildirsek, bir kez bile televizyon düğmesine basmasak. Kafa bulandıran görüntülerden, bizi tutsak eden düzenlemelerden, kurgulardan uzak kalsak. Kendimizi kullandırmasak. Bu gibilerin dünyası paradır. Para akışını engellesek. Türkiye düşmanlarının, ağzı kinli, kuyruk acılıların, sanatçı bozuntularının konserlerine gitmesek, dizilerini, filmlerini izlemesek, şarkılarını dinlemesek, vatan düşmanlarının, bölücü yanlılarının gazetelerini almasak, Cumhuriyet düşmanı şirketleri dolaylı yoldan beslemesek, ürettikleri ürünleri ucuz - pahalı diye düşünmeden tüketmesek… Gözümüzü açsak, kendi gücümüzün ayırdına varsak. Aptal yerine konmasak…
Seçici olmayı öğrensek!
Küçük bir deneme: Bize dayatılanları elimizle itelim. Beyin uyuşturucu magazinin malzemelerini dışlayalım, vatan millet düşmanı eskinin yeninin şarkıcılarını, oyuncularını, yazarları, gazeteleri, bizi aptal yerine koyan televizyonları hepsini hizaya sokalım. Bir kuruş vermeyelim cebimizden. Bir kuruş da kazandırmayalım onlara.
Bakalım bu kez kimler mutlu olacak?
Sözün bittiği yerdeyiz.
Eyleme geçme zamanı. Eylemin küçüğü büyüğü olmaz. Az değil, bu oyuna katılmayan on dört milyon yetişkiniz. Bir o kadar kandırılmışı da aramıza alırsak…
Feza Tiryaki, 14 Ağustos 2014