CSIS - 2008 'Türkiye Siyaseti' Değerlendirmesi

Center for Strategic and International Studies / Uluslararası ve Stratejik Araştırmalar Merkezi

CSIS - 2008 'Türkiye Siyaseti' Değerlendirmesi

İletigönderen Ram » Prş Oca 01, 2009 3:52

Turkish Politics In 2008 / 2008'de Türk Politikası

Turkey Project

Kasım 2002'den beri görevde bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti için bu yıl, Temmuz 2007'deki ikinci seçim zaferinin sarhoşluğuyla başlamıştı. Ancak AK Parti, Şubat ayında üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldırmak için başlattığı yasama hamlesi, Anayasa Mahkemesi tarafından geçersiz kılınıp Mart ile Temmuz ayları arasında da Anayasa Mahkemesince kapatılmaktan kıl payı kurtulduğu "ölüme yakın bir deneyim" yaşadıktan sonra gelecekteki rotasından o kadar da emin görünmüyor.

Parti, kamuoyu yoklamalarına göre, hâlâ Türkiye'nin en popüler siyasi partisi olup ülkede artan dini hassasiyeti yansıtmayı ve desteklemeyi sürdürüyorsa da, laikliğin sert diye nitelediği yanlarında, başta da çoğu destekçisinin ayrımcılık kabul ettiği başörtüsü yasağı konusunda, değişikliğe gitmek için Türkiye Büyük Millet Meclisindeki (TBMM) çoğunluğunu fiilen kullanamaz hale gelmiş görünüyor. Sonuç olarak, 2008'in sonuna geldiğimiz şu günlerde Türk siyaseti nispeten uzun süren istikrar ve öngörülebilirlik döneminin ardından geçiş evrelerinden birine giriyor olabilir.Bulent Aliriza

Çatışma ve Uyuşma

AK Parti 2007 seçimlerinde Genelkurmay Başkanlığının, AK Parti'ye, Abdullah Gül'ü cumhurbaşkanı seçmemesi yönündeki uyarısına duyulan yaygın tepkiyi sonuna kadar kullandı. Parti, popülist üsluplu ve karizmatik bir lidere olduğu kadar teşkilat içinde tepeden tabana örgütlenmeye de güven duyabiliyordu. AK Parti ayrıca, muhalefetin başında etkili bir liderin yokluğu ve muhalefet partisinin değişen siyasi ortama ayak uyduramamasından da faydalandı. Zira Deniz Baykal liderliğinde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), sosyal demokrat propaganda yapmayı bırakıp AB ve ABD'ye karşı muhalefet etmeye yönelmiş ve ateşli bir laiklik savunucusu kesilmişti. Devlet Bahçeli liderliğindeki Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ise, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın yükselen milliyetçilikten faydalanmakta gösterdiği beceriyi gösteremedi.

AK Parti ilk iktidar döneminde ihtiyatlı davranarak, laiklik savunucularıyla açık açık çatışmaktan kaçındı. Ancak parti, seçimlerde oyların neredeyse yarısını toplayıp Gül'ü de cumhurbaşkanlığına getirmenin verdiği cesaretledir ki çetrefilli İslami başörtüsü yasasına el attı. AK Parti açısından bakıldığında bu hamle anlaşılabilirdi, çünkü Türk kadınlarının büyük bir kısmı başörtüsü kullanıyor; Türk halkının yüzde 70'i bu yasağın kalkmasını istiyor ve partililer, destekçilerinin yanı sıra eşleri ve kızlarından da yasağın kaldırılması yönünde sürekli baskı görüyorlardı. Şu var ki, AK Parti karşıtları da, bu girişimi laiklik için bir tehdit olarak gördüler. Üniversitelerde başörtüsü yasağının kaldırılmasını öngören yasa, beklendiği üzere Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi, ki nitekim Cumhuriyet Başsavcısının AK Parti hakkında açtığı kapatma davasında en önemli suçlama unsuru olarak yer aldı.

AK Parti, kapatma kararı 11 hakimden sadece altısı –yeter sayı yedi idi– tarafından onaylanınca kapatılmaktan kıl payı kurtulmayı başardı. Ancak AK Parti'nin görevde kalmasına izin veren hakimlerden biri hariç hepsi, partinin "laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı" olduğuna hükmetmişti. Anayasa Mahkemesi bu kararıyla, AK Parti hakimiyetindeki TBMM'nin yasama yetkisini kısıtlamakla kalmayıp gelecekteki faaliyetlerinden ötürü yeni bir dava açılabilmesine zemin hazırlayarak partinin hareket alanını da kısıtlamış oldu. Erdoğan'ın ilk tepkisi yine laiklik karşıtlığı suçlamalarını inkâr etmek oldu. Ancak pragmatik bir siyasetçi olan Erdoğan kesinlikle AK Parti'nin uyarıldığının farkındaydı.

AK Parti ile Genelkurmay Başkanlığı arasındaki ilişkiye genellikle hakim olan gerilime bakılınca, Mahkemenin askeri geçmişi olan tek üyesinin, kapatma aleyhine oy kullanmış olmasının kayda değer bir gelişme olduğu söylenebilir. Bu durum, Erdoğan ile yeni Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ arasında özel bir anlaşma yapıldığı yolunda söylenti çıkmasına da yol açtı. Bu tip iddiaları kanıtlamak imkânsız olsa da böyle bir anlaşmanın her iki tarafa da sağlayacağı avantajları görmek çok da güç değil. Pek çok çalışma arkadaşı gibi Erdoğan da, partiyi kapatma ve kendisini siyasetten uzaklaştırma girişiminin ardındaki başlıca etken olarak Genelkurmayı görüyordu. Bu yüzden de yaklaşan tehlikeyi engellemek için doğrudan Başbuğ'a başvurmak ona mantıklı gelmiş olabilir. Ne de olsa Erdoğan, hükümet görevinin ilk dört yılında o dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'le nispeten iyi ilişkiler kurmuş, ardından görevi devralan Yaşar Büyükanıt'la zor bir başlangıca rağmen geçici bir mutabakata varmayı başarmıştı. AK Parti'nin 2007'de Büyükanıt başkanlığındaki Genelkurmayın diplomatik girişiminden sağladığı faydanın farkında olan Başbuğ, AK Parti'nin bir başka erken seçimde yeniden başarı kazanmasını engellemek istemiş olabilir. Başbuğ'un, iki emekli orgeneralin AK Parti hükümetine darbe planladıkları iddiasıyla tutuklandığı "Ergenekon" diye anılan davada yürütülen soruşturmanın kapsamına sınır getirilmesini istemiş olabileceği de düşünülüyor.

1997'de İslamcı hükümetin devrilmesinin ardından İslamcıların AK Parti çatısı altında çok geçmeden dirilişi, laik düzenin belkemiği Genelkurmayı bir açmaza soktu. Ordu, artan dindarlığın siyasi tezahürü olan AK Parti hükümetinden hissedilir derecede huzursuzluk duymakla beraber, arkasına büyük bir halk desteğini almış bir partiyle doğrudan çatışmayı da istemiyordu. Gül'ün cumhurbaşkanlığı adaylığına karşı yayımladığı muhtıranın devamını getirmeye isteksizliği de buna kanıt. Şu da var ki, ordunun hararetle savunduğu Kemalizm, 1961 ve 1982 anayasalarınca güvenceye alındığı şekliyle resmi devlet ideolojisi olmayı sürdürüyor. Modern Türkiye, Kemalizmin katı ilkelerine artık gereğince uyum sağlayamıyorsa da AK Parti, bu ideolojiye doğrudan karşı gelmeyi de göze alamıyor. AB katılım sürecinin tamamlanması, ordunun seçilmişlere tabi olmasını gerektirse de, Genelkurmay, milli güvenlik meselelerini aşan etkisini de ciddi bir sivil denetimden uzak halde iç işlerindeki özerkliğini de muhafaza ediyor. Erdoğan kapatma davasından bu yana orduyla fark edilir derecede yakınlaştı, özellikle de Kürt meselesi ve bölücü terörle mücadele konusunda. PKK'nın bir askeri karakola düzenlediği saldırı, medyanın, ordunun ihmalinden kaynaklandığı yolundaki eleştirilerine konu olunca Erdoğan, geçmişte orduyla anlaşmazlıklarında AK Parti'nin yanında yerini alan gazetelere yönelttiği suçlamalarda Başbuğ'a destek vermeyi tercih etti.

Erdoğan, PKK terörüne askeri yolla yanıt vermek ile ilk kez 2005'te Diyarbakır'da dile getirdiği siyasi çözüm ihtiyacı arasında bir denge kurmaya çalıştı. Amacı, PKK'yı ve PKK'ya saygı gösteren Kürt siyasetçileri eş zamanlı olarak çökertmekti. Güneydoğu'daki olumlu ekonomik gelişmelerin, tıpkı halefleri gibi Kürt ayrılıkçı faaliyetlerinden ötürü kapatılma tehdidiyle karşı karşıya olan Demokratik Toplum Partisi (DTP) karşısında elde ettikleri seçim başarısının da etkisiyle, Kürt sorununa çözüm getireceğini umuyordu. Ancak Kürtler 1950'lerde geçilen çok partili demokrasiden bu yana hem yerel Kürt partilerine hem de ana Türk siyasi partilerine oy veriyor. Kürtler, ana partilere oy veriyorlar, ama sadece Kürt partileri kapatıldığı için değil, aynı zamanda TBMM'de temsil için aşılması gereken yüzde 10'luk ulusal seçim barajı yüzünden. Ekonomik refahın sorunun temelindeki etnik huzursuzluğu ortadan kaldıracağına dair somut işaretler bulmak zor.

Erdoğan'ın bir yandan PKK terörizmine askeri çözümü destekleyip öte yandan etnik bölünmeleri ortadan kaldırması zor, ki bu da muhtemelen Güneydoğu'daki seçim hedeflerini etkileyecektir. Kasım ayında yaptığı "Tek millet, tek bayrak, tek vatan ve tek devlet" beyanı, pek çok Kürdü, yakın zamanda Diyarbakır'a yaptığı ziyarette kendisinin de fark ettiği gibi, hayal kırıklığına uğrattı. DTP lideri Ahmet Türk, AK Parti'nin "kapatılmamak için devletle anlaşma yapmak zorunda kaldığını ve bu anlaşma uyarınca da Başbakanın, Kürt meselesindeki politikasını değiştirdiği"ni iddia edecek kadar ileri gitti. AK Parti içerisindeki en önemli Kürt figür Dengir Mir Mehmet Fırat'ın, Erdoğan'ın görüşmekten sakındığı Ahmet Türk'ün aralarında bulunduğu bazı DTP milletvekilleriyle biraraya gelişinin ardından partinin genel başkan yardımcılığından istifa etmesi de ayrıca dikkate değer gelişmelerden biridir.

AK Parti'yi güçlü kılan bir yönü de, geçmişte iktidara gelen Türk partilerinin musallat olmuş parçalanmalardan kaçınabilmesi ve bütünlüğünü koruyabilmesi olmuştur. Her ne kadar Erdoğan hâlâ bölünmemiş bir partinin kontrolünü elinde tutuyorsa da, AK Parti'nin siyasi yerçekimi yasalarına daha fazla direnemeyeceğini gösteren belirtiler var. AK Parti'nin iktidardaki ilk üç ayında Erdoğan'a devretmeden önce Başbakanlık yapmış olan Gül'ün Erdoğan ile ilişkisinde -Cumhurbaşkanı oluşundan bugüne- bir yıpranma olduğu yolunda inkâr edilemez göstergeler var. AK Parti'nin kurucu dört liderinden biri olan Abdüllatif Şener de, AK Parti'nin yolsuzlukla mücadelede etkisiz kaldığı yolundaki şikâyetlerinin ardından Temmuz ayında yeni bir parti kurmak üzere partisinden ayrıldı. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli'nin, yolsuzluk suçlamaları üzerine Eylül 2008'de istifa etmesi, AK Parti'nin seleflerine karşı kullandığı bu meselede bir problemi olduğunun altını çizen bir gelişme. Dişli'nin biraz da, kurucu liderlerden olup şu anda partideki ikinci adam konumunda bulunan Bülent Arınç'ın zorlamasıyla gitmeye mecbur kalması da ayrıca anlamlı olabilir.

Erdoğan, Türk medyasındaki yolsuzluk iddialarına çok sert tepkiler gösteriyor, ki nitekim eleştiriye tahammülsüzlük son zamanlarda AK Parti'nin karakteristik özelliklerinden biri oldu. Eleştiren gazetecilerin akreditasyonu iptal edilirken medya patronlarına da doğrudan saldırılarla Erdoğan medyayı fiilen oto sansür yapmaya zorluyor. 2005 Ekiminde, önceden açıkladıkları hedef üzere AB katılım müzâkerelerine başlamak için bir dizi liberal reformla ileri atılan AK Parti hükümeti anlaşılan o ki, oluşturulmasına katkıda bulunduğu "daha açık" toplumun bazı yönlerinden hoşnut değil. AK Parti ayrıca, AB'nin bireysel özgürlüklerle, Kürtler ve Kıbrıs gibi hassas meselelerde atılmasını beklediği adımların içerideki maliyetini karşılamaya gönülsüz de olabilir. Anayasa Mahkemesindeki kapatma davası, AK Parti'nin reform süreci ile AB'ye olan ilgisini yeniden canlandırmıştı, zira kendisi için uluslararası destek toplamaya çalışıyordu. Ancak kısa sürede bunun, kapatılmanın dış maliyetlerini artırmak için taktik bir hamle olduğu anlaşıldı. Örneğin, Erdoğan yakın tarihli bir konuşmasında, AB'nin Kıbrıs konusundaki taleplerinden şikâyet ediyor ve şöyle diyordu: "Kopenhag ve Maastricht kriterlerini yerine getirdik. Eğer bu iş olmayacaksa söyleyin biz de bilelim, ki yolumuza devam edelim; bunları da yeniden adlandıralım, Ankara ve İstanbul kriterleri diyelim."


Ekonomik Gerileme

AK Parti Kasım 2002'de acil bir IMF programıyla kurtarılmış sendeler vaziyette bir ekonomiyi devraldı ve söz konusu programı uygulamaya devam etti. Türk ekonomisi sonraki beş yıl içinde etkileyici bir biçimde iyileşmesini, IMF bağlantısıyla olduğu kadar AB'ye katılım sürecine girmenin avantajlarına da borçludur. 2003 ile 2007 yılları arasında ortalama yüzde 6,7 oranında yıllık büyümenin eşliğinde uzun vadeli doğrudan yabancı yatırım 1,8 milyar dolardan 21,7 milyar dolara, kişi başına düşen gelir ise 3.383 dolardan 9.333 dolara erişti. 15 Ekim 2007'de 58.231 puana ulaşan borsa da yükseldi. Faiz oranlarının ve Türk lirasının yüksek değerleri rekor düzeyde kısa vadeli yatırım çekti. Türk ekonomisine "sıcak para" da denilen girişler, 2002 yılındaki 8.2 milyardan 2007'ye gelindiğinde 107 milyar dolara yükseldi. Bu fonlar, 2002'de 1.5 milyar dolar iken Aralık 2008'de 47 milyar dolara çıkan yıllık cari açığı finanse etmeye yardımcı oldu. Türkiye'nin ihracatı 2003 yılında 47 milyar dolar iken etkileyici bir artışla 107 milyar dolara çıktı ve ithalat çok daha yüksek bir artışla 69 milyardan 170 milyar dolara yükseldi.

AK Parti'nin ekonomik iyileşme dönemindeki yöneticiliği, iktidarını sürdürebilmesine ve büyük ölçüde bu sürecin devamına dayanan bir desteği elinde tutabilmesine yardımcı oldu. Ancak hükümet, 2009 bütçesinde yüzde 4'lük büyüme öngörürken çok sayıda bağımsız analist, 2008'in üçüncü çeyreğindeki -2001'den bu yana en yavaş büyüme oranı olan- yüzde 0,5'lik zayıf büyümenin ışığında negatif büyüme tahmininde bulunuyor. İşsizlik oranı kentlerde yüzde 12'ye yükseldi ve resmen işsiz olan 2.5 milyon kişi var, ki gerçek rakamlar kesin olarak çok daha yüksek. Uluslararası mâli kriz derinleşirken kısa vadeli fonlar Ekim 2008'de 59.5 milyara düştü ve borsa 19 Kasım 2008'de, bir yıl önceki değerinin yarısı olan 21.929 puana geriledi.

Türkiye'nin IMF ile dokuzuncu anlaşmasının Mayıs 2008'de sona ermesinin ardından Erdoğan, hem Türkiye'deki özel sektör hem de uluslararası finans çevrelerince IMF ile yeni bir anlaşma yapmaya çağırıldı. Erdoğan bu çağrıya direndi ve IMF'nin, özellikle kamu harcamalarının düşürülmesi ve büyüme oranının yüzde 2 olarak revize edilmesi gibi taleplerinden duyduğu hoşnutsuzluğu dile getirdi. IMF ile ancak "Türkiye'nin ümüğünü sıkmaya çalışmamaları" koşuluyla bir anlaşma yapılabileceğini beyan etti. Mâli güçlükler çekmekte olan diğer ülkeler, IMF ile anlaşmalar yaparken Erdoğan, Türkiye'nin kendi krizinden dersler çıkarmış olması sebebiyle küresel krizin "Türkiye'yi teğet geçeceğini" ve hatta ülkenin bundan "yarar" sağlayabileceğini ileri sürdü. Nihayetinde Kasım ayı başında, Türkiye'nin küresel çalkantıdan olumsuz etkilenebileceği yönünde bilgilendirilmesinin ardından Erdoğan'ın tahminine göre, kriz "Tepe noktasına ulaşmış sonra da düşüşe geçmişti."

Kasım ayı ortalarında Washington'da yapılan G20 olağan üstü toplantısına katılmasının ardından Erdoğan, kamuoyuna, IMF ile yeni bir anlaşma lehine açıklamalarda bulundu ve "Türkiye'nin yeni bir anlaşma imzalamaya çok yakın olduğunu" söyledi. Ancak IMF ile görüşmeler, Erdoğan'ın yaklaşan yerel seçimlere odaklanmasından dolayı yavaş ilerliyor. Kamu harcamalarında kısıtlamaya gidilmemesi AK Parti'ye IMF nezdinde bir avantaj sağlayacaktır. Ancak son bir kamuoyu araştırmasında katılımcıların yüzde 82,5'i, krizin doğrudan etkisini hissettiklerini söyledi ve yüzde 52'si de AK Parti'yi bu krizi iyi yönetememekle suçladı. Erdoğan'ın bu kaçınılmaz anlaşmayı geciktirmekten ötürü mü yoksa önceki hükümetler gibi IMF'ye gitmek zorunda kalmaktan ötürü mü daha büyük bir siyasi bedel ödeyeceğini hep birlikte göreceğiz.


İleriye Bakmak

AK Parti 2009 Martındaki yerel seçimlerde büyük bir sınav verecek. İçinde bulunduğu durum ile yirmi yıl önce tek başına iktidar olan son parti ANAP'ın durumu arasında benzerlikler bulunabilir. 1989 Martında Turgut Özal yönetimindeki ANAP, iki başarılı parlamento seçiminin ardından yerel seçimlerden başarısızlıkla çıktı ve Türk siyasetindeki yerini bir daha asla kazanamadı. Eğer AK Parti geçen yılki seçimlerde elde ettiği yüzde 47'lik oyu toplayamaz veya büyük şehirlerden birini kaybederse sonuç hiç şüphesiz başarısızlık olarak algılanacaktır. Ancak Süleyman Demirel gibi zorlu bir rakibi olan Özal'ın aksine AK Parti'nin karşısında zayıf bir muhalefet var ve düşük bir seçim performansı, diğer partilerin başarısından çok kötüleyen ekonomik gidişatın olumsuz etkisinin bir yansıması olarak görülecektir. AK Parti'nin iktidara gelişini Türkiye'de 2000-2001'de yaşanan ekonomik kriz kolaylaştırdığından, partinin düşüşünü de mevcut küresel kriz ve Türkiye'ye etkilerinin hazırlaması doğrusu ironik olacaktır.

Ekonomik iyileşme sürecinde ülkeyi yönetmek AK Parti için görece kolaydı. Ancak büyümedeki düşüş dolayısıyla AK Parti hükümetinin ekonomi yönetimi konusunda güvenilirliğini ve popülaritesini sürdürmesi kaçınılmaz şekilde zorlaşacaktır. Ufukta AK Parti egemenliğinin sonu görünmese de, CHP ve MHP'nin, yetersizliklerine rağmen, iktidar partisine verilen desteğin giderek aşınmasından faydalanmaları muhtemeldir. Ancak 2001'de Erdoğan ve arkadaşları tarafından terk edilmesinin ardından İslamcı bir parti olarak devam eden Saadet Partisi, büyük kentlerde ve güneydoğudaki Kürt seçmenler oylarını AK Parti'den çektiği için, daha fazla oy alabilir. Ekonomik çöküş, özellikle başörtüsü meselesi ve kapatma davası konusunda sergilediği güçsüz görüntünün ardından AK Parti'nin birliği ve iç uyumu açısından başka bir sınav olacaktır.

Erdoğan 2009'da ekonomiye odaklanması sebebiyle, AB'ye katılım sürecini hızlandırmak için gerekli adımları atamayabilir. Aslında, Türkiye'nin modernleşme ve Batı toplumuyla bütünleşme sürecini tamamlama çabaları açısından kritik önem taşıyan Kıbrıs konusunda bir ilerleme olmadan zaten tıkanmış olan AB süreci gelecek yıl bir durgunluğa girecektir. Böylesine bir gelişme yeni ABD Başkanı ile ABD-Türk ilişkilerinin gireceği yolun belirsizliği nedeniyle özellikle talihsiz olur. Emin olmak için AK Parti hükümeti, uluslararası siyaset arenasında, Türkiye'nin Güvenlik Konseyine seçilmesi ile zirve yapan yüksek profilini, AB cephesinde gelişme olmasa da sürdürecektir. Ancak, Türk iç siyaseti ve ekonomisi için olumsuz etkiler ile de başa çıkmak zorunda kalacaktır.

Erdoğan'ın, Türk siyasetinin son zamanlarda Amerikan karşıtı ve genellikle de Batı karşıtı eğilimlerle desteklenen daimi unsuru Türk milliyetçiliğine 2009'de da teşvik etmeyi sürdürmesi neredeyse kesin. Ancak AK Parti'nin ABD, AB ve uluslararası finans çevreleriyle uyum arayışına sahne geçmişi, partiyi, milliyetçi kanadına karşı savunmasız da bırakabilir. Diğer yandan, gelecek AK Parti için neye gebe olursa olsun, art arda iki parlamento seçimini kazanma kabiliyeti, Türk siyasetinde dinin giderek artan ve görünür hale gelen rolünün altını çiziyor. MHP'nin başörtüsü yasağının hafifletilmesini savunması ve CHP'nin partiye İslami tarzda giyinen kadınları kabul etmesi de bunu doğruluyor. Bununla beraber, AK Parti'nin hükümet olarak yaşadığı zorlukların da gösterdiği gibi, katı laik sistem ancak, dinin nüfuzuna karşı geçici bir süreliğine uyum göstermekte zorlanmaktadır, ki mevcut durum da şu ana kadar bir türlü varılamayan yeni bir ulusal uzlaşma olmadan istikrarsızlığını koruyacaktır.

24 December 2008
Bulent Aliriza | Director

CSIS Turkey Project


İngilizcesini İndir

Kaynak:
İm (Kod): Tümünü seç
http://www.csis.org/component/option,com_csis_pubs/task,view/id,5175/type,3/
Mevzuubahs olan; millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız¿? meselesi değildir. Mesele, zaten emrivâki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehâl, olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usûlü dairesinde ifade olunacaktır.

Fakat ihtimâl, bazı kafalar kesilecektir!
Kullanıcı küçük betizi
Ram
Zûlme Karşı İsyan!
 
İletiler: 8167
Kayıt: Sal Şub 20, 2007 1:06
Konum: Aç haritaya bak!

Şu dizine dön: CSIS

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x