Cumhurbaşkanı sütten çıkmış ak kaşık olmalı!
Son mahkeme kararına bakıp; Sincanda 28 Şubatta tank sürdüler tutmadı şimdi yine Sincandan bu kez, gözlerinden öpülmüş, hâkim sürüyorlar diye dudak bükemeyiz. Sincan Ağır Ceza Mahkemesi Hâkiminin kararına kötü niyetli bir karardır damgasını vuramayız.
Ben vursam.
Sen vursan.
Cahil halk vursa...
Hoş görülebilir.
Gülüp geçilebilir.
Fakat mahkeme kararına kötü niyetlidir damgasını Cumhurbaşkanı makamı vurursa başımıza taş yağabilir. Sincan Ağır Ceza Mahkemesinin Cumhurbaşkanını özel evrakta sahtecilik yapan ve Hazineden verilen halkın parasını iade etmesi gerekirken toplu buharlaştırma hareketine katılan şüpheli bir şahıstır diye işaret eden kararı yanlış olabilir. Bir bölüm hukukuçular, bu, yanlış, taraflı, peşin hükümlü karardır da diyebilirler, bir bölüm hukukçular da doğru bir karadır diye diklenebilirler ancak Cumhurbaşkanı makamı; Sincan hâkiminin aldığı karar kötü niyetlidir diyemez.
Derse!
Çifte standart olur.
***
Ve akla şu çelişki geliverir:
Türkan Saylana dokunulabilir.
İlhan Selçuka dokunulabilir.
S. Kanadoğluna dokunulabilir.
Rektörlere ve emekli generallere dokunulabilir; sabah vakti-gece yarısı demeden, bunlar kaçar mı kaçmaz mı diye düşünmeden içeri alırsın, sorgularsın, aylarca içerde yatırabilirsin çünkü Türkiye hukuk devletidir ve kanun önünde kimsenin ayrıcalığı yoktur dersin. Fakat Cumhurbaşkanına dokunulamaz diyebilir misin?
Hadi dediniz diyelim.
İçimizde aptal var ya...
Dediğinize inandık ve miting düzenleyen profesöre, rektöre, yazara, kardelenin annesine, ablasına dokunabilirsin ama milli görüşçülükten dönüşüp muhafazakâr demokrat hale geldikten sonra Cumhurbaşkanı olan kardeşimize dokunamazsın yaklaşımını size özgü adalet paradigmanızın ince filtresinden geçirip kabullendik.
***
Tamam da...
Buharlaştırma var.
Kayıp etme...
Beni bağışlayın, temsilde hata olmaz; ortada bir pislik bulunuyor. Bu pislik, halkın parasının çalınması ve siyasi tarihimize kayıp trilyon davası diye geçirilip, çalınan bu paranın bir bölümüyle yaşı şimdi 90a dayandığı için, cuma namazı çıkışında mübarek eli öpülen affa da uğramış Genel Başkanına İstanbul Boğaziçinde yalı alındığı laflarının bile çıkmış olmasıdır. Ankara Cumuhuriyet Başsavcısı H. Melih Tarı, 14. 9. 1998 tarihinde Adalet Bakanlığı kanalıyla TBMMye gönderdiği fezlekede o sırada Kayseri Milletvekili olan Abdullah Gülün dokunulmazlığının kaldırılmasını istedi.
Niçin istedi?
Bu fezleke ne diyordu?
Özetle şöyle diyordu:
Partiye Hazineden (yani halktan toplanan vergilerden) yapılan yardım Ziraat Bankası Merkez Şubesinden çekildi, 10.000.000 (on milyon) Alman Markına çevrildi, Yapı Kredi Bankasının Balgat Şubesindeki hesaba yatırıldı. Parti, mahkemece kapatılıp, bu paranın yeniden Hazineye dönmesi söz konusu olunca 10 milyon Alman Markı, 1997 başında çekildi, Alman Markından 869.300.000.00.- TLye (eski TL ile 869 milyar 300 milyon) çevrilerek partinin 71 il teşkilatına kısa bir süre içinde değişik miktarlarda makbuz karşılığı dağıtılmış gibi gösterildi.
***
Gerçekte dağıtılmadı.
Dağıtılmış gibi gösterildi.
İl başkanlarından makbuz karşılığı imza alındı, harcama belgesi olarak gösterilen faturaların 118.065.250.000.- TL tutarında bayrak, anahtarlık, çakmak, rozet, et, sucuk ve peynir satın alındı diye gösterildi fakat satıcı firmalar nezdinde yapılan incelemelerde faturaların da gerçeği yansıtmadığı belirtildi.
Para buharlaştı.
Kayıp edilidi.
Bu halkın parasıydı ve o sırada milletvekili olan Abdullah Gülün de sorumlu yöneticileri arasında bulunduğu parti kapatılınca para Hazineye geri dönmek yerine siyasi tarihe kayıp trilyon diye geçti. Zaman aşımından şal yapılmaya çalışıldı, pisliğin üstü böylece örtüldü.
Dokunulmazlığı var mı?
Yok mu?
Suçlu denilebilir mi?
Denilemez mi?
Yargılanır mı?
Yargılanmaz mı?
Hangisini istiyorsanız siz ona inanın fakat bizim Cumhurbaşkanı, temiz sütten çıkmış ak kaşık olmalıydı.
Kaynak