CUMHURİYET KARALAMASINDA BİR BAŞYAPIT!
Hadiye Yılmaz
Sevan Nişanyanın imzasını taşıyan Yanlış Cumhuriyet isimli, Atatürk ve Kemalizm Üzerine 51 Soru altbaşlıklı kitap, bu zamana kadar Atatürk ve Atatürkçülük üzerine yapılmış karalama ve çarpıtmaların neredeyse en kapsamlısı! Kitabın eksiklerini gidermek için okurlara ilk elden Taha Akyolun Ama Hangi Atatürk ve İpek Çalışların Latife Hanımını öneriyorum.
Nişanyanın kitap kurgusu oldukça ilginç. Hani bugünden düne giden filmler gibi! Milli mücadele yılları sona bırakılmış. Nispeten soft (!) sayılabilecek ya da tartışma kaldırır konular, başlara konulmuş. Okuru ısındırmak için yapılmış olmalı! İşte bunlardan bazıları; Kemalizm eşsiz mi, Atatürk demokrat mıydı, o günlerde demokrasinin koşulu var mıydı, demokrasi ileriye dönük bir hedef miydi, Harf Devrimi ne işe yaradı, Batılılaşma vb. Fakat, sayfalar ilerledikçe kitap insanın tansiyonunu fırlatacak bir hal alıyor. Kemalizmin ırkçılığından tutun da milli mücadelenin ufacık bir Yunan ordusuna karşı verildiğine; emperyalist devletlerin öyle Türkiyeyi parçalamak gibi bir hedefinin zinhar olmadığından, Sevr ile Lozanın tek farkının, Lozanın bir parça daha fazla toprak kurtarmaya yaradığına kadar bu bölümlerde sayısız dahiyane tez öne sürülüyor! Dosya sayfalarımızda Nişanyanın tezlerinden birkaçını bulacaksınız. Ve tabii bizim yanıtlarımızı da...
Sevan Nişanyanın Yanlış Cumhuriyetindeki yanlışlara, maddi hatalara, çarpıtma ve yalanlara geçmeden önce bir genel doğruyu hatırlatmak gerek sanıyorum. En çok da bir tarih kitabı yazan Nişanyana. Beğenmediğiniz memleketimizin üniversitelerinin tarih bölümlerinde ilk öğretilen şey tarihsel bakıştır. Yani olayları kendi döneminin koşulları içinde değerlendirip hükmetmek ve bugüne ne getirecekseniz onu getirmek. Yine beğenmediğiniz Mustafa Kemal Atatürk, o büyük öngörüsüyle sizin gibi tarih yazarlarına (!) şu öğüdü vermiştir: Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir. Tarih yazanlar yapanlara sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır. Şaşkınlığım bundan, mazur görün!
Fakat, bu kitabın bilimsel kaygılardan oldukça uzak, bambaşka gayelerle yazıldığı açık!
Bu girişin ardından yazıya, kitabın olağanüstü çarpıcı bölümleriyle başlamak istiyorum. Aslında bu bölümlerde öne sürülen tezler okura tanıdık gelecek ancak Nişanyanın farkı, bu konuları oldukça kapsamlı ele almış olması.
Tez 1: Türkler Kurtuluş Savaşı sırasında büyük devletlerle değil Yunanistanla savaştı!
Gerçek: Yunanistanın arkasındaki kuvvet İngiltereden başkası değildi!
Türk kuvvetleri Fransa, Ermenistan ve Yunanistana karşı savaşmıştır. Bunlardan Fransa dışındaki ikisini dünyanın en güçlü devletleri ve orduları arasında saymak mümkün değildir (s.355) Böyle bir iddia neden ortaya atılır? Basit, Nişanyan, Türk milleti, orduları, öyle sanıldığı gibi müthiş bir mücadele vermemiştir, işte hepi topu küçük bir kuvveti yenmiştir demeye getiriyor.
Peki işin aslı nedir? Süreci biraz geriden alalım, Yunanlılardan bir Yunanistan kurulmasına gidelim... Yıl 1830; fakat bundan çok önce Rusyanın girişimleri başlamıştır.
Ama başta İngilizler olmak üzere büyük Avrupalı devletlere kısmetmiş, Mora isyanıyla başlayan sürecin sonunda Avrupadan ithal bir prensin başkanlığında Yunanistan kurulur. Rusya-İngiltere çekişmesinden sonra konjonktür gereği İngiltere hamisi olur bu yapma devletin. Yunanlılar da Venizelos döneminde, Balkanlarda ve Anadoluda İngiliz askeri olarak onun politikalarını yürüten baş aktör olur. Koskoca İngiliz ordusu neden böyle bir şeye ihtiyaç duysun ki? Duyar çünkü, bütün askeri gücünü Kuzey Afrika, Kanal, Ortadoğu ve Hindistana yığmıştır, öte yandan evinde İrlanda sorunuyla uğraşırken gücü zayıflamıştır. Bu bilgileri dönemin yerli gazetelerinden ve Times, New York Herald, Le Temps gibi Batılı gazetelere yansıyan İngiliz Parlamentosu haberlerinden aktarıyorum. Yunan-İngiliz komuta heyetleri arasındaki işbirliğinden, büyük para yardımından elbise yardımına varan ciddi lojistik desteğe ya da Ermeni, Rum, Çerkes, Süryani ve Kürt gibi İngilizler tarafından ayaklandırılan, silahlandırılan adı azınlık olsa da ciddi asker gücüne sahip öğelerden bahsetmiyorum bile. Bu bilgiler için ise referansım devlet arşivlerimizde bulunan vesikalar ve İngiliz Dışişleri arşivindeki belgeler. Bunlar için de İngiltereye kadar gitmeye gerek yok, Salahi Sonyel gibi kıymetli tarihçilerimiz vakti zamanında yayımlamışlar bu belgeleri.
Tez 2: Batının Türkiyeyi sömürgeleştirme amacı gâvur düşmanlığından kaynaklı bir paranoya!
Gerçek: Batının Anadoluyu paylaşım planları 14. yüzyıla kadar gidiyor!
Batı ülkelerinin değişmez emelinin Türkiyeyi sömürgeleştirmek, parçalamak (...) olduğuna ilişkin yaygın inancın kaynağını Türk kültüründeki geleneksel gâvur düşmanlığı söylemiyle beslenen milliyetçi ideolojinin saplantılarında aramaktan söz ediyor Sevan Nişanyan.(s.362) Hadi, Ekim Devriminden sonra ifşa edilen gizli antlaşmaları bir kenara bırakalım, sadece Romanyanın İstanbul elçisi Djuvaranın Avrupanın çeşitli arşivlerinde çalışma yaparak ortaya koyduğu Anadolunun paylaşımına dair 100 planı nereye koyacağız? Üstelik bu planların başlangıç tarihi 14. yüzyıl. Gerçi bir gâvur düşmanlığı varsa, 14. yüzyıldan 20. yüzyıla bu düşmanlığın gelenekselleşmesi için yeterli bir süre aslında! Oysa Nişanyana göre, Avrupa devletleri bu güçlü ülkeyi aralarında paylaşmaya kalkarlarsa kendi içlerinde sorun yaşayacakları için paylaşmaya yanaşmamışlar bile! Bilakis Osmanlının Rusyaya karşı ayakta kalmasını istemişler. Buna rağmen Osmanlı devleti dağılmaya devam etmişse bunun nedenini Batılı emperyalistlerin oyunlarından çok Osmanlının dokusunun zayıflığında aramak gerekmiş. (s.365) Bir Batı ve Rusya çekişmesi olduğu sır değil. Söz konusu Batı politikası da bir keşif değil. Hatta Avrupalıların Türkiyeyi paylaşmak hususunda bir türlü anlaşamadıkları da. Fakat, Rusya ortadan kalktığından itibaren, 1917den sonra, İngiltere ılımlı(!) siyasetini terk ederek Anadoluya hâkim olma mücadelesine girişmiş, Fransa ve İtalya ile hatta Yunanlılar ve Ermenilerle çeşitli ihtilaflar yaşayarak en mükemmel paylaşma planını ortaya koymaya çalışmıştır. Bir dizi konferans, ardından Sevr... Malum, bir türlü gerçekleşememiştir paylaşım planları. Nişanyan haklıdır, bunda işgalci devletlerin toprakları üzerinde bir türlü mutabakata varamamış olmasının payı büyüktür. Ancak planların varlığı tartışmasızdır; Türkiyenin paylaşım planlarını çeşitli zamanlarda gösteren haritalar hem Türk hem de Batı arşivlerinde mevcuttur.
Tez 3: Sevr ile Lozan arasındaki fark küçücüktür. Sadece kaybedilen toprak miktarı değişmiştir!
Gerçek: Yazarın küçük fark dediği, Türkiye Orta Anadolunun küçük bir kısmına hapsedilecekken bugünkü Misakı Milli sınırlarının çizilmiş olması ve tam bağımsızlığın kazanılmasıdır!
Türkiye için en kötüsünü temsil eden Sevres antlaşması ile en iyilerinden birini temsil eden Lozan antlaşması sadece kaybedilen arazinin miktarı ve uygulanacak kısıtlamaların niteliği açısından farklılık arz eder. (s.397)
Kaybedilen arazinin miktarını küçümsemenin saçmalığı, herhalde savaşların zaten bu araziler için yapıldığını hatırlatmakla anlaşılabilir! Ve tabii Sevr ile sadece Orta Anadolunun küçük bir kısmının Türklere bırakılmışken, Lozanla bugünkü vatanımızda tam bağımsızlığımızı elde etmiş olduğumuzu yinelemek gerek. Ve Nişanyan ekliyor, dolayısıyla Milli Mücadele olmasa da Türkiye bağımsızlığını kaybetmezdi(s.397) Nişanyana sormalı, Türkiye bağımsız mıydı ki, bağımsızlığını kaybetmezdi diyorsunuz! 1830 Balta Limanı Antlaşmasıyla başlayan süreçte İngilizlere kolumuzu kaptırmadık mı? Fransız, İngiliz ve Almanlardan alınan borçlar neticesinde, memleketin maliyesinin ana kalemi pek çok vergi hakkını yabancılara hibe etmek zorunda kalmadık mı? Düyunu Umumiye ile maliyemizin idaresini tamamen Batılı devletlere terk etmedik mi? Mondros Mütarekesinden sonra başkent İstanbul ve Anadolunun her köşesi işgalci kuvvetlerinin çizmesi altında ezilmedi mi?
Tez 4: Türkiye 1923ten sonra Bolşeviklerle dayanışmayı sonlandırdı!
Gerçek: Oysa 1935 yılının I. Sanayi Planı Sovyetlerle ortak hazırlanmıştır. 10. yıl kutlamalarında, Cumhuriyet Halk Fırkasının açılışında yapılan konuşmalarda iki ülke arasındaki dostluk sürekli vurgulanmıştır.
Kitabın başındaki nispeten soft (!) konulara geçelim derseniz ilk sorudan başlayabiliriz: Kemal Atatürk, dünyada eşi olmayan bir siyasi anlayışın temsilcisi midir? Nişanyanın yanıtı: Stalin, Hitler, Musolini, Ahmet Zogo, Franco vb. gibi Kemal Atatürk de bir diktatördür. (s.23-29) Peki hepsi yıkıldı da o niye yıkılmadı? (s.37) Daha insancıl, daha dikkatli (ne demekse!), uzlaşmacı, barışçı olduğundan ama bunlar yetmez milli mücadele yıllarının Bolşevizm politikasını terk etti, İngiltere ve Fransa ile yakınlaştı.(s.37-38 ) Nişanyan olağanüstü bilimsel bir değerlendirmeyle(!) dönemin tüm liderlerini bir çuvala koyuyor, yanlarına da Atatürkü atıyor. Ama Atatürk daha insancıl. Tabii bu yetmez bir de Batıya yaklaştı. Oysa Batılılaşma bahsinde okuyacaksınız ki, Batıya yaklaşma adına Atatürk bir iki şekilcilik yapmış; harfi değiştirmiş, şapka taktırmış, takvim almış! (s.219-253)
Bu vesileyle bir bahsi daha açalım; Atatürkün Sovyetlerle yakınlaşma politikası 1923ten sonra terk edilmiş değildir. Milli mücadele yıllarındaki bu yakınlaşma pragmatizmden ibaret bir siyaset de değildir. Nişanyan, Taha Akyol gibi 1923ten sonra Atatürkün yazdıklarında, söylediklerinde tek bir Bolşevizm lafı geçmemesinin bu iddianın ispatı olduğunu düşünüyor olmalı.
Sayın Akyol üstelik, içinde bulunduğum ve 10 senesini tamamlamış bir ekibin hazırladığı Atatürkün Bütün Eserlerine atfen bu iddiayı dillendiriyor. Bolşevizm sözcüğünün kitap ciltlerinin dizininde bulunmaması, bir devletin politikasının değişmiş olduğuna nasıl kanıt gösterilir? Ciltlerin içindeki belgeleri okumak bu iddianın sığlığını kuşkusuz gösterecektir. Kaldı ki, yine ciltler dikkatle okunursa görülecektir ki Atatürk için Bolşevik olmak diye bir mesele hiçbir zaman söz konusu olmamış, O ve kurmaylar, devrimlerin taklitle değil kendi ülkelerinin koşullarına uygun olarak yapılmasını öngörmüşlerdir. Öte yandan her fırsatta Ekim Devriminin başarısından söz ederek çeşitli uygulamaları örnek almışlardır. 1933 I. Sanayi Planının Sovyetlerle ortak hazırlandığı, ya da Sovyet yetkili Voroşilofun sıcak Türkiye seyahati, 10. yıl kutlamaları ya da Cumhuriyet Halk Fırkası açış konuşmaları vb. bu durumu gözler önüne sermek için kâfidir. Fakat doğru, Atatürkün Bütün Eserleri 10 yıllık çalışmanın sonunda ancak 1930 yılına ulaşabildi. Sonraki yılları bulmak elbet okurlarımız için henüz mümkün olamadı...
Tez 5: Atatürk rejimi demokratik değildi. Saltanat ve hilafet kaldırılmasaydı bugün demokrasi sorunu diye bir sorun olmazdı!
Gerçek: TBMMnin varlığı, muhalefet gruplarının oluşmuş olması, kadınlara oy hakkı tanınması gibi çeşitli demokratik uygulamalar bu tezi çürütmeye yeter. Ancak gerek yok, Nişanyan zaten monarşinin demokratik hukuk devletinin garantisi olabileceğini söyleyerek ve ardından hilafeti de savunarak kendi tezini kendisi çürütüyor...
Demokrasi ve Atatürk bahsine gelelim...
Atatürkün kurduğu rejim demokrasi miydi? Hayır, değildi, çünkü yapılmış olan şeyler halkın yararına da olsa demokrasilerde yapılacak şeylerin yararlı ya da zararlı oluşuna halk karar verir. (s.41)
Halk karar vermiyor muydu? TBMM var ama? Hayır, vermiyordu, TBMM Atanın diktası altında kararlar alıyordu!
Kadınlara oy hakkı tanınması demokrasi yolunda atılmış bir adım değil miydi? Hayır, çünkü siyasi iktidarın mutlaklaşmasına set çekmeye yaramadı.
Ama muhalefet olmuş zaman zaman. Hayır, İkinci Grup, Terakki Perverler ve Serbest Fırka gerici denilip ezildi. Oysa onların karşı olduğu, muhalefet ettiği tek şey bir kişinin iktidarı, diktası (yani Atatürk) idi.
E, böyle olunca milli egemenlik ilkesi göstermeliktir, milli egemenlik olmayınca da demokrasiden bahsedilemez!
Aynı kalemin sahibi üstelik aynı kitapta, bu sefer monarşik rejimlere methiye düzüyor: Monarşi, siyasi diktatörlüğe karşı, siyasi gücün kontrol dışına taşmaması için etkili bir engel teşkil edebilir. Dolayısıyla demokratik hukuk devletinin önemli bir güvencesini oluşturabilir (s.98 ) İşte bu nedenle Nişanyan, Atatürk diktatörlüğüne karşı koymanın tek yolunun, saltanatın ve hilafetin yaşatılmasından geçtiğini söylüyor! (s.99 vd.) Türkiyede, günümüze varan demokrasi sorunu saltanat ve hilafet yaşatılsaymış olmazmış!
450 sayfalık kitapta yer alan her iddiaya cevap vermek sanırım yeni bir kitabı gerektiriyor.
Aslında bütün iddiaların Nişanyanın Atatürkle ilgili algısından beslendiği anlaşılıyor. Nişanyan, Atatürk için bakın ne diyor: Kuşaklar süren kulluk edebiyatının tahribatına rağmen Kemal Atatürkün kişiliğinde hâlâ övgüye değer bazı özellikler bulmamak elde değildir. Kültürü kısıtlıdır. Dünya görgüsü Selanik ve Sofyanın batısına geçmez.
Bu algının bir tarihçinin, bir bilimadamının dimağından çıkması mümkün değil. Dolayısıyla, Nişanyanın kitabıyla hedeflediği gaye ve bu gayenin kimlerin yararına olacağı, zihinlerde kocaman bir soru işareti bırakıyor!
Hadiye Yılmaz
http://www.remzi.com.tr/kitapGazetesi.a ... &sayfaNo=1