“Demokratikleşme” lafazanlığı… / E. Fuat TEKÇE

“Demokratikleşme” lafazanlığı… / E. Fuat TEKÇE

İletigönderen Türk-Kan » Pzr Eyl 05, 2010 16:39

“Demokratikleşme” lafazanlığı…

Altmış yıl önce Türkiye’de şaibesiz ilk serbest genel şeçim yapılmış, 27 yıldır CHP’de olan iktidarı DP devralmıştı.

Adına “Beyaz İhtilal” denildi. Ya sonu?

Oyların rengi aynı akşam belli olmaya başlayınca, o zamanlar daha küçük Ankara’nın bazı kenar mahallelerinde teneke çalınmış, çığlıklarla havaya şarjörler dolusu silâh atılmıştı.. Neymiş efendim? Meğer ülkeye “demukraasi” gelmiş de, artık “demukraasi” varmış.

Demokrasinin lâfla geldiği ülkeye eyvah ki ne eyvah! Onun için de bu hâldeyiz ya!

O günlerden beri ağızlarda sakız gibi çiğnenen demokrasi sözcüğü dilimize persenk oldu.

Sağı da, solu da, ortası da, ma’şallah herkes demokrat.

“Referansımız İslam’dır!” diyen din merkezli muvafıkı, yani bugünkü iktidar kendine göre, işine geldiği gibi “demokrat!”. Onun “hem Müslüman, hem laik olunmaz! Ya Müslüman olacaksın, ya laik” avazıyla göndermede bulunduğu muhalifi de demokrat!

Altmış yıldır ağırlıkla iktidar ve ikbal için politikada yaşanagelen, „şark“‘a özgü, kısır “sendin bendim” atışma ve çekişmelerinin sonuçta yolunu döşedikleri dört askerî müdahaleyle yaradana sığınır türünden darbedilmiş demokrasiyi hamdolsun kimseciklere bırakmıyorlar.

Hem de, Kasım 2002’den bu yana ülkenin baş sorumlusunun “elhamdülillah şeriatçıyız”, “… bu demokrasi amaç mı olacak, yoksa araç mı olacaki? Bize göre demokrasi hiçbir zaman amaç olamaz” ve dahası “demokrasi bir tramvaydır, istediğimiz durağa gelince ineriz” diyerek siyasî kimliğini yıllar öncesinden açıkça belirtmiş olmasına rağmen. Bir deşseniz, kelam sicilinde daha neler de var neler?!

Âdeta bir emekliler kulübünün üyeleri olan ya hayat boyu muhalifler? Hani şu gûya sosyal demokrat ve milliyetçi muhalifler? Onlar da demokrat! Ama parti içi demokrasiyi -sanki ülkenin kaderi imiş gibi- maalesef yıllardır başkan sultasına boyun eğerek! Oysa, Atatürk’te gözlemlenen bilenlere danışma erdemi ile Atatürk’e mazhar olmuş halkın onayından kaynaklanan otorite başka, „pazar çığırtkanı“’nı çağrıştıran muhalefet retoriği artık kanıksanmış başkanlar başkadır.

Kısacası, ellerinde birer dev aynası, iktidarı da muhalefeti de, ceylan derisi koltukların verdiği rahatlıkla hani neredeyse “ben bilirim, bildirirm; benden başka bilen yoktur” havasındalar! Ama bu arada imam da bildiğini okuyormuş. E‘zaten „Istanbul’un imamıyım“ dememiş miydi? Varsın okusun. Sonuçta muhalefet de şimdiye dek lafla alış verişte görünmüyor muydu? Nitekim, hemen ertesi gün düzeltilmesine çalışılmış olmakla beraber referandum sürecinde - nihayet „genel af“ deyiverildi; hani ya fare kapanındaki peynir misali…

Onlar öyle de peki ya halk? Ne halkı? O, dört yılda bir oyunu verip seçmiyor mu? Seçiyor! Eh o zaman daha ne? Ne istiyor?

Şu hâlde seçme hakkı ve oy, halkın „sus“ payı. Nitekim, Sayın Başbakan Erdoğan Istanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı iken egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olmasını „…koskoca bir yalan“ olmakla nitelendirmiş ve „sandığa giderken milletindir“ demişti. Demek oluyor ki seçim kazanıldıktan sonra meydan boştur ve siyasetçi sözüm ona „millet adına“ artık istediğini yapabilir. Yapıyor da!

Bu durum neden böyledir? Neden yurtta bütün katman ve kesimleriyle gerçek egemen olması gereken millet, siyasal erkin birkaç kişinin elinde toplandığı bir yönetimin keyfine kalır? Neden altmış yıldır demokraside sağlıkla yol alamıyoruz?

Bütün sorun, toplumun eğitimi sorunudur - topyekûn eğitim! Ama gelin görün ki niteliğine „millî“ denilen eğitim, devletin ve onu yönetenlerin birincil sorumluluklarından biriyken her ne hikmetse adım başı özel dershâneden geçilmiyor. Türk Eğitim Derneği’nin Mayıs ayındaki son araştırmasına göre Türkiye’de hâlen 3357 genel liseye karşılık velilerin yılda 16 milyar 700 milyon TL ödedikleri 4193 dershâne var. Emekli maaşı ile insan gibi yaşanılamayan, fakirliğin gittikçe yaygınlaştığı ülkede dershanenin yıllık 2 ile 8 bin TL arasında değişen ücretini bulup buluşturup ödeyemeyenlerin çocukları için bu ülkede gelecek yok demektir. Sözün özü şu ki devletin eğitim politikası ilk dershânenin açıldığı 1984‘ten bu yana adım adım çökmüştür. Siyasetçinin dilinden düşürmediği hizmet ve kalkınma herhâlde bu olmasa gerek!

Batı büyük bedeller ödediği rönesans, reformasyon ve aydınlanma çağları gibi sanatta ve yaşamda, dinde ve bilimde kökten devrimci atılımlarla son altıyüz yıldır ister istemez eğitilegelmiş olmakla beraber yine de demokraside kusursuz ve mükemmel değidir. O da utandırıcı açıklar verir ve veriyor da!

Hem de –önceki bir yazımda değindiğim gibi- nüfusu 300 milyonu geçen ABD’de beşikten mezara kişi başına düşen “evrensel” eğitim yılı hâlen 10, 500 milyonluk AB’de ise 11 yıl olmasına karşın! Hatta, benlik ve kültüründen en ufak bir taviz vermeksizin batı uygarlığının zirvesine ulaşmış 100 milyonluk Asya ülkesi Japonya’da 13 yıldır.

Ya 72 buçuk milyonluk Türkiye’de? Nüfusun, %46,1’ini ilkokul, %7,4’ünü ortaokul, %7,8’ini lise ve ancak %3,2’sini yüksek öğrenim düzeyinde eğitim alanlar oluşturuyorlar. Hiç eğitim almamış olanlar da var. Onlar da %19,6 düzeyindeler. Bu durumda Türkiye’de kişi başına düşen eğitim süresi ne yazık ki yalnızca 3,4/3,5 yıldır.

Durum böylesine ağlamaklık iken referandum propagandasında hâlâ mı demokrasi ve özgürleşme lafügüzafı a canlar?!

Daha mı yönetimlerden yakınıyor, şikâyet ediyoruz? Bu gidişle henüz edeceğiz de! Ama şu gerçeği de kafamıza nakşedelim ki lâfla olmayan demokrasinin nicelik ve niteliği hem toplumun eğitim düzeyi hem de yönetimin ve yönetenin -günümüzde vizyon denilen- ancak ve ancak ufuk derinliği ile ufuk genişliği kadardır. Zırnık fazlası değil!

Dünyası küçük ve -güç uğrunda din ya da para gibi- tek kutuplu olan insanın ufku da dar ve sığdır. Bu sığlıkta sırıtan ve referandumda gerekçe olarak gösterilen“demokratikleşme ve özgürleşme” hedefi de ağıza çalınan bir parmak baldır. Avam ağzıyla, yersen tabii…

Diyelim ki „evet“ çıktı ve -olacak iş değil ama- yine diyelim ki o sayede ülke de sihirli bir değnek değmiş gibi demokratikleşip özgürleşti. Âlâ, âlâ da, sırf muhalif kitâp ve makâle yazdıkları için şunca zamandır Silivri’de hüküm giymeden tutuklu bulunan Ergün Poyraz, Mustafa Balbay, Tuncay Özkan özgürlüklerine kavuşacaklar mı? Oysa, AKP iktidarının üyeliğimiz için geçmişte olmadık cambazlık yaptığı bugünkü AB sınırları içersinde gazeteci, yazar, çizer ve düşünürün yazısından, çizisinden ve düşüncesinden ötürü içeri atılıp da susturulduğu rejim türü Franco, Mussolini, Salazar ve Hitler faşizmiyle birlikte tarihin çöplük bölümüne gömülmüştür. Şu hâlde, yazıya dönüştürülen düşüncenin keyfî olarak belirsiz süre hapse atıldığı bir ülkede hangi demokratikleşme ve özgürleşmeden, hangi AB normlarından bahsediliyor Allah aşkına, lütfen söylerler mi? Ve çok ilginçtir, bize ikide birde insan haklarından söz eden AB de dilini yutmuş, susuyor.

İktidara yakın çevreler soruyorlar ya da sorduruyorlar: „Hayır çıkarca anayasa değişiklik paketinin yurtdaşa getireceği kazanım ve özgürlükler bir daha ne zaman sağlanacak?“

Yanıt: Yaklaşan genel seçimler sonucunda ülkede her zaman için tek egemen olan milletin oyuyla iktidara gelerek yürütme erkini yalnızca bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti ile Türk milletinin çıkarları yönünde kullanacak; Türk vatanının, Türk toplumunun ve o toplumdaki her soydan yurtdaşın gönenç ve mutluluğu için politika yapacak millî kimlik ve kişilikli yeni bir hükûmet zamanında ve millî mutabakattan doğacak, iç hukukun evrensel hukuk ilkeleri ile uyumlu olduğu çağdaş, demokratik, baştan sona yepyeni bir sivil anayasa ile! Bizim böyle bir anayasaya gerçekten ihtiyacımız var, yamalı bohçaya değil! Hele hele o bohçaya göz boyamak için yapılmak istenen, parlağından yirmialtı adet yeni yama arasına iki tâne de adâletin yapısıyla ilgi kurnaz ve cin fikirli yama kasıtlı olarak sıkıştırılmak isteniyorsa. Hani kuruların arasına konulan yaşın da öbürleriyle birlikte yandığı gibi!..

Ve yandaş tv kanallarından yansıyan çok mu çok önemli bir “son dakika haberi”’nin gözler önüne serdiği rezâlet:

Ankara’da iktidara yakın „10 Platform Derneği“‘nin açık havada yetmiş bin kişiye vediği toplu iftar yemeğinde oruç açan iki tanunmış simâ yan yana: Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan ile Ankara Büyük Şehir Belediye Başkanı Bay Melih Gökçek! Onların ve herkesin önündeki iftar paketi kutusunun üzerinde de iri punto ile yazılmış kıpkırmızı, kocamaannn bir “EVET”!

Söylemek her ne kadar abest ise de, ALLAH rızası için oruç tutulur. Toplu iftar yemeği İslâm’ın öngördüğü müslümanlararası kardeşliği insana anımsatıp pekiştirmenin sevâbı için verilir. Dinsel yaşamdaki gelenek ve göreneklerimizi referandum uğrunda zaten çoktandır kirletilmiş siyâsete daha da bulaştırmak için değil! Bulaştıranları YÜCE ALLAH’ın her yerde ve her zaman tecelli eden ilahî adâletine bırakmak en iyisidir. Çünkü, müslümanın da hürmet ettiği Tevrat ve İncil’de Rab kullarını uyarırcasına “intikam benimdir. Karşılığı ben vereceğim” der.

Uyanalım artık ve anamızın ak sütü gibi helâl yurtdaşlık hakkımızın nihâyet bilincine varalım.

Olmaz olmaz demeyin. Tuzu kurular bir yana, bir, üç, beş derken, bir de bakarsınız ki yurtseverler toplanıp millet bir araya gelivermiştir.

Madem ki “şark” kurnazlığıyla siyâsete bulaştırılıp seçim kampanyasına dönüştürüldü, o zaman referandum böyle bir yurtseverlik ve millî bilinç için bulunmaz, kaçırılmayacak fırsatıdır.

Esâsen, Aziz Nesin haklı mıymış, haksız mıymış?, göreceğiz bakalım…




E. Fuat TEKÇE, 3 Eylül 2010 - Güncel Meydan
Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir.

Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Kullanıcı küçük betizi
Türk-Kan
Kuvva-i Milliye
 
İletiler: 6735
Kayıt: Pzt Şub 19, 2007 20:56

Şu dizine dön: E. Fuat TEKÇE

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x