
Acıların yıldönümleri, acılar tazelenerek anılır. Acılar, unutmamak için anılır. Acıları anmak, yitirilenlere saygıdır, yitirdiklerimize gösterilen değerdir, onlara sevgimizdendir acıları yıldönümlerinde anmak. Doğum günü, düğün bayram günü, ulusal kurtuluş günü, düşmanın bize karşı yenilgi günü, ulusal bir başarı günü, tarihimizin bir önemli günü değil ki bu kutlama yapılsın, açılış yapılsın, böyle bir gün iktidarın gövde gösterisine neden olsun…
Bizde olur.
Üstelik böyle bir günde başka bir ülkenin iç savaş acıları konuşulur, iç işlerine karışılır…
Bugün Bursa’da yapılan, “Kentsel Dönüşüm” ün üçüncü etabıymış. Üçüncü etabın startı verilmiş. Sanki Türkçemizle bu basit iki sözü anlatamayacaklar. Etap sözü yetmemiş, bir de start sözünü kullanmışlar. Başlangıç dense, başlama dense olmaz. İşin büyüklüğü, gösterişi kalmaz yoksa… Gazeteler aynı böyle yazmışlar. Aşama, bölüm, kısım diyeceklerine etap. Eh, normal, çağ atlıyoruz ya… Ortaçağa , eskiye, geriye dönüş atlaması…
Bir de müjdesi varmış iktidarın. O konuşulan yerdeki ( Bursa) binalar kibrit kutusu gibi olmayacakmış. Ya nasıl olacakmış? Beş kat, bir de zemin kat. Gökdelenler istemiyorlarmış. Bunlar Osmanlı Selçuklu mimarisi ile olacakmış…
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki binalarımız bizim en güzel binalarımızdır. Cumhuriyeti atlıyorlar, Selçuklu, Osmanlı’ya gelip duruyorlar. Seksen yedi bin bilmem kaç yüz bina yakılacakmış. Dile kolay seksen yedi bin küsur. Mimarileri de Osmanlı olacak!
Durumumuza el âlem neresinden güleceğini şaşıracaktır. Koca koca betonların kapısına tepesine bir takım numaralar yapacaklar, gülünç gülünç benzetmeler, taklitler gösterecekler. Bir de 46 ildeki yıkımlar yıkım değil diriliş olacakmış. Neyin dirilişi? Osmanlı’nın olmalı. Türk ulusunun dirilişi Ergenekon’dur. İkinci dirilişimiz Kurtuluş Şavaşıyla yurdumuzu kurtarmamız, Cumhuriyeti kurmamızdır. Kentler yıkılarak, yıkarak nasıl bir diriliş olabilir bunu anlamak herkesin kendi aklına kalmış…
Bu çağda, bir yerden verilen emirle, aynı anlayışla, aynı planlarla birbirinin aynısı evler yapılacak. Yanlış dedim ne evi? Ev bahçeli, bir katlı, olmadı iki üç katlı, toprağından kopmamış, toprakla bağlantılı yapılara denir. Bunlar betondan yığınlar. Eski komünist ülkelerin bile terk ettiği hep aynı yapılar, yüksek binalar olacaktır. Şimdiye dek yapılanlar yapılacakların teminatıdır ona bakarsanız… Üstelik bunlar Osmanlı Selçuklu mimarisi ile olacakmış… Sanki sıradan ev yapımında, Türk toplumunda böyle bir mimari hiç olmuş gibi. Saray, han, hamam, kervansaray, köprü, cami, medrese dışında Osmanlı’nın nasıl bir ev mimarisi varmış bilen meslek ustaları konuşsunlar… Biz hiç duymadık da… Bizim bildiğimiz eski Türk evleridir. Yörelere göre, yörelerin doğasına, iklimine göre değişen Türk mimarisidir. Cumhuriyetle başlayan çağdaş yapılaşmadır…
Kentsel dönüşüm denilen bir hareket, insanlarımızın betondan aynı tip, yüksek, büyük yapılara itiş kakış doldurulmasına çalışan, kentlerin tarihi dokusunun yok edilmesine, gelir getiren alanlarının yağmalanmasına, kentlerin kendine has özelliklerinin bozulmasına yol açan bir siyasi- parasal çark ülkeyi ele geçirmiş…. Bir padişahlık kurulmuş. Daha geçen gün gazetelerde okuduk, bunların taşeronları çıkar hesaplaşması için birbirine girmişler, silahların çekilip işçilerin tarandığını yazdı gazeteler. İnşaatlarında çok sayıda işçinin can verdiğini, en çok iş kazalarının bu inşaatlarda olduğunu yazdı yine gazeteler. Bir de bu inşaatlar ekonominin can simidiymiş. Üretime, yeni fabrikalar kurulmasına, üretimle kalkınmaya önem verilmeyen ülkemizde ekonomiyi bu inşaatlar kurtarıyormuş, canlı tutuyormuş. En az ücretle, kiralık işçi olarak çalışacak binlerce kişi… Bütün bunları da destekçilerin hayır dualarıyla başaracaklarmış…
Depremle binaların yıkılıp yirmi binden fazla kişinin yaşamını yitirdiği, yüz binlerin yaralandığı, sakat kaldığı böyle bir acılı günde, ayrıca bina yıkma gösterileri yapılıyor. “Ya Allah bismillah !” diye…
Güç gösterileri, tek adam gösterileri…
Kendi acılarımızı unutmuş gibiyiz. Çoğu gazete tek satır bile söz etmedi bugünden. Acılardan ders almak acıları unutmamakla mümkündür.
Deprem nasıl bir felakettir? Nasıl bir yıkıma uğramadır? Nasıl bir acıdır?
Bunu anlamak için o acıları yaşayanları dinlemeli. Aynı acıları içimizde duymalı…
17 Ağustos Marmara Depremi’nin on dördüncü yıldönümüydü bugün.
O günlerin haberlerinde duyduğum, etkilenerek kaleme aldığım üç öykü aktaracağım size. Geçen yıllarda da bunlara benzer başka öyküler anlatmıştım.

“Kayıp Aranıyor” da oğlunu çalışmaya gönderdiği kentte depremde kaybeden bir babanın öyküsü var. Günlerce enkaz başından ayrılmayan bir babanın dilinden bu acılı ağıt.
“Üç Gün Göçük Altında” öyküsü yirmi beş günlük bir askerin, Mesut’un öyküsü. Yatakhane, uyuyan askerlerin üzerlerine yıkılıyor.
“Bir Tanem Uyur Gibi”, dört yaşındaki oğluyla evde tek başına depreme yakalanan bir annenin anlattıkları.
KAYIP ARANIYOR
Oğlum depremden beri kayıp,
Oğlumu aramaya geldim.
Bulamazsam anasına ne diyeceğim!
*
Bakın, bu benim oğlum.
Asker traşlıydı, dost bakışlı,
Uzun boylu, yakışıklı yiğitti…
Yeni gelmişti buralara garibim, çalışmaya.
Kaldığı ev çöktü dediler, yerini de gösterdiler.
*
Bir hafta başında bekledim çöküntünün,
Gelen ekiplere yalvardım.
Canlı var burada, ses veriyor oğlum,
Gelin, kurtarın, kurbanınız olayım, dedim.
Ses duyduğum yok ya, bir umut benimkisi.
Baygındır belki, sesini duyuramıyor,
Belki bir oyuk bulmuştur soluklanacak, çok derindedir…
*
Herkes böyle söylüyor, yardım ekiplerine yalvar yakar oluyor.
Enkaz kaldıran çekicileri paylaşamıyorlar.
Onları kendi enkazına çağıran çağırana,
Bir umut kırıntısına sarılıyorlar.
*
Yaşamla ölüm iç içe geçmiş burada.
Kim canlı, kim cansız, bilme an meselesi.
Çıkan bedenlere bakabilmek en zoru,
Yan yana umut ile korku…
*
Günlerce böyle dört döndüm yıkıntılarda.
Belki bu kez oğlumdur çıkan dedim, ölü ya da diri.
Geceleri bile gidemedim, oranın kıyısında bekledim.
Sonunda makineler girdiler, haftasında.
Demiri, taşı, döküntüleri kamyonlara doldurdular.
Çıkan ölüleri de haber verdiler, alın dediler.
Oraları bir güzel temizlediler.
*
Her kaldırılan taşın altına baktım,
Oğlum çıkmadı, oğlum kayıp!
Bir fotoğrafını buldum eşyaları arasında,
Gelene geçene gösteriyorum:
*
Bakın bu benim oğlum!
Oğlum depremden beri kayıp.
Dirisini isterim elbet, ama ölüsüne de razıyım,
Onu yeter ki bulayım.
*
Asker traşlıydı, dost bakışlı,
Uzun boylu, yakışıklı bir yiğitti.
Oğlum kayıp…
ÜÇ GÜN GÖÇÜK ALTINDA
Ben, Sivas Yıldızeli’nden Mesut.
Henüz yirmi beş günlük askerdim deprem gecesinde.
Yatakhaneden sağ çıktım, üçüncü gün.
Arkadaşlarım öldüler.
*
Ranzanın alt katında yatıyordum, sarsıntıyla fırladım yataktan.
Kaçayım dedim ama nereden, pencere de, kapı da kapalıydı.
Yatağıma döndüm yeniden, birden tavan çöktü.
Yatağın yaylı oluşundan ezilmedim.
Soluksuz kaldım önce, neden sonra kendimi yere atabildim.
*
Hayaller gördüm o an, sevdiklerimi…
Nişanlımı, annemi, bana sarılmış ağlıyordu babam…
Bağırıyordu arkadaşlarım can çekişirken…
Kimi hemen öldü, besmele bile çekemeden.
İkinci güne dayananları da vardı.
Hakkını helal et oldu, İlyas’ın son sözü,
Ağzında besmelesi yarım kaldı…
*
İki gün uğraşıp bir delik açtım, bulduğum boruyla.
Bağırdım, bağırdım, yardım istedim.
Sonra duydular beni, üçüncü günde.
Sabah, gün ışırken yardıma geldiler.
Demir çubuklar çepeçevre sarmıştı çevremi,
Testere uzattılar kestim.
*
Dışarı çıkardıklarında anladım ancak olanları,
Arkadaşlarımı, tek tek can verenleri, İlyas’ı, Özgür’ü, Hüsnü’yü…
Diğerlerini, adlarını henüz bilmediklerimi…
*
Katılırcasına ağlamaya başladım.
Ağladım, ağladım…
Keşke kolum bacağım kesilseydi de,
Tek arkadaşlarım kurtulsaydılar…
Ben kurtuldum, aradan günler geçti ama,
Hâlâ kulaklarımda sesleri…
BİR TANEM UYUR GİBİ
Bir sallantıyla uyandım,
Sanırsınız yıkılıyor dünya.
Eyvah dedim, çocuğum, oğlum!
Ev yıkılıyor, ölüyoruz, bari onu kurtarayım…
*
Kapandım üzerine, kalkan yaptım bedenimi.
Sardım kollarımla onu, korudum, sakladım…
Hepsi hepsi bir dakika bile değilmiş,
Bu bitmez kıyametin.
Uğultular, gürültüler, toz duman…
Sanki durmuştu zaman.
*
Çıktık, kaçtık sonra, karanlık geceye attım kendimi.
Yavrum kollarımda, bir süre koştum.
Öptüm, kokladım, eğildim kulağına:
“Aç gözlerini yavrum, bak kurtulduk ağlama.
Hepsi geçti, aç gözlerini, konuş meleğim…”
*
Ama o ne, ne bir ses, ne bir nefes!..
Ölüvermiş bir tanem uyur gibi.
Sevmelere kıyamadığım, bakmalara doyamadığım,
Kucağımda duruyor, yaşar gibi,
Uyur gibi kapanıvermiş gözleri…
Bana bir şey olmamış, oysa onu korumuştum.
Saklamıştım, sakınmıştım, göğsüme kapamıştım…
*
Oğlum, canım, bir tanem, neredesin?
Bedenin kollarımda uyur gibi…
*
Ben ne edeceğim?..
Feza Tiryaki, 17 Ağustos 2013