Din Nasıl Kullanılıyor? / Şahin FİLİZ

Din Nasıl Kullanılıyor? / Şahin FİLİZ

İletigönderen Türk-Kan » Prş Mar 10, 2011 1:11

Din Nasıl Kullanılıyor?

Demokrasinin tüm kurum ve kuruluşlarıyla yerleşmesi beklenirken, Türkiye tarihinde çok partili döneme geçişimizin bir başka adı da ne yazık ki emperyalizmin kucağına oturmak anlamına geliyor. Yani Amerika'nın müttefik olarak kabul edilmesi gibi bir söylemin çok ötesinde, Amerika'nın istekleri doğrultusunda tasarımlanan bir toplum yapısına geçildiğini gösteriyor. Bu tasarımın temelinde de zaten dini söylemler yer alıyor. Said-i Nursi bağlılarından Zübeyir Gündüzalp'in de yaptığı gibi; kendilerini dini söylemlerin patronu olarak görenler din istismarının ilk işaretlerini daha o dönemden başlayarak veriyorlar. Diğer yandan Gündüzalp'in kullandığı 'feylesof' kavramına baktığımızda da tam bir ikiyüzlülük ve çarpıtmanın olduğunu görüyoruz. Çünkü Amerika olsun, Avrupa halkları olsun, bugün kendi toplumsal dinamiklerini felsefeden yararlanarak oluşturmuşlardır. Dini söylemi kullananların, bir yandan felsefe üzerinden kurban keserek, diğer yandan da Risale-i nurlarda felsefe okuyanları Şeytan ve namussuz ilan etmeleri gerçekten de çok büyük bir çelişkidir. Halkı aptal yerine koymaktır. Eğer batılı filozoflar İslam'ın değerini gerçekten bilmişlerse, demek ki bu tarikatlar aracılığıyla değil, felsefe aracılığıyla mümkün olabiliyor. Mademki batılı filozoflar Kuran'ı beğeniyor ve anlıyorlar, o halde siz neden en fazla bağlandığınız ve bir harfinin bile değiştirilemeyeceğini düşündüğünüz; Kuran'la eşdeğer saydığınız Risale-i Nurlardaki felsefe ve filozoflara yönelik ağır eleştirileri hala ideolojiniz olarak kabul ediyorsunuz? Bütün bunlara baktığımızda Ilımlı İslam projesinin 1945'lerde başladığını söyleyebiliriz. Bu küresel bir din istismarının Türkiye’deki izdüşümüdür. İnsanları emperyalizmin etkisine açık hale getirmenin en önemli dayanaklarından birisi işte bu din sömürüsüdür. Küresel din istismarının Türkiye’deki temsilcileri, ta o yıllardan başlayarak Cumhuriyet kurumlarını esir alacak kadar büyük bir güce ulaşmışlardır. Cumhuriyet kurumlarını esir almada onların o günkü söylemleriyle bugünkü söylemleri arasında hiç bir farkın yoktur. Çok partili sisteme geçilirken ABD desteğiyle sürece girenlerin, bugün orduyu ve yargıyı yine o emperyalistlerin yardımıyla Cumhuriyeti yıkmak üzere kuşattıklarını görüyoruz. Din Türkiye'de diğer İslam ülkelerinden daha fazla ve acımasızca kullanılmıştır. Sonuç olarak 1945'te yapılan o açıklamayla, bundan birkaç yıl önce Fethullah Gülen'in sağ kolu sayılan bir zatın "Türkiye'de Fethullah Hoca'yı' sevmeyen kimse kalmayacak, herkes Gülen'ci olacak" açıklaması, koskoca bir toplumu nasıl da emperyalizmin nesnesi olarak gördüklerinin bir göstergesidir. Halk bunun bir dindarlaşma olduğu sanısına kapılarak her ne yaparlarsa yapsınlar dindendir düşüncesiyle bunların suyuna gitmeyi Allah'ın kendilerine vermiş olduğu bir lütuf olarak görüyorlar. Bu kasıtlı bir bilgi kirlenmesidir. Bu kirlenme toplumun esaret altına alınmasına, Cumhuriyetin kuşatılmasına kadar varan sonuçlar doğuruyor.

İslam dininin batılılaştırılması şeklinde kullandığınız deyim ile dinler arası diyalog kavramı arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Dinler arası diyalog aslında bir bakıma İslam dininin batılılaştırılmasıdır. Ya da İslam'ın 'uygar' dünyanın bir parçası haline getirilmesi de denilebilir. Ilımlı İslam projesi de bunun doğal bir sonucudur. Dinler arası diyalog ya da ılımlı İslam projesinin temel paradigması şudur; bir kere İslam dininde Hıristiyanlık ve Yahudiliğe taban tabana zıt olan temel ilkelerin ortadan kaldırılmasıdır. Örneğin bunlardan birisi, Gülen cemaatinin yaptığı Hz Muhammed'i kelime-i şahadetten çıkarmaktır. Milli görüş hareketi de sonradan bu modaya uydu. Daha önce de bunu yazmıştım; kelime-i şahadette ki 'Muhammed Allah'ın resulüdür' kavramını ortadan kaldırdılar. Aynı operasyon yalnızca cemaatin kendi içerisinde değil, cemaatin büyük ölçüde etkisi olduğu siyasi iktidarın uygulamalarında da görüldü. Örneğin hutbelerde, "Allah katında tek din İslam'dır" biçimindeki ayeti de kaldırdılar.

Bu doğrudan doğruya dinler arası diyalogun hükümet üzerindeki etkisidir. Ilımlı İslam'ın biçtiği roldür. Batılılaştırılan bir İslam dininde, tek bir tanrı inancı ve Hz. Muhammed'in elçiliği söz konusu değildir. Hıristiyanlıkta tanrı kavramı kutsal üçlemeye dayanır. Hz. İsa'nın peygamber olup olmadığı da net değildir. Çünkü bir yandan peygamberdir, bir yandan oğuldur, diğer yandan da Tanrıdır. İslam'da ise bu nettir. Hz. Muhammed peygamberdir ve Tanrı da tek bir varlıktır. Hz. Muhammed'i en son peygamber olarak göndermiştir. Hatta Hz. Muhammed'in gönderilmesi, daha önceki Hıristiyanlık ve Yahudilikte tahrifata uğramış olan kutsal kitapların Kuran'la yeniden düzeltilmesi, dinle ilgili yanlış anlamaların önüne geçilmesi ve peygamberle birlikte değiştirilemeyecek bir kitap gönderilmesi şeklindedir. Böyle olunca, batı ve Hıristiyan dünya ile taban tabana zıt düşen bir dinin mensupları oluyoruz. Bu görüntüyü ortadan kaldırmak için bir entegrasyon modeli yaratıldı. Dolayısıyla dinler arası diyalog, İslam’ın batılılaştırılmasından ziyade, Hıristiyanlaştırılmasına dönüştü. Çünkü Kuran'da da çok açık ayetler var; "siz onların dinini kabul etmediğiniz sürece onlar sizden razı olmazlar" diyor.

Artık buna İslam denilmesinin de doğru olacağını düşünmüyorum. Dinler arası diyalog süreciyle beraber İslam dini bir Hıristiyan mezhebi haline gelmiştir. Ve burada kullanılan manivela da Fethullah Gülen hareketidir. Hatta yalnızca Gülen hareketi değil, bir yerde onun etkisine maruz bırakılan siyasi iktidardır da. Fethullah Gülen, siyasi iktidara bir takım talimatlar verdiği yönünde eleştirildiği zaman, "ben zaman zaman Cumhurbaşkanına, zaman zaman da Başbakan'a telefon eder kanaati acizanemi arz eylerim. Kabul buyurup buyurmayacakları kendi takdirleridir" diyor. Bu tam bir itiraftır. Bir yandan da aba altından sopa göstermektir. Hıristiyanlaştırılmış bir İslam dininin Türk toplumunda yaratacağı etki bakımından hem ahlaki çöküntüdür hem de bilimsel ve felsefi anlamda düşüncenin sürekli engellenmesidir, hem de Cumhuriyet'in kuşatılmasıdır. Bu kesinlikle eşzamanlı bir operasyondur.

AKP'nin iktidara geldiği 3 Kasım 2002 seçimlerinin hemen ardından, 2003 Ocak ayında İngiliz Times Gazetesinde yer alan bir değerlendirmede, "Büyük Ortadoğu Projesi yalnızca Türkiye'de başarılı oldu" şeklinde görüşlere yer verilmişti. Bu çok doğru bir saptamadır. Aynı tespit bugün yapılacak olsa, AKP'nin başarı grafiğinin BOP eşbanlığı gölgesinde nasıl yükseltildiği de ele alınabilirdi. Times'in bu tespiti son derece manidardır çünkü dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condolezza Rice, "Ortadoğu'da 23 ülkenin sınırları değişecek" diyordu. Zaten Başbakan Erdoğan da o dönemde kendisinin BOP'un eşbaşkanı olduğunu söylemişti. Abdullah Gül de bu sürece destek verdiğini belirtmişti. Dolayısıyla burada din perdesi arkasına sığınılarak oynanan, özelikle de İslam dinine zarar veren, zarar verdikçe de toplumun dinamiklerini ortadan kaldıran bir sürecin nasıl da aşama aşama bugüne kadar geldiğini görüyoruz. Bu aynı zamanda iç barışı tehdit eden de bir süreçtir.

AKP, AB SÖYLEMİNDEN YENİ OSMANLICILIĞA GEÇTİ

Biliyorsunuz Refah-Yol iktidarı, Refah Partisinin kapatılmasıyla sonuçlandı. Bu yapının içinden çıkan AKP'liler de Türkiye'deki dinamik güçler tarafından uzaklaştırılmayalım düşüncesiyle, AB sürecini ve batı dünyasıyla kurduğu ilişkiyi daha özenli yürüttü. Hatta bunu laik söylemleri olan diğer siyasi partilerden daha şiddetle savunmaya başladı. Batının önlerine koyduğu her türlü projeyi kabul ederek batıyı benimsemiş gibi göründüler. Hem batılılara hem de içeriye AB'ye girme projesini benimsediklerini anlattılar. Bir bakıma 'bize karşı gelen batıya karşı gelir' imajını iyice yaydılar. Aslında buna batıyı da inandırdılar. Ancak bu arada batılılara takiye yaparken, bu kez de İslam'a karşı yapmaya başladılar. Mağduriyet takiyesi yaparken, mağruriyet yapmaya başladılar. Artık batıya ihtiyacının kalmadığına, AB'nin sık dile getirilmesinin artık gerekmediğini düşünecek kadar iktidarlarını sağlamlaştırdıklarına inanmaya başladılar. Bir çeşit iktidar sarhoşluğu ve şımarıklığına kapıldılar. Ama bu arada Ortadoğu'daki İslam ülkeleriyle ilişkilere gelince AB iddiasından vazgeçtiklerini açıkça dile getirmediler ama aslına rücuyu, 'Neoottomanizm' dediğimiz yeni Osmanlıcılık hareketiyle yer değiştirmiş oldular. AB söyleminden, yeni Osmanlıcılığa geçmiş oldular. Yeni Osmanlıcılığın temel hareket noktalarından birisi de Ortadoğu'ya model olmak düşü idi. Böyle bir rüyanın peşine düştüler. Bir bakıma bunlar o kadar çok şeye sadık olmadılar ki, en fazla sadık olmadıkları, en fazla kullandıkları şey İslam dini oldu.

İSLAM'DA İNANÇ ÖRGÜTLENMESİ YOK

Hz. Muhammed’in ölümünden sonra halifelerden üçü Müslümanlar tarafından öldürüldü. İslam Halifeleri, 'biz İslam devleti kurmak istiyoruz, şeriat devleti kurmak istiyoruz' diyerek din istismarı yapan gruplar tarafından öldürülmüşlerdir. Öldürülenler de Hz. Muhammed'in en yakınlarıdır. Bunların katilleri de Müslümanlardır. Bu bakımdan düşündüğümüzde İslam düşüncesinin, daha yayılmaya başlamadan önce mezhepler arasındaki siyasi çekişme ve çıkarlar tarafından boğulduğunu görüyoruz. Buna rağmen Abbasiler'den Selçuklular'a kadar geçen zaman dilimi içinde bir İslam Rönesansı’nın yaşandığını görüyoruz. Bunu yaratan İslam sufiliği yerini, 12. ve 13. yüzyıllarda tarikatlara bırakıyor. Tarikatlar siyasetin içine girdi ve siyaseti yönlendiren bir özne olmaya başladılar. Giderek de İslam dininin tek ideolojisi olmaya başladıkları bir dönemde biraz önce söylediğiniz örnekleri yaşamaya başladık. İnanç örgütlenmesi diye bir şey olmaz. Ancak bu siyasal İslam’la birlikte çıkar örgütlenmesi halini almıştır. Zenginleşmenin adı, toplumun maddi, manevi zenginliklerini sömürmenin adı ve bu sömürü için çeteleşmenin adı tarikat ve cemaat haline gelmiştir. Böyle düşündüğümüzde de tarikatların, bırakın İslam'la olan ilgisini en sıradan ahlaki değerlerle bile bir ilişkisinin olmadığını görüyoruz. Gelinen bu nokta, İslam dünyası adına bütün birikimlerimizin ortadan kaldırılmasının ilanı demektir. Aslında şeriat ya da dine göre bir yönetim biçimi İslam'da hiç olmamıştır. Kuran, doğrudann doğruya, 'adaletle ve hakkaniyetle davranın' diyor. Durum bu kadar açıktır. Örneğin Hz. Ali'den rivayet edilen sözler vardır; Cemel vakası sonrasında verdiği hutbelerde, "içinde yaşadığınız toplumda iki tip insanla karşılaşırsınız" diyor. "Birincisi, sizin gibi inananlar, diğeri de, inanmayanlardır. Müminler sizin inançta kardeşinizdir, diğerleri de yaradılışça kardeşinizdir. Her ikisine de adil davranmak zorundasınız" diyor. Şimdi tarikatlarda böyle bir mantık olsaydı medyaya yapılan baskılar, yargısız infazlar, sonu gelmez tutukluluk süreleri, darbe karşıtlığı çığırtkanlığı bahane edilerek ona-buna atılan çamurlardan söz eder miydik? Bana göre dine rağmen bir dinden bahsediliyorsa bu mevcut İslam diniyle çatışmak anlamına gelir.

İSTİSMAR EDİLEN DİN UNUTULDU, İSTİSMARIN KENDİSİ DİN OLDU

Eğer siz yargısız infaz ve adaletsizlik yapmak istiyorsanız, insanlar hakkında iftira kampanyalarını ahlak edinmek istiyorsanız ve bu yargısız infazları 'darbecilerle mücadele ediyorum' diye savunuyorsanız, yoksullardan alıp zenginlere aktararak bunu toplumsal dayanışma gibi insanlara sunuyorsanız; bunları yapabilmek için bir tek engel var önünüzde, o da İslam diniyle çarpışmanız. İslam'ı ortadan kaldırmadığınız sürece, bununla çatıştığınız sürece bütün bunları yapamazsınız. Bunlar kendilerini, 'bizim dışımızdakiler patates dinindendir' anlayışıyla temize çıkararak istismarda sürekliliği sağlıyorlar. Bütün muhalefeti de darbeci ya da darbeciliğin sivil uzantıları olduğunu söylemeye kadar bir tekel oluşturdular. İslam'la ilgili her türlü referansı kendilerinden izin alınmadan kullanılmaması gerektiğini insanlara inandırdılar. Giderek İslam'ın yerine kendileri referans olmaya başladılar. Çünkü din istismarında, istismar edilen din unutulur, yerine istismarın kendisi kalır ve bu referans olmaya başlar. Bu referansların yanlış olduğunu söylediğiniz zaman da "tereciye tere satma" diye itiraz ederler.

MİKROFAŞİZM TÜRBANLA BAŞLADI

Mikrofaşizm, türbanla başladı. Türbanı savunanlar, “başı açık ve kapalılar bir arada yaşıyorlar, biz kimseye baskı yapmayız”, diyorlardı. Oysa türban bir simgeydi. Ben o dönemde bir inancın simgesinin olamayacağını söylemiştim. İslam dini simgelere karşı çıkar. Yani inanıp inanmadığınızı gösteren herhangi bir işaret İslam dininin mantığında yer almaz. Ama bunlar İslam istismarcısı oldukları için türbanla bu mikrofaşizmi başlattılar. İktidar her ne kadar 'başı açıkla kapalı yan yana yaşayabiliyor' dese de, medyada konuşlanmış olan iktidara akıl veren kalemşorlar; iftira atarak, Ergenekoncu diyerek insanları karalayan o kiralık kalemler, sürekli olarak bir kadının başını örtmediği sürece en hafifinden günahkârdır dediler. Profesör düzeyindekiler bile, “dekolte giyersen tecavüze uğrarsın” diyorsa, mikrofaşizm, akademik(!) tavan yapmış demektir. “Günahkârlık en hafif cezadır, ısrar ederse kâfir olur. Kabul etmezse de dinden çıkmıştır”, demeye başladılar. Başı açık olan kadınlar kendilerinin küfür veya günah baskısı altında olduğunu artık iyiden iyiye hissetmeye başladılar. Mikrofaşizmin baskısına maruz kalan kadınların birçoğu bu şekilde örtünmeye başladı. Mahallede, köy kahvesinde, komşular arasındaki, ev sahibi-kiracı ilişkilerinde, hoca öğrenci arasındaki ilişkide; toplumun her kademesinde, her zerresinde ve hücresinde bu mikrofaşizm dalga dalga yayılarak makro hale geldi. Ardından da siyasal dinci faşizme dönüştü.

Mikrofaşizmden Makrofaşizme Nasıl Geçtik?

12 Eylül darbesi bu konuda bir milattır. 12 Eylül, mikrofaşizmi, doğuran, besleyen ve kutsallaştıran bir milattır. Ardından Özal döneminde mikrofaşizm daha geniş bir yayılma alanı buldu. AKP dönemindeyse mikrofaşizm Cumhuriyet’i dönüştüren güce ulaştı. Ben hep laikliğe vurgu yaparken, laikliğe en çok dindarların ve liberallerin sahip çıkmaları gerektiğini hatırlattım. Aydınlık Gazetesindeki bu köşemde aynı vurguyu sürekli yapacağım. Çünkü liberaller tek tek gemiden atılmaya başlandı. Şimdi "bunlar bizi kandırdı, dinci faşizm uyguluyorlar" diye söylenmeye başladılar. Oysa biz laiklikten söz etiğimizde onlar da sanki aman aman dindarlarmış gibi laikliğe karşı cephe aldılar. Sayelerinde din istismarının liberal türünü de görmüş olduk.

SİYASAL İSLAM, BİLİMİN NAMUSUNU DA ORTADAN KALDIRDI

Üniversite adı üstünde evrensel düşünmeyi gerektiren kurumlardır. Türkiye'de üniversite sayısı 150'yi aştı. Ne yazık ki Türkiye'de ekonomik çöküntüyü, işsizliği, sanat düşmanlığını ve kültürel çöküntüyü bir yerde akademik bir dille karşılayabilme gerekliliğini ve kaygısını taşıyan insanların sayısı siyasi baskılardan dolayı giderek azalmaktadır. Bu, üniversite camiasına hiç de yakışmayan ve akademik camianın sınavı kaybeden bir duruma geldiğini gösteren bir örnektir. Sus pus olan, konuşmayan bir üniversite modeli yerleştirilmeye çalışılmaktadır. İktidar ne kadar baskı yaparsa yapsın üniversitedeki akademisyenlerin hala özgürce konuşabilme hakları ve yetkileri vardır. Ancak bunları bile kullanmadıklarını görüyoruz. İnsanın özgürlüğü önce kendi zihninde başlar. Eğer kendinizi özgürlüğe layık görmüyorsanız iktidarlar size istediğiniz kadar özgür bir alan yaratsın bunu zaten kullanamazsınız. Yalnızca öğretim üyelerinin değil, rektörlerin de bu demokratik, hukuksal ve zihinsel özgürlüğe kendilerini layık görmediklerini görüyoruz. Örneğin, Selçuk Üniversitesi rektörü kalkıp dekolteyle ilgili açıklamayı düzeltir biçimde, "o bir akademisyendir, özgürdür her şeyi söyleyebilir" diyebiliyor. İfade özgürlüğü ama bu ifade özgürlüğü sanatsal, kültürel, bilimsel ve akademik bir takım koşullara bağlı olarak yapılır. Bütün bunları çiğneyerek rasgele konuşmak ifade özgürlüğü sayılmaz. Türk kadınına hakaret edecek, onları yerle bir edecek ve Cumhuriyete saldırıyı Türk kadını üzerinden yapacak kadar abuk sabuk düzeysiz konuşmalar ifade özgürlüğüne giriyor da, çok masum; hatta belki de zorunlu olan eleştiriler ve halkı aydınlatmak gibi görevler neden akademik özgürlük alanı içerisinde değerlendirilmiyor? Bunları akademisyenlerin ve rektörlerin düşünmesi gerekiyor. Siyasal İslamcılık, ulusal değerlerimizi yozlaştırıyor diyoruz. Peki, bilimin de mi namusu yok? Demek ki siyasallaşan İslam, yalnızca toplumsal değerleri değil aynı zamanda bilimin namusunu da ortadan kaldırıyor ki saydığımız bu alanlara ilişkin hiç bir güçlü muhalif bir ses, yapıcı bir eleştiri gelmiyor. Muhalefeti her cephede köşeye sıkıştırarak hukuku siyasallaştırmaya çalışarak yok etmek, “ileri demokrasi”yi değil, ileri din istismarcılığını doğurmaktadır.

İşte İslamiyet böyle kullanılıyor.


Prof. Dr. Şahin FİLİZ, AYDINLIK, Mart 2011

Güncel Meydan
Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir.

Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Kullanıcı küçük betizi
Türk-Kan
Kuvva-i Milliye
 
İletiler: 6735
Kayıt: Pzt Şub 19, 2007 20:56

Şu dizine dön: Şahin FİLİZ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

cron

x