Aşağıdaki fotoğrafları Bozkır’ın (Konya) Büyük Hisarlık Kasabası’nda çektim. İlk fotoğraf şu:

Bu fotoğrafta iki cami, üç minare var. Camiler arasındaki mesafe 5-6 metre kadar. Öndeki küçük cami 150, arkadaki büyük cami 60 yıllık. Eski caminin ilk minaresi (sağda) 1920’lerde, diğerleri sonraki yıllarda yapılmış.
Gördüğünüz fotoğraf bize ihlâs ve takvadan uzaklaştığımızı, riya ve israf içinde olduğumuzu gösterir. Düşüncelerimi açıklayayım.
Neden cami ve minare yapılır?
Camiler cuma, bayram ve vakit namazlarını topluca kılmak için yapılır ki, böylece müminler kaynaşsınlar. Her işte olduğu gibi, cami ve minare yapımı da ihtiyacı karşılayacak kadar olmalıdır. Oysa fotoğraftaki eski cami çevrenin ihtiyacını karşılayacak nitelikte, sonraki fazladır. İlk cami kasabanın ihtiyacını karşılamazsa, diğer alan ve mahallelere yeni camiler yapılır. Böyle de olmuş, ihtiyaç duyuldukça Kasaba’ya iki cami daha yapılmış. Öyleyse halk tarihi caminin hemen bitişiğine yeni ve daha büyük bir camiyi niçin yapmıştır? Büyük ihtimalle gösteriş yahut sevap kazanma umuduyla yapmıştır.
Gösteriş için yapılan hiçbir iş sevap kazandırmaz; aksine günah kazandırır. Allah riyakârları lanetler. Örnek olarak Maun Suresi’nin anlamını okuyunuz. İslam’da bilinçsiz yapılan davranışlar da makbul değildir. Davranış ve harcamaların makbul olması için bilinçli ve planlı olmaları gerekir.
İslam’da cami/mescit anlayışı
İslam kaynaklarına göre Hz. Muhammed Medine’ye göç ettikten hemen sonra bir cami yaptırmış ama bu camiyi çok sade tutmuştur.
Hz. Ömer’in halifeliği döneminde bu cami yetersiz kalınca genişletilmesi planlanmış, Ömer ustaya, “halkı yağmurdan saklamaya bak. Sakın allı sarılı süslemeler yaparak halkı fitneye uğratma” demiştir. (1)
Süslü/riyalı cami yapımında Müslümanların haddi aşabileceklerini öngören ve bunun doğru olmadığını bilen Hz. Muhammed konu ile ilgili olarak müminleri şöyle uyarmıştır:
“Görüyorum ki Yahudilerin havralarını, Hıristiyanların kiliselerini yükselttikleri gibi sizler de mescitlerinizi yükselteceksiniz.”
“Ameli bozulan her kavim mescitlerini süslemeye yönelmiştir.” (2)
Allah Kuran’da samimiyetsiz yaptırılan mescitlerde namaz kılınmamasını, “takva” ile yaptırılan mescitlerde namaz kılınmasını istemiştir. (Kuran: Tövbe 107-109)
İnsanlar açlıktan ölürken
Mabet yarışına katılmak
Yukarıdaki fotoğrafı çektikten birkaç gün sonra televizyonlardan şu haberi dinledim: “Aile katliamının nedeni yoksulluk”
“İzmit’in Kuruçeşme semtinde yaşayan Ramazan Geniş işsizlik ve yoksulluk nedeniyle eşini ve üç çocuğunu katletti, kendisi de fare zehri içerek intihar etti.”
Aile ve çevremizi işsizlik sarmış. Yokluk yüzünden intihar ve boşanmalar artıyor. Beslenme yetersizlikleri birçok hastalıklara neden oluyor. Türkiye’nin borç toplamı 550 milyar doları bulmuş. Öğrencilerimizin sağlıklı eğitim-öğretim görecek okul ve sınıfları yok. Bunlar bize dert olmuyor; cami, minare, şadırvan yarışlarına giriyoruz ve sonra da yaptığınız “şeytan işi israf ve riyakârlıkların yüzü suyu hürmetine” cennetteki köşke hazırlanıyoruz. Hazırlanın bakalım, sizi cennette, “altından yapılmış” villaları bekliyor.
“Gönül Kâbeleri” yıkılırken cennete mi girilir? “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” Minare, cami riyakârlıklarını çevrenizde siz de görmüşsünüzdür. Bizi buna iten inancın kaynağı nedir? Toplumu bu yanlış yoldan kim döndürecek? Bu konularda bizi hangi kurum ve kişilerin aydınlatması gerekir? Biraz da bunu düşünelim.
Milletleşmemizi yok eden
Siyasal ümmetçilik
Hisarlık Kasabası’na girmeden önce yolun kenarına dikilmiş iki levha dikkatimi çekti. O levhaların da fotoğrafını çektim, buraya koyuyorum.


“Ümmet çeşmesi”, “Arafat Çeşmesi”
Nerden icap etti bu “ümmet, Arafat” isimleri? Halkımızın tamamına yakını Müslüman ve Hz. Muhammed’in ümmeti! Hal bu iken yapmacık yollara niye giriyoruz? Bu soruya verilebilecek cevaplardan birisi de: “Amellerimizde riyakârlık yaptığımız, beynimize siyasal ümmetçiliği yerleştirdiğimiz için”dir.
“Ümmet Çeşmesi, Arafat Çeşmesi”!
Tam bir riyakârlık, tam bir kokuşma örneğidir bu!
Bu türden isimlerin çevremizi kuşatmaya başladığı döneme dikkat ediniz. Bu dönem din sömürüsünün yapıldığı, siyasetin dinle kazanıldığı, insanların Allah-Peygamber ile ezildiği, Türkiye Cumhuriyeti’nin “dindarlık” aldatmacasıyla yıkıldığı bir dönemdir. Bu dönemde Cumhuriyetimizin kurucuları aşağılanıyor, “millet, Türk milleti” gibi kavramlar yargılanıyor, Osmanlıcılık ruhu hortluyor, milliyetçiler cezalandırılıyor.
Demek gelişmeler birbirine bağlı. Demek bizim milletleşme sürecimiz tersine çevrildi. Demek kuşatma daraldı. Demek Yezit ve Sebe oğlu Abdullahlar hamle üstüne hamle yapıyorlar.
Cami kerestesini yakan imam
Hisarlık Kasabası’nda vatandaşlarımızla sohbet ederken mahallelerdeki cami imamlarından birisinin “cami hayrına” verilen kerestelerden artan dilme ve tahtaları kırıp odun olarak yaktığını, bunun konuşulması üzerine, “cemaat yak dedi, yaktım” diye kendini savunduğunu öğrendim. Aşk olsun böyle bir imama!
Bu olay bize şunları düşündürüyor:
Cami için verilen bir mal “vakıftır”, o vakfın karşılıksız kullanılması günahtır.
O kereste odun değil malzemedir ve odun gibi kullanılması israftır, milli servet ve doğamıza saygısızlıktır, görgüsüzlüktür.
O imamın ısınmak için yakıta ihtiyacı varsa bitişiğindeki ormanlardan odununu getirip yakması, daha ideal olanı ise, yakıtını kendi parasıyla almasıdır.
Bir imamın saygınlık kazanması için kamu malına el sürmemesi, sözleriyle olduğu kadar işleriyle de cemaatine örnek olması gerekir.
Sonuç:
1) Türkiye’deki cami ve minare yapımlarında ihtiyaç ve amacın dışına çıkıldığını, “hayır, sevap, cennet” gibi vaatlerle Müslümanların sömürüldüğünü,
Müminlerin riya ve şirk maratonuna sokulduklarını,
Ayet ve hadislere çuval giydirildiğini,
Diyanet’in buna seyirci kaldığını, halkı aydınlatmak şöyle dursun, cehalet ve riyakârlığın arkasından gittiğini, görevini savsakladığını, görüyoruz.
Bu vesile ile Diyanet’i duyarlı ve vicdanlı olmaya çağırıyoruz.
2) Batı emperyalizminin “milli kültür ve milli devletleri yıkma” projesi Türkiye’de yoğun olarak uygulanmaktadır. Batı bu projesini uygularken bize, “devletinizi yıkın/yıkacağım” demiyor; Osmanlı hayranlığını pompalıyor, “ılımlı İslam” modelinin şifrelerini kotluyor, siyasal ümmetçiliği özendiriyor ve besliyor. Oysa İslam’ın özünde milliyetsizleşme/soysuzlaşma yok. Öyleyse biz önümüze konan soysuzlaşmaya “hayır” demeliyiz.
3) İslam’a göre dünyanın en kutsal varlığı insandır. İslam’a göre en büyük sevap insana yapılan hizmettir. Açlık, ahlaksızlık, sefalet ve intiharların dalgalar halinde yükseldiği yerlerde “cami ve minare yaptırma yarışına” katıldıysak, o yarışı baştan kaybetmişizdir.
4) Diyanet “irşat” görevini yapmıyorsa, Diyanet mensupları bizatihi kendileri kötü örnek iseler, çevremizde riyakârlık almış başını gidiyorsa, bize bu kirli akıntının önünde sürüklenip çamura saplanmak yakışmaz; aklımızı kullanmak, İslam’ı ana kaynaklarından ve Hz. Muhammed’in hayatından öğrenmek, ilkeli olmak, Batı emperyalizminin oyunlarını bozmak, Diyanet’e de İslam’ı öğretmek düşer. Çünkü “herkes kazancına ipotektir/bağlıdır.” (Kuran: Müddessir 74/38)
(1) Sahih-i Buhari, Diyanet İşleri Başkanlığı Yy. C.2, s. 388. Ankara 1960.
(2) Kütüb ü Sitte, Prof. Dr. İbrahim Canan Akçağ Yy. c. 17, s. 6 Ankara 1992.
Yusuf DÜLGER, 1 Şubat 2013