
Bazı çevreler, son günlerde yaşananları büyük bir felaket, PKK’nın ülkeyi teslim alması gibi görüyor. Ben ise, aynı sahneleri PKK’nın kendi toplumu karşısında prestijini fazla kaybetmeden teslim olma sürecini başlattığı şeklinde yorumluyorum. Bir süre için aşırılıkları bıraksak, çok daha kolay düzlüğe çıkabileceğiz.
Son günlerde yaşananlar bazı çevreleri çok rahatsız ediyor.
Türkiye’nin felakete doğru yol aldığını, PKK’nın ülkeyi teslim aldığını, zafer gösterileri yaptıklarını ileri süren bir kesim var.
TV’lerdeki görüntüler bu şekilde yorumlanabilir... Ancak bu yorum şekli hem çok haksızlık, hem de kendi kendimize eziyet etmektir.
Sadece bir an için düşünelim:
TV’lerde izlediğimiz görüntüler yerine, yeni terör olaylarını mı görsek daha iyi olurdu? Fidan gibi gençlerin cenazelerini, içi yanan feryad eden annelerin ağıt yakışlarını mı izleseydik?
Hepimiz gayet iyi biliyoruz ki, PKK bu ülkeyi teslim alamadı ve bundan sonra da hiç teslim alamaz.
Zaten dağdan inenler Ankara’nın “suça karışmadıysanız serbest kalırsınız” güvencesiyle teslim oldular. Yani devlet kucak açmasa gelemeyeceklerdi.
İlk adımların atılması sırasında dahi, açılımın Kürt Sorununu çözmeye yetmeyeceği, Kürt Sorununu çözmenin çok uzun yıllar alacağı zaten görülüyor. Geçen yıldan bu yana, başta Cumhurbaşkanı Gül olmak üzere, Başbakan ve ekibinin hedefi PKK’yı dağdan indirmekti.
İç ve dış koşullar öylesine olgunlaşmış ve bu durum örgütün konumunu öylesine zayıflatmıştı ki, Ankara’daki Asker-Sivil kesim düğmeye bastı.
Bir yanda Washington’un Irak stratejisinin Türkiye lehine oluşması, öte yanda Erbil ve Bağdat’ın PKK konusundaki tutumlarını değiştirmeleri, Ankara’nın önünü açtı.
Böyle bir ortamda, Erdoğan kolları sıvadı.
PKK’MI KÜRT SORUNUNDAN, YOKSA KÜRT SORUNU MU PKK’DAN ÇIKIYOR...
Bütün bunları hesaplamak ve planlamak kolay da, uygulamak hiçte kolay değil. Zira, her iki sorun (Kürt sorunu ve PKK) birbirinin içine öylesine girmiş durumda ki net bir ayırım yapabilmek imkansız.
PKK’nın öncelikli isteklerinin başında, Öcalan ve üst kadroların serbest kalması, dağ kadrolarının da hapis yerine evlerine dönmesi geliyor. İlk gelenlere uygulanan muamele arkadakilerin de aynı şekilde karşılanacağı umudu doğurdu. Ancak, bir de olaya katılmış, insan öldürmüş veya yaralamış olanlar var ki, onların affedilmesi henüz çok uzak bir olasılık gibi görünüyor.
İkinci sırada da siyasi istekler var. Bunları zaten biliyoruz. DTP, defalarca açıkladı. Kürt kimliğini güvenceye almaktan, ana dilde eğitim ve kürt kökenli vatandaşların yoğun yaşadıkları bölgelerdeki yerel yönetimlere Ankara’nın değil, seçilmişlerin hakim olmalarının sağlanması...
Kürt cephesindeki bu iki öncelik arasında önemli bir bağ var. Ancak henüz tam anlamıyla anlaşılmayan, bu ikisinin arasında ki görünmez bağın koparılıp koparılmayacağı.
Şimdilik, PKK ile DTP sıkı paslaşıyor ve hedeflerinden ödün vermek istemiyorlar.
Ankara ise, önceliği PKK’ya vermiş durumda. Tüm hazırlıklar, dolaylı mesajlaşma ve pazarlıklar, PKK’nın Kandil’den indirilmesine yönelik.
ANKARA, ÖNCE PKK DİYOR...
Bu pazarlıkların içeriğini çok az kişi biliyor.
Bağdat-Erbil ve Washington ile yapılan konuşmalar, işte bu açıdan son derece önemli. Zira, PKK’yı ikna etmenin yolu sadece Washington ve Brüksel’den geçmiyor. PKK’yı dağdan indirmeye ikna edecek asıl güç, Barzani ve Talabani’nin birlikte hareket etmeleri ve ağırlıklarını koymaları gerekiyor. Ancak, bu ikili de Türkiye’nin Kürt sorununda da bazı adımlar atmasını istiyorlar.
İşte ipler bu noktada geriliyor.
Ankara, fazla ileri gitmek istemiyor.
Kürtler ise, Ankara’yı mümkün olduğu kadar ileri bir noktaya çekmeye çalışıyorlar.
Bu bir satranç oyunu.
Kim daha iyi oynarsa, o kazanacak.
Bugünkü konjonktür, Ankara’dan yana.
PKK ise güç kaybediyor. Buna rağmen, yine de Güneydoğu’da son derece yaygın bir kitleye hükmedebiliyor. Geçtiğimiz günlerde gördüğümüz gibi, istediği anda kalabalıkları hareketlendirip, insanları sokağa dökebiliyor.
Erdoğan da, çeşitli adımlarla, bölgede PKK’ya kalben katılmamış olanları yanına çekmeye çalışıyor.
Bu karşılıklı oyunun ne zaman biteceğini kimse bilemez.
PKK direnecek, güç gösterilerine girecek, Ankara da karşı ataklara geçip, son darbeyi vurmaya çalışacak.
Ne yazık ki, muhalefet sırf oy kaygısıyla Ankara’ya gereken desteği vermiyor.
Hadi destekten vazgeçtik, hiç değilse köstek olmasalar. Zira, terörden arınmış bir Türkiye onların torunlarına da kalacak... İster Erdoğan, ister Baykal veya Bahçeli çözmüş olsun... Yeter ki, terör bitsin...
* * *
YETER ARTIK, DTP BU SESİ DUYMALI
34 PKK’lı dağdan indiği gün, genel bir memnuniyet vardı. İnsanlar gelişmeleri umutlu bir bekleyişle izliyorlardı.
Ertesi gün, yaşananlar bir PKK show’a dönüştü. Aslında bu olay, PKK’nın teslim olmasıydı. Ancak, son derece ilginç bir senaryo ile adeta bir zafer gösterisine dönüştürüldü. İlk tepkiler de başladı. Ancak, show bitmedi.
Diyarbakır mitingi geldi ve Ankara’ya yürüyüş çağrıları başladı.
Yaşananları, 1991’deki DEP’lilerin ilk meclise girişleri sırasında Kürtçe yemin ederek gösterdikleri aculluğa benzettim. Nitekim onlar da, o olayın üzerinden zaman geçtikten sonra “Çok gereksiz bir acelecilik gösterdik. Türk toplumunu kışkırttık” demişlerdi.
Eğer bu gösteriler abartılı şekilde sürdürülürse, korkarım bu defa da sert tepkiler yaşayabiliriz. Ancak şimdi Devlet’ten değil, kışkırtıcılığa ve bu süreci durdurmaya hazır o kadar çok kişi var ki, şu veya bu gruptan bir saldırı gelebilir.
İşte bu çerçevede Ahmet Türk’ün, dün gece Kanal D’ye verdiği demeç ilk olumlu sinyal gibi geldi. Bakalım, Türk yaklaşımını partiye kabul ettirebilecek mi?
Mehmet Ali BİRAND, 23 Ekim 2009

“Bu kadarı da olmaz!”
Ne olmaz?
Habur’dan Türkiye’ye giren ve serbest bırakılan 34 “PKK’lı” için Silopi’den Diyarbakır’a giden yolda Cizre’de, Nusaybin’de, Kızıltepe’de ve son durak Diyarbakır’da ve ülkenin çeşitli köşelerinde havai fişekler de atarak yapılan sevinç gösterileri.
Niye olmaz?
Çünkü bunlar nereden baksanız “PKK’lı teröristler”, dolayısıyla bunlara böylesine aşırı, taşkın sevinç gösterileriyle “Kahramanların Dönüşü” muamelesi yapılırsa, ülkenin büyük çoğunluğunu oluşturan “Türkler”in tepkisine yol açılır, “Demokratik Açılım” süreci tehlikeye düşer. “Ateşle oynuyorlar”.
Kim? Kimi sorumlu tutmalıyız bu “densizlik”ten?
Adres belli, Kürt sorununa ilişkin erişilebilir “günah keçisi” arandığında, fazla arama gerektirmeden “elimizin kolaylıkla erişebileceği” adres, DTP.
Yani, DTP ayağını denk almalıdır. Bu kadarı da olmaz. Yanlış yapıyorlar.
Toplumun bir bölümünde esmeye başlayan havayı göz önüne alan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de “bir şeyler” demeyi gerekli görmüş ki, dün şu “uyarı” ve “tepki”yi dile getirdi:
- “... Görüntüler hoş görüntüler değil. Açık söyleyeyim; ben de bunları tasvip etmiyorum. Bunlar provokatif görüntülerdir. Bir tarafta huzur olsun, bir sürü kanlı işler bitsin diye uğraşılırken, bu acılar bitsin ve Türkiye bütün enerjisini ülkesinin kalkınmasına, bölgeleri arasındaki gelir dağılımındaki dengesizilikler gitsin ve enerjisini tüm bunlara harcasın diye uğraşırken ve iyi niyetini gösterirken, sanki bunlar kesilsin dercesine bir davranış içerisinde bulunmayı yakıştıramıyorum. Bu tip gösteriler, bu tip işin ölçüsünü kaçırıcı davranışlarda bulunmayı tasvip etmem mümkün değildir. Bunun altını açıkça çiziyorum ve bu bakımdan da herkesin şöyle bir kendine gelmesini ve yapılan bu büyük işler karşısında ölçüsüz davranışlardan kaçınmasını da buradan açıkça tavsiye ediyorum.”
Bu sözler “Açılım”ın başını çekenlerin başında gelen Cumhurbaşkanı’ndan geldiği için önemle not edelim.
Ancak, bu “gösteriler”i de anlamaya çalışalım ve “basiretimizi” de kaybetmiyelim.
*** *** ***
Bu ülkede Kürt sorununa ilişkin “sorunlar”ın başında işin “psikolojik boyutu” geliyor ve ülke nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan, benim de bir parçası olduğum “Türkler”, ne yazık ki, Kürt vatandaşlarımızın “duygu iklimi”ni iyi anlayamıyor ve değerlendiremiyorlar.
Bunca yıl ülkemizin “Kürtleri”ne karşı sürdürülen amansız asimilasyonist, kimliklerini “inkar politikası”, ülkemizin o bölgelerinde sönen ocaklar, kayıplar, yüzlerce yıl yaşadıkları topraklardan sökülenler, topraklarını terketmek zorunda kalanlar, “faili meçhuller”, her gün her saat tanık oldukları aşağılanmalar... Bütün bunların yüzbinlerce, milyonlarca insanın “ruhi iklimi”nde yarattığı ağır travmalar, kopuş duygusu...
Bunları anlamadan, en önemlisi “beyine başvurma”dan önce “vicdanlar”ı harekete geçirmeden, Kürtleri bilmek ve anlamak mümkün değildir ve bu nedenle çok kişiyi allak bullak eden ve hatta “gazap” duyulan şu 34 kişiye yönelik “sevinç gösterileri”ni kavramak da imkansızdır.
Onyıllardır ve özellikle son 10-15 yıl içinde Kürtlerin başına gelenlere–insan ve toplum bazında- karşı gerekli duyarlılığı harekete geçirmediyseniz, bu “gösteriler”e karşı “öfke duyma hakkı”nı da kaybedersiniz ya da kullanamazsınız.
Kendi payıma söz konusu “gösteriler” beni hiç şaşırtmadı ve bunları “yakın çevrem”den çok farklı okudum. Özellikle son ayların önemli bölümünü “bölge”de her an “sıradan insanlar”la birlikte geçirdiğim için.
Televizyon ekranlarından tüm Türkiye’ye (ve dünyaya) yansıyan “görüntüler”, çoklarının Ankara’da sandıklarının tam tersine, Türkiye Kürtlerinin “silahlara veda” kutlamalarından başka bir şey değil.
Güneydoğu’da hiç kimseyi gecenin bir saatinde onbinler halinde evlerinden, köylerinden ve mezralarından böyle çılgınca bir kutlamaya, “savaş bitti” duygusu taşımadan hiç kimse çıkartamazdı.
Olan-biten Türkiye halkının bir bölümünün, ama önemli bir bölümünün, bu ülkede yaşayan herkesten daha fazla duyduğu “barış ve huzur özlemi”nin gerçekleşmekte olduğuna duyduğu “sevinç”in dışa vurumudur.
Coşku, milyonlarca insanın onyıllardır çektiği acılarla “doğru orantılı” olduğu için böylesine “taşkın” görüntüler vermiştir ve herkes ortaya yansıyan görüntülerden “doğru mesajı” almalıdır. O “Doğru Mesaj” ise Kürtlerin barış özleminin ve “savaş bitti” duygusuna varmalarından ne denli güçlü bir “sevinç” duyduklarıdır.
Bu “duygu patlaması”nı mümkün kılan ve “savaş bitti” kanaatini pekiştiren 34’ünün birden serbest kalmasıdır. O “serbest kalma” hali, Kandil’den iniş ve Mahmur’dan yurda dönüşün bir “güvencesi” haline gelmiştir.
Bu bakımdan, o “gösteriler”den, “milli birlik” ve “ülkede barış ve huzur” açısından “mutluluk” üretmek de pekala mümkündür.
Ortadaki manzara, DTP’yi de, PKK’yı da aşıyor. Bu, izafe edildiği gibi şunun bunun “show”undan daha ötede bir şey. Onu-bunu kınamayı suçlamayı bırakıp, “Türkiye Kürtleri”nin “silahlara veda”yı, “ülkede barış ve huzur”u ve “milli birlik”i ne kadar kuvvetli biçimde arzuladığını görmek ve anlamak, tüm ülkemiz ve vatandaşlarımız için daha hayırlıdır.
*** *** ***
Bu “gözlem”den hareketle Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu konudaki algılamasının ve doğrultusunun “isabeti”nden ferahlık da üretebiliriz.
Tayyip Erdoğan, bunca patırtı, demagoji ve “kutuplaşma söylemi”nin toz bulutu arasından çok basit, doğru ve can alıcı soruyu sordu dün:
“Kendimize çok net bir soruyu sormamız gerekiyor. Herkesin vicdanına bu soruyu sorması gerekiyor. Dağdan inişi eleştirmek, silahların bırakılmasını eleştirmek, terörün son bulmasını eleştirmek ne kadar doğrudur? Eli silahlı insanların dağda dolaşması, ülke için, millet için, anne-babalarımız için daha iyi bir durum mudur?”
Herkes, kelime kelime bu soruları kendisine sorsun. Vicdan ve akıl sahibi hiç kimse Başbakan’ın şu cevabında birleşmezlik edemez: “Hayır. Bu tabloyu daha fazla sürdüremeyiz, sürdürmemeliyiz. Hiçbir masum yavrunun babası ölmesin. Hiçbir hanım kardeşimin nişanlısı ölmesin. Hiç kimsenin kocası, yavrusu, evladı ölmesin. Arzumuz da, hedefimiz de, niyetimiz de budur.”
Tayyip Erdoğan’ın ne yaptığının gayet iyi farkında olduğunu, özgüvenini ve çıktığı yoldaki hedeften sapmasının söz konusu olmayacağını Cemal Süreya’dan aktardığı şu dizelerde işitip, benim içim ferahladı:
“Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum.
Yıkadılar aldılar götürdüler.
Babamdan ummazdım bunu.
Kör oldum.”
Kör olmayın. Açın gözünüzü. “Gösteriler”den “umut” ve “iyimserlik” üretin.
Cengiz ÇANDAR, 23 Ekim 2009

ŞUNDAN eminim.
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın dünkü konuşması, AK Parti saflarında çok büyük tepki yaratmıştır.
İtiraf edeyim, beni etkiledi.
Şundan da çok eminim.
Bu tepki, aynı zamanda AK Partililerin kafalarında da soru işaretlerine yol açmıştır.
Şu soruyu sordukları da kesin:
“Acaba bu açılımla doğru bir şey mi yaptık?”
* * *
Anadolu’nun çeşitli yerlerinden bize ulaşan tepkilere bakılırsa, PKK’lıların dönüş şovu, Türkiye’nin geri kalan bölümünde beklenilenden daha büyük tepkiye yol açtı.
Dün bu yazıyı yazmaya oturduğum sırada bana çayımı getiren genç arkadaşımız, evine Türk bayrağı çektiğini söylüyordu.
Aynı tepkilerin AK Partililere de geldiğine eminim.
O nedenle şunu söylemek yanlış olmayacak.
Kürt sorununun çözümü için çok ama çok kritik bir noktaya gelindi.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ı, “Sil baştan yaparız” dedirtecek kadar kritik bir noktadayız.
Bu süreç, bugünden itibaren kontrol altına alınmazsa, kartopu gibi büyüyecek ve önümüzdeki seçimin en etkili tartışma konusu haline gelecektir.
O da, çözümün bir başka bahara kalması demektir.
Böyle bir gelişmeyi öngördüğüm için çözümden önce psikolojik ortamın çok iyi hazırlanması gerektiğini aylar önce yazmıştım.
Şimdi söyleyeceğim şeyler belki bazı kişilere çok ters ve yanlış görünebilir.
Ama emin olunuz ki, toplumsal psikoloji açısından hakikatin tam ifadesidir.
Lütfen dikkatle ve sakin bir kafayla düşünerek değerlendiriniz.
* * *
Diyeceğim şu:
“Bu çözüm, Türkiye’de sayısı Kürtlerinkinden de çok az bir grubun ‘Söke söke aldığı’ haklar değil, sayısı çok daha fazla olan Türklerin ‘Seve seve verdiği’ haklar olarak algılanmalıdır.”
Biliyorum çok katı geliyor.
Evet çok katı, ama katı olduğu kadar gerçek.
Bizim coğrafyamızda “Söke söke almak” duygusu çok kuvvetlidir.
Oysa bu duygu, kalıcı bir çözümü sağlamaz.
Kalıcı ve sürdürülebilir bir “birlikte yaşama” duygusu, hâkim unsurun, seve seve verdiği, gönülden kabul ettiği haklar haline gelebilirse mümkün olabilir.
Böyle bir psikoloji ne Kürtleri küçültür, ne de Türkleri büyütür.
Sadece ve sadece birlikte yaşama kültürünü besler.
Ne yazık ki, 34 kişinin gelişi sırasında yapılan yanlışlıklar, toplumun büyük bölümünde “söke söke” duygusunu yarattı.
Hadi daha açıkça yazayım.
“Yenilmişlik” haletiruhiyesine dönüştü.
Gelenlerin dağdaki gerilla kıyafetiyle gelmeleri yanlıştı.
Kapıdaki sorgulama yanlıştı.
Gelen kişilerin meydan meydan dolaştırılmaları yanlıştı.
DTP’nin iyi yönetemediği dönüşün Türkiye’ye çok büyük başka bir zararı daha oldu. Son günlerde yazılan yazılara, bize ulaşan tepkilere bakıyorum.
Toplumun bir bölümü, sınırda serbest bırakılan PKK’lılarla, Ergenekon davasında içeri alınan insanlar arasında karşılaştırma yapmaya başladı.
* * *
Onların gözündeki tablo şudur:
25 yıldır terörist denilen insanlar, beş dakikada serbest bırakılırken; yıllardır toplumda saygın insan olarak çalışmış, profesör, doktor, subay, gazeteci olarak hizmet etmiş kişiler on dakikada “terör örgütü üyesi” haline getirildiler.
Emin olunuz, bu karşılaştırma Ergenekon davasının meşruiyetine olumsuz etki yapabilir.
Peki ne olacak?
Görüşüm şudur.
Bu noktadan itibaren geri dönüş hem AK Parti’ye, hem Türkiye’ye büyük zarar verir.
Siyasi bedeli ne olursa olsun demokratik açılıma devam etmek gerekir.
Bazen seçim kaybetmek, geleceği kazanmak anlamına gelebilir.
Bir siyasetçi için tarihe geçmenin en şerefli yolu da budur.
Ertuğrul ÖZKÖK, 23 Ekim 2009