Dr.Noyan Umruk Yazdı: STRATEJİK GERİ ÇEKİLMENİN ULUSAL BİR FELAKETE DÖNÜŞME OLASILIĞI….

Dr.Noyan Umruk Yazdı: STRATEJİK GERİ ÇEKİLMENİN ULUSAL BİR FELAKETE DÖNÜŞME OLASILIĞI….

İletigönderen Noyan Umruk » Pzr Kas 04, 2012 15:31

SAYIN (E) ORG. ERGİN SAYGUN’UN“TÜRK ORDUSUNA BALYOZ” KİTABI ÜZERİNE ANALİTİK BİR DEĞERLENDİRME:
STRATEJİK GERİ ÇEKİLMENİN ULUSAL BİR FELAKETE DÖNÜŞME OLASILIĞI…. :turkiye:

Dr. Noyan UMRUK :?:

Stratejik geri çekilme, güçlü bir düşman karşısında, ona üstünlük sağlayacak bir lojistik düzey ve kuvvet yapısına erişinceye değin asgari kayba uğrayarak kuvvetlerinizi güvenli bir savunma hattına yerleştirmektir. Çok hassas olan bu harekat türünün en tehlikeli tarafı, çok iyi, ayrıntılı olarak planlanmadığı ve uygulanmadığı, askerin morali yüksek tutulmadığı takdirde bozguna dönüşmesi olasılığıdır.

Bu harekatın Harp Tarihinde en anlamlı örneklerinden biri Kurtuluş Savaşında kuvvetlerimizin Sakaryanın doğusuna, Eskişehire çekilmesi ve daha sonra harekatın Sakarya Zaferi ile taçlandırılmasıdır.

Cumhuriyet, acaba ulusal benlik ve çıkarlarını koruma ve güçlendirme yolunda, dünyayı yeniden küçük devletçikler şeklinde biçimlendirmek isteyen küresel merkeze göre en önemli engel olarak görülen kurumları, özellikle Ordusunun üzerinden ya da sırtından bir saldırı karşısında bir stratejik çekilme mi yaşıyor? Bu bilinçli, sabırlı ve akla dayanan bir geri çekilme midir? Tartışılması gereken budur.

Yaşamda yollarımızın sık sık kesiştiği, ülkenin yetiştirdiği en değerli kurmaylardan biri olarak, mesleğinin zirvesine bileğinin hakkı ile gelmiş olan sayın Saygun’un kitabı bu sorunsalın analizi yönünde önemli ipuçları içeriyor.

İçinde bulunduğu fiziki mekan, ağır ve ciddi sağlık koşulları, sosyopsikolojik konum ve durumuna karşın, yazarının, büyük bir tevazu ile tanımladığı bu kitap, ilanından günümüze değin, özellikle son yıllar üzerine odaklanarak Cumhuriyetin siyaset, yargı, ordu vb. gibi kurumlarını irdeleyerek, uluslar arası ilişkiler ve güvenlik alanlarındaki engin deneyim, birikim, analiz ve önerileri ile önümüzdeki onyıllarda yakın tarihimizin önemli bir ibret ve başvuru kaynağı olacak, kuşkusuz…Keşke, ülke, yazarın bunca deneyim ve birikimden sonuna kadar yararlanabilseydi…Kendisine bu vesile ile binlerce minnet ve şükranlarımızı sunarken, sağlığının daha iyiye gitmesini ve en kısa zamanda huzurlu bir yaşama kavuşmasını yürekten dileriz.





Temel Sorunsal: Kurumları Üzerinden Geri Çekilen Bir Cumhuriyet:

Aslında 1950’lerde başlayan söz konusu çekilmeyi kitap, 80 ve 90’lı yıllardan günümüze kadar, özellikle son 10 yılda yaşanan gelişmeler üzerine odaklanarak ele almaktadır.

Doğal olarak çekilme güçlü bir saldırı(taarruz) karşısında icra edilecek bir harekat tarzıdır. O halde, öncelikle sözkonusu saldırı sürecini adım adım, bir zincir halinde ortaya koymak gerekmekte. Kitap, bu sergilemeyi çok güzel ve fakat yazarının içinde bulunduğu son derece gayri insani koşullar nedeniyle, kendisinin de zaman zaman altını çizdiği üzere sistematik hale getirilmeye gereksinim duyar biçimde yapmıştır. Bizim de yapacağımız budur: Kitap içeriğini küçük katkı ve kritiklerle sistematik açıdan daha iyi anlaşılır hale getirmek.

Saldırı ve Çekilme Zincirinin Halkaları:

-Küresel yayılma trend ve azgınlığının başını yeniden iyice yukarı kaldırdığı, doğrudan silaha(kılıçlı emperyalizme) dönüştüğü yıllar, Sovyetler Birliği ve Yugoslavyanın parçalandığı, CİA eski başkanı baba Bush’un iktidara geldikten 2 yıl sonra giriştiği Körfez savaşı ile 1990-1991yılları olmuştur. Böylece, 36ncı parelel zorlaması ve Çekiç Güç uygulaması ile Irak’ın parçalanma süreci başlatılmış, Türkiye ise tüm bu olanları, Çekiç Güce imkan sağlayarak ve Özal’ın “1koyup 3alma”, Musul’a yürüme düşlerine zamanın Genkur.Bşk.nın nesnel nedenlerle karşı çıkması üzerine en azından sonu gelmeyecek bir maceraya kapılmadan, tüm bu olanları “ihtiyat, temkin ve teenni(acele karar vermeme) ile izleyerek çekilmiştir.

-Bu durum, hem Irak’ın kuzeyindeki yönetimi, hem PKK’ı güçlendirmiş,
terörü iyice azdırmıştır. Uluslararası ilişkilerden, sosyoekonomik yapıya kadar uzanan bu çok boyutlu sorun değil, ama terör, 2000’li yılların başında binlerce can kaybı ve ağır ekonomik maliyete rağmen marjinal hale getirilmiştir. Öte yandan, bu dönemde ülkede ciddi ölçüde sivil-asker yurtsever aydın kırımı yaşanmış, kanaat önderleri katledilerek ulusal bilincin zaafiyete uğratılmasına ve ülkede kaos yaratılmasına çalışılmıştır. Türk Hukuk Kurumu Başkanı ve öğretim üyesi Prof. Dr. Muammer Aksoy, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç, öğretim üyesi, eski senatör ve milletvekili Doç. Dr. Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, yazar Turan Dursun, MİT Eski Başkanı Adnan Ersöz, Gümüşhane Baro Başkanı Ali Günday, Türk-İş Genel Sekreteri ve Maden İş Genel Başkanı Şemsi Denizer, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı cinayetleriyle Türkiye kan kaybına devam etmiştir.

-Millenium, 2001’de ABD’nin 11 eylül El Kaide saldırılarını gerekçe göstererek Afganistan’ı işgali ile başlar. Sıra Irak’ın işgaline gelmiştir. Plan, işgalin, Türkiye’nin doğu ve güneydoğusuna, liman ve hava alanlarına yerleşerek gerçekleştirilmesini öngörmektedir.Ancak Rahmetli Ecevit, buna canı pahasına karşı çıkınca hızlı bir manipülasyon ve devalüasyonla devrilir. Türkiye’de o dönemin siyasi koşullarında, iktidar olabilmek için küresel merkez ve bağlaşıklarının(AB)desteğine muhtaç, onların taleplerini kayıtsız koşulsuz yerine getireceğini vaad eden bir siyasi parti, ülkenin sosyopolitik tabanının bir bölümünün rövanş alma duyguları da kaşınarak iktidara getirilir.

-Irak, işgaline hazırdır. Ancak, Irak’ın Türkiye üzerinden işgalini öngören teskere TBMM’den geçmez. Siyasi iktidarın da katkılarıyla fatura T.S.K. üzerinde kalır. Küresel merkez bu faturayı zaman içinde ödetecektir. Ama, aslında teskereye hayır diyenler muhalefet ve akabinde tasfiye edilecek olan iktidar partisinin “Milli Görüş” kanadıdır. Nitekim kitabın yazarı da teskerenin geçmesi ile en azından Irak’ın kuzeyine birliklerimizin makul bir derinlikte girmesi ve bu surette dağlık yörenin güneyinde oluşturulacak bir tür tampon bölgenin terörle mücadele açısından çok yararlı olacağını belirtmekte, ancak, öte yandan Türkiyenin özellikle Güneydoğusuna girececek ve yerleşecek ABD’i buradan çıkarmanın çok güç olacağını vurgulamakta, bu tartışmada “ortada kalmış” intibaını vermektedir. Neticede ABD ve BM. kararı olmaksızın oluşturulan Koalisyon Güçlerince Irak’ın işgali başlamış, bu süreçte, askerinin başına çuval geçirilmesi, Irak’ın kuzeyindeki konumunu tamamen yitirmesi ile Türkiye iyice geri çekilerek “kırmızı çizgilerinin” üzerine bir çarpı atıp, Irak’ın kuzeyini ABD denetimindeki Barzani ve PKK’a tamamen terk etmiştir.Bu arada kitapta değinilmeyen önemli bir söylenti var: İşgalden sonra o bölgede terörün rahatlıkla at koşturabilecek bir alan bulacağı öngörülerek Türkiyenin, ABD’den önce, iki tümen kadar bir kuvvetle Irak’ın kuzeyine girerek bir tür tampon bölge oluşturması yönünde yapılan planlamanın, o dönemde gerçekleşen Genkur.Bşk.lığı değişikliği nedeniyle akamete uğraması…

-Artık, BOP’un uluslar arası siyasi arenaya taşınması, Condoleazza Rice’ın 22 ülkenin sınırlarının değişeceğini ilan etmesi, bölge ülkelerinin bölünüp, parçalanarak daha kolay manipüle edilebilir, yönetilebilir hale getirilmesi çerçevesinde Hudson, “Millenium Change 2002”, Kıyamet senaryoları, NATO Kolejlerinde ve askeri dergilerde sözkonusu “siyasi sınırların değiştirilmesi” operasyonu doğrultusunda Türkiye’ye önünde sonunda kaderi ya da nasibinin ne olacağı ihsas ettirilmeye başlanılmış, ihdas edilen BOP eşbaşkanlığı ile Türkiye’nin başbakanı onurlandırılmış(!), kendileri de bu görevlendirmeyi “iştiyakle” benimsemiştir.Böylece, ülkenin siyaset kurumu, siyasi erkinin, uluslar arası arenaya, zamana yayılmış bir bölünme operasyonuna “teşne hale geldiği”izlenimi verilebilmiş, kitabın deyimiyle “siyasi erk aşılmış, bundan sonraki gelişmelere yataklık edecek” konuma getirilmiştir. Brüksel Zirvesi Sonuç Bildirisi'nin" Türkiye" başlıklı bölümünden; "Presidency Conclusions" Madde: 23.."..müzakerelerin yalnız Türkiye'yle değil, diğer devletlerle de yapılabileceğini... müzakereler sırasında Türkiye birkaç devlete bölünürse veya Güneydoğu bölgesinde bir Kürt devleti kurulursa, yeni bir karara gerek olmaksızın onlarla da müzakere yapılacağına... Ne var ki; bölgede, bölünmeye, bu gidişata dur diyebilecek Kemalizmi iliklerine kadar özümsemiş, antiemperyalist, tam bağımsızlıkçı tek silahlı güç Anadoluda konuşlanmıştır.

- İlk aşamada, YÖK başkan ve üyelerinin degiştirilmesiyle Üniversiteler büyük ölçüde hal edilme yoluna sokulmuştur. Ancak, Ülkenin iki temel kurumu “Ordu”ve”Yargı”da ve ayrıca “medya” da sorun vardır. Ülkenin bölünmesine meşru, yasal ve varlığının nedeni olarak cepheden karşı çıkacak en güçlü ve kamuoyunca en çok güven duyulan kurum Ordu’dur. O halde bu kurumun halk nezdindeki itibarı ve de gücü iyice bir zedelenmelidir. Haziran 2007’de bir gecekonduda bulunan ve galiba şimdi ortada olmayan menşei meçhul bomba ve mühimmat nedeniyle başlayan Ümraniye davası, uygun görülen muhalif sivil, asker kökenli aydınların ve mafia ile ilişkisi olduğu iddia edilen zevatın dahil edilmesi ile genişletilerek Ergenekon davasına dönüştürülür. “Silahlı terör örgütü” yaftasının yapıştırılabilmesi için, sanıkları zaten hüküm giymiş olan Danıştay Cinayeti, Cumhuriyet Gazetesinin bombalanması gibi davalar da bu davaya ithal edilir.
Lakin, Ordu’ya yeterli darbe vurulamamıştır. Ocak 2010’da bir gazetenin ihbarı üzerine İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı yürüttüğü soruşturma sonucu Haziran 2010' da İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesinde kitabın omurgasını oluşturan “Balyoz Davası” başlar.

-Ancak, hukuk devletinde görev yaptığını sanan bazı savcı ve yargıçlar hala tahliye kararları verebilmekte, ara kararlara şerh koyabilmekte ya da görevden aflarını isteyebilmekte kitabın deyimiyle “yargı yargıya karşı” olabilmektedir. O halde çekirdeğinde “Yargı” olan bir anayasa değişikliğinde gecikilmiştir. Çoğunluğu aksesuar niteliğindeki 26 maddelik bir değişikliği içeren paket, TBMM tarafından kabul edildikten sonra Cumhurbaşkanınca referanduma sunulur. Sonradan bin pişman olan “evet ama yetmezcilerin” medyatik desteği ile %57.88 evet ve %42.12 hayır oyu ile kabul edilir; böylece, Yargı da, iyice yürütme organına bağımlı hale getirilerek hal edilmiş; yargıç ya da savcıların siyasi erk’in iradesinden sapmalarını derhal telafi edebilecek bir yüksek kurul oluşturulması olanağı sağlanmıştır.

-Bu süreçte iliştirilmiş medya muhbirlik, karaçalma, itibar düşürme işlevlerini fuhuş ve casusluk iftiralarına varacak kadar etik ve insaf dışı bir uslupla sürdürürken, merkez medya da şantaj ve tehditlerle, devlet kaynakları ile satın alınarak yandaş medya haline getiriliyor. Nöbetçi yorumcuların “açık oturumları, telefon bağlantıları,TV mahkemeleri, fahri savcılar tamgaz devam ediyor. Katılanlar hep aynı kişiler. orduya karşı içlerinde birikmiş kin ve nefretlerini açıkça ilan ediyorlar…”

-Lakin, “Adaletin önünde sonunda yerini bulacağına güvenini sürekli yineleyen” Ordu’dan çıkan çatlak sesler hala devam etmektedir. Balyoz davası özellikle yükselmeye esas YAŞ dönemleri öncesinde genişletilerek, içlerinde kuvvet eski komutanları, müstakbel Hv.K.K. olmak üzere, sanık sayısı K.K de 14ü muvazzaf general olmak üzere 102’ye, Hv.K.de 13’ü muvazzaf general olmak üzere 42’ye, Jn.G.K. da 3’ü muvazzaf general olmak üzere 63’e ve nihayet son yıllar da yakaladığı ulusal niteliği ağır basan teknolojik ve yönetişimsel gelişmesi, Montrö Anlaşmasının uygulanmasına gösterdiği duyarlılık, sahildar ülkelerin Karadenize egemenliğini öngören BLACKSEAFOR’un (Karadeniz Çağrı Gücü) oluşumundaki rolü ve bu güce tüm ısrarlarına rağmen ABD ve Yunanistan’ın dahil edilmemesiyle dikkatleri üstüne çeken Dz.K. de 25’i muvazzaf amiral olmak üzere 156’a, toplamda ise ikisi sivil olmak üzere 365’e ulaşmıştır. Böylece, Silahlı Kuvvetlerin başta Dz.K. olmak üzere yüksek komuta kadroları belki tarihinde görülmemiş bir tasfiye operasyonuna tabi tutulmuş; son Genkur.Bşk. da tutuklanmış; hukuken Yüce Divanda yargılanması gerekirken, kendisine bu çok görülerek, Özel Yetkili Mahkemelerin insafına terk edilmiştir.

-Sanıklar “aldıklar mesleki terbiye gereği, fabrika ayarlarında böyle bir şey olmadığından devlete isyan etmek” yerine mahkeme sürecinde aşağıda sayılan beklentiler içine girmişlerdir:
* Öncelikle özlük hakları, sicil işlemleri, atama ve yükselmeleri özerk bir kurulca yapılan, siyasi, dini vb. baskılardan uzak tutulmuş, bağımsızlığı, yansızlığı sağlanmış yargıçlardan oluşmuş bir mahkemenin karşısında olacakları,
*Haklarında ortaya konulan iddianamenin de akla, mantığa uygun, özlü ve anlaşılır olacağı,
*Davanın karinelere, soyut, sahte ya da kanuna aykırı olarak elde edilmiş delillere değil, doğrudan size atılı suçla ilgili somut kanıtlara dayanacağı,
*Sürecin “geçmişte böyle olmuştu, şimdi de aynı şeyler olmuştur” şeklindeki Aristo mantığı ile hınç, kin, öfke gibi subjektif temellere dayanamayacağı
* Adil yargılama ilkesine aykırılığı uluslar arası hukuk ve temel insan hakları belgeleri ile saptanmış olağanüstü mahkemeler kaldırılmışken, siyasi iradece belirlenmiş sadece kendileri ile ilgili bazı davalar için olağanüstü yargı sürecinin sürdürülemeyeceği,
* Kutsal savunma haklarını kullanabileceklerini, avukatlarının kendilerini özgürce savunabileceklerini, tanık, bilirkişi vb. istemlerinin mahkemece yerine getirileceği, lehlerindeki delillerin sümen altı edilmeyeceği,
*Cezaların yaş, rütbe, kıdem gibi atılı suçla ilgisi olmayan statülere ya da hırs, kin, öç gibi subjektif nedenlere göre değil, atılı suçun kendileriyle kişisel ilgisine göre verileceği,
*Suçlamanın eksik(sanık lehine delillere, sayısız bilirkişi raporlarına, sahtelik iddialarına, tanık taleplerine itibar edilmemesi vb.), cezaların tam olmayacağını (atılı suça ilişkin en üst sınır) ya da ceza kanunlarına göre cebir(zor ve şiddet) unsuru oluşmadığından teşebbüs dahi olmadığı anlaşılan eylemlere , fiil gerçekleşmiş gibi ceza verilemeyeceği,
* Aynı tür mahkemelerin gündeme aldıkları başka dava ve kişiler için derhal yasal düzenlemeye giderek bir tür dokunulmazlık yaratan siyasal erkin, kendileri için de bir “müzaheret” gösterebileceği,
*İlgili kurulun siyasi iktidarın eğilimlerine göre zaten “özel yetkili mahkemelerin” ve zaten “özel yetkilendirilmiş yargıçlarını” olur olmaz nedenlerle, ya da “işine gelmediği” algısı yaratacak biçimde tenzil-i makam ile görevine son vermeyeceği, mahkeme heyetleri yargı sürecinin en kritik aşamalarında değiştirilmeyeceği ,
Sanıklar, eş, akraba, dost ve yakınları bu beklentilerinde hayal kırıklığına uğradıkça yargıya olan güvenlerini dava sürecinde aşama aşama yitirmişler; dinsel ve uluslar arası boyutlar taşıyan bir davanın kurbanları oldukları, bunların “münferit çabalar değil, organize işler olduğu” kanaatini pekiştirmişlerdir.


-Kitap, ABD’den ithal edilen “Önleyici Şemsiye Dava- Düşman Hukuku Yargı Süreci” ni ayrıntıları ile açıklamaktadır.
Bu süreçte önce uygun ve olası “suçlular” bulunarak etkisiz hale getirilmekte, suç, daha sonra genellikle sanal yöntemler ve sahtekarlıklarla yaratılmaktadır. Davalar, genellikle bavullarla taşınarak ihbar edilen ve elleriyle konulmuş gibi bulunarak çuvallara tıkıştırılan tamamı imzasız bilgisayar çıktıları, digital sahtekarlıklarla dolu CD’ler, yine elleriyle gömülmüş gibi bulunan silah ve mühimmat, imzasız ihbar mektupları, “çamur at izi kalsın” usulü iftiralar, ne idüğü belirsiz kişilerin gizli tanıklıklarıyla başlatılmakta; bunların, hukuken geçersizliği her kanıtlandığında, “doğru yanlış,sahte,üretilmiş,düzenlenmiş bigilerin depolandığı havuzdan” derhal yenileri servis edilmekte ya da sanık lehindeki deliller, savunmanların iddiaları çürütmeleri sümen altı edilerek, sanıkların bilirkişi, tanık vb. talepleri karşılanmamaktadır.
Bu tür bir süreçte “kanıtlanamayan şüphenin sanık lehine olacağı” en temel hukuk kuralına yer yoktur. Sanık, engizisyon hukukunda olduğu gibi masumiyetini mahkemeye kendi kanıtlamak durumundadır.
Nitekim, suç aleti (Balyoz Planı ve planda yer alması gereken Cunta Teşkilatı) dahi, ortada olmayan(“Askeri Yargıtay Balyoz dosyasını mahkemeden üç kez istemiş, gönderilmeyince ilgili mahkeme hakkında suç duyurusunda bulunduğu halde dosya gönderilmemiştir. Gönderemezler, çünki yok”…)
Bütün bunlara rağmen, dava sürecinde kitabın yazarı da dahil olmak üzere sanıkların büyük bir bölümü görsel ve digital araçlara da başvurarak uzun ve ayrıntılı savunmalarla masumiyetlerini kanıtlama çabası içinde olmuşlardır.

Nihayet kitabın yazarı,bu şemsiye dava anlayışıyla verilen cezaların hukuka değil, “biz adamı böyle yaparız”, “ibret-i alem için”, “bir daha yapamayacak hale getirmek” gibi siyasi sloganlara dayandığını vurguluyor

Böylece,Türkiye ağır zayiat ve hasarla yargıdan sonra bir diğer önemli kurumu, Ordu’su üzerinden geri çekilmesine hızla devam etmiştir.

Kitabın Uluslar Arası İlişkilerle İlgili İlginç Saptamaları:

Kitapta uluslar arası ilişkilerle ilgili ilginç saptamalarda bulunmaktadır.

Bunlardan en önemlisi, soğuk savaş döneminde güney kanat ülkesi olarak NATO ve Avrupa için vazgeçilmez bir ülke olan Türkiye’nin, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra bir önemi kalmaması, NATO ve Avrupa’nın yeni güvenlik mimarisinde gelişen yeni NATO stratejileri çerçevesinde TSK’ nın küresel merkez ve bağlaşıklarının, uluslar arası terörizmin vatanı olarak ilan ettiği bölgelerde görev yapacak bir asker deposuna dönüştürülmesidir. Gerçi, T.S.K., Mehmetçik’in kanı pahasına olan bu yaklaşıma karşı daima direnmiş, operatif görevler almayarak, işgal edilen ülkelerin halklarına sağlık, eğitim, bayındırlık vb.sosyal yardım etkinliklerini, karargah, birlik ve sivil halkın yerleşim yerlerinin güvenliği gibi görevleri üstlenmiştir. Son tahlilde, “NATO ve AB işi düştükçe Türkiye’yi anımsamış ve fakat daima yumruk mesafesinde tutmaya çalışmıştır.”

Diğer önemli bir saptama, İsrail’e teatral biçimde kafa tutularak Arap halklarının gönlüne girilmesi girişimi, T.S.K.’nin bu ülkelerde boy göstererek, küresel merkezin çıkarlarına hizmet etmesine uygun düşecek ortamın hazırlanması çabasıdır. Ancak, “0” sorunla başlayan macera, Rusya’nın karşı çıkışıyla Polonya’ya konulamayan füze kalkanı’nın Kürecik’e konuşlandırılması, Irak ve “Ortadoğuya çıkışta Türkiye için ekonomik dahil her alanda çok büyük önem taşıyan Suriye”ye karşı egemenlik haklarına saygısızca davranılarak izlenen hasmane giderek saldırgan tutumla “Sırf Soruna” dönüşmüştür.

Diğer bir saptama Kürt Meselesi ile ilgili. Yazara göre demokratik açılımın en büyük yanlışı Kürt kökenli vatandaşların haklarını PKK ile özdeşleştirmek. Oysa hükümet sonunda “Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşların ihtiyaçları vardır.”noktasına gelmiştir.Yazar bu konudaki kanaatini şöyle vurguluyor: “keşke bunu en baştan böyle söyleseydi…”
Aynı konuda diğer bir saptama da devletin terörle mücadele ile teröristle mücadele arasındaki farkı algılayamayıp, “Askere ne istediyse verdik” mantığı ile hareket etmesidir.
Bu bağlamda dış politika, PKK’a ABD başta olmak üzere bir çok ülkenin terör örgütüne desteği vurgulanırken, dağa çıkışı önleyici olarak en azından bölgede ve ülkenin diğer gerice kalmış yörelerinde ağalardan başka kimseye yaramayan özelleştirmeler, teşvik uygulamaları yerine devletçi ekonomik politikalarla istihdam ve sosyal bütünleşmeyi sağlayacak fabrikalar, üretim tesisleri kurmak, Köy Enstitüleri’nin çağdaş versiyonları olabilecek yatılı bölge okulları ile ilköğretimi ve meslek eğitimini kurgulamak gibi sosyoekonomik yaklaşımlara değinilmemiş…

Sonuç ve Eleştiriler:

Eleştiriler, pek tabii ki yazıldığı çok zor koşulları içtenlikle betimleyen kitaba ya da yazarına değil, kitabın ortaya koyduğu Türkiye manzaralarının sorumlularına, geniş anlamda başta parçalanmış, giderek kitlelere umut veremeyen muhalefete ve nihayet hepimizedir. Ancak, sayın yazar için eleştiri değil de, keşke yapsaydı diyebileceğim bir durum var. Yazar kitabın bir çok yerinde daha görevdeyken kendisiyle özel olarak uğraşıldığını, sayısız tehdit, şantaj, ihbar ve iftiralardan haberdar olduğunu, çoğuna kıymet vermediğini ya da yaptırdığı kısa araştırmaların, sonuç vermemesi üzerine peşini bıraktığını belirtmektedir. Acaba bu gün geriye baktığında, T.S.K. nin en üst düzeyinde görev yaparken, elinde makamının verdiği bir güç ve yetki varken, kurumsal ilişkilerinden de yararlanarak bunların üzerine daha kararlı biçimde gitmesi gerektiğini düşünüp, düşünmediğini sormak isterdim.

-Doğal olarak ilk eleştiri ülkenin hukuk düzenine ve hukuk düzeninin bu hale gelmesinde katkıları bulunanlara ve de bu gidişata karşı etkisiz ya da seyirci kalanlara, kısaca yine hepimize… Ülkede bir devrim yaşanmadığına göre devrimlerin “de facto (fiili- kendiliğinden)” hukukundan söz edilemez.
Tam tersine, mahkumiyet haline dönüşmüş uzun tutukluluk süreleri, sayısız ciddi usul hatları, ben yaptım oldu mantığı ile malül bir yargı sistemi. İnsanlık ve hukuk tarihinde sayısız örnekleri bulunan Dreyfüs, Rosenbergler, Sacco-Vanzetti davaları, A.B.D.’de “Mccarthy” dönemi, yakın tarihimizdeki darbe mahkemeleri gibi tarihin dramatik sayfalarında yer alan, kamuoyu vicdanını ve adalet duygusunu derinden yaralaması ve “unutulmazlık” kazanarak toplumsal belleğe kazınması gereken bir darbe hukuku sürecini “arkası yarın” dizileri gibi izlemekteyiz.…

-İkinci eleştiri, daima tarihinden gelen ciddi bir deneyim ve birikimi olduğu söylenen devlete ve onun köklü olduğu söylenen kurumlarınadır. Kitapta ve yukarıda yazılanlar emperyalizmin doğası gereği anlaşılır şeylerdir. Anlaşılamayanı, petrol krizinden sonra 1970’li yılların sonlarından itibaren başlıyan neoliberal saldırı, küresel yayılma depreminin dünyayı alt üst edecek şiddetini sezecek ve algılayacak basiret gösterilememiş olması ya da bu durum algılanmış olsa bile geliyorum diyen bu tsunami serilerine karşı köklü ve etkin ulusal alternatif program ve projeler geliştirilmemesi, olay ya da felaket başa geldikçe gündelik politikalarla savuşturulmaya çalışılması, sonunda Suriye gelişmeleri ile bataklığın kenarına gelinmesidir. Bu eleştiri tüm devlete, ama asıl görevi bu olan şimdilerde iğdiş edilmiş MGK yanında siyaset kurumu, Dış İşleri Bakanlığı, T.S.K., Üniversitelere yöneliktir.

-Üçüncü eleştiri ise doğrudan T.S.K.’ne. T.S.K. bütün güçlü yanlarına rağmen, kendini özeleştiriye tabi tutarak çağın yönetişimsel, istihbari boyutlarını yakalamakta gecikmiş, küresel merkezlerin bölgedeki çıkarları için kendisini nasıl zorlayacaklarını ya sezememiş, ya da daha büyük bir olasılıkla sezmiş olsa bile alternatif plan ve önlemler geliştirememiş, ancak başına gelenleri “T.S.K.ne asimetrik psikolojik harp uygulanmaktadır.” paranteziyle açıklayabilmiştir. Atatürk’te ifadesini bulan ulus devlet yapısına karşı stratejik tehdit, siber tehdid, istihbarata karşı koymadaki dijital vb.zafiyet, iç dinamizm ve dayanışmasındaki olumsuz gidişat herhalde şimdilerde iyice anlaşılmıştır..

Oturduğu yerden bütün bunları yazmak kolaydır, denilebilir. Ama, yazılmalıdır.

Peki, şimdi neler olacak?

Gerekçeli kararın açıklanmasından sonra, bir yıl kadar sürebilecek bir temyiz süreci, karar onanırsa anayasal hak ihlalleri nedeniyle anayasa mahkemesi ve uluslar arası insan hakları mahkemesi süreçleri…

Karar onanmaz ise yeniden mahkeme süreci…Peki, bu insanlar kaç yaşındalar…

Bir ihtimal daha var… Zaten, ortamın uzun zamandır bu ihtimale göre hazırlandığını söyleyenler var… Şimdilerde koro halinde telaffuz edilen P.K.K. ve K.C.K.’ı da kapsayacak bir genel af…İyi de, diğerleri ile aynı kaba konularak, aklanmaksızın birilerinin inayeti olarak algılanacak bir genel af, kırılan onurları, maddi, manevi çöküntüyü onarıp, vicdanları tatmin edebilecek mi? “Kırk katır mı istersiniz, kırk satır mı?” durumu…

Peki, bu durum, halen görevde olan Silahlı Kuvvetler mensuplarını, asıl gücünü yüksek moralinden ve halkının kendisine duyduğu güvenden alan bir Orduyu nasıl etkilemekte? Başına gelmedik şey kalmamış bir ordunun sorumluluk ve görev şevk, heyecan ve azmi önce toplumsal, sonra siyasal empatiye muhtaç… Hem de küresel jeopolitik dayatmalarla ateş çemberi içine sokulmuş, terörle boğaz boğaza mücadele eden bir ülkede…Son söz halkın ve kamuoyu vicdanının…


Sonuç olarak, ünlü bir yazarımızın dediği gibi “O.K. Musti Türkiye tamam!” mı?

Değil. Devlet ve kurumlarının gösteremediği basireti galiba halk, kamuoyu vicdanı 19 mayıs, 29 Ekim derin dip dalgaları ile göstermekte… Savaş karşıtlığı ve dünya halkları arasında küresel merkez karşıtlığında en ön saflarda yer alarak göstermekte… Siyasi erki, devlet ve kurumlarını çok ciddi biçimde uyarmakta...Bu uyarıların yararı olur mu? Öyle görünüyor ki; olamıyor ve olamayacak. Varlık nedenlerinin Atlantik ötesi “angajman”lar olması, ülkeyi dönüştürme yolundaki inatları “köprüden son çıkışı” kaçırdıklarını, geri dönüşü olmayan bir yola girildiğini, iktidarlarının sürdürülmesi için toplumsal kamplaşmanın tırmandırılmak ve toplumun kesin bir hesaplaşmaya doğru sürüklenmek istenildiğini gösteriyor.

Ve galiba, Türkiye tarihinin en uzun geri çekilmesinin bir bozguna, ulusal bir felakete dönüşmesini engelleyecek olan, şu anda eksik olan cesur bir liderlik önderliğinde, kitlelerin katılımını giderek daha da genişletecek olan eşanlı ve eşgüdüm sağlayan yakın geçmişin başarılarını ve de özeleştirisini de içeren bir plan-program ve nihayet yurtsever ve sağduyulu kadrolar öncülüğünde milli bir hükümet olacaktır.


*Yazı Sn. Org. Ergin SAYGUN’un şahsında tüm hukuk dışı davaların mağdurlarına ithaf edilmiştir.

.
Kullanıcı küçük betizi
Noyan Umruk
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 1067
Kayıt: Pzr Mar 08, 2009 13:39

Şu dizine dön: Dr. Noyan UMRUK

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x