Düğün Dağı’nın Gelinleri / Abdullah AĞAR

Düğün Dağı’nın Gelinleri / Abdullah AĞAR

İletigönderen Balasagun » Pzt Oca 18, 2016 17:44

DÜĞÜN DAĞI’NIN GELİNLERİ

Bilir misin Elif’im, Ben Şimdi Ne Yapıyorum?


Resim
Düğün Dağına çıkıyorum Elif’im. Düğünümüzün Dağına çıkıyorum. Tim Komutanı çok çıkmış bu Dağa. İyi biliyor orasını. Peki, yola çıkarken, ne dedi bilir misin bize? “Bu gece ‘Düğün Dağı’nın Gelinleri’ olacağız” dedi. Bir de “Ölürsek şehidiz, kalırsak gazi!” Helalleştik sonra. En önde, uçta şimdi. Doruğun altına gelince, çağıracak bizi. Tertibi alıp, basacağız yukarı. 17 kişi, 17 koldan dalacağız. Komandoyuz biz Elif’im. Dahası, ismini Atatürk’ten alan ATA timiyiz. Bu gecenin sabahında biz de Düğün Dağının gelinlerinden olacağız. Mendilin gibi ak pak olmasak da, mendilindeki beyazdan olmaya bakacağız. Belki de masum beyazlıktan gelen, ayla yıldızın gölgesindeki kızıla boyanacağız.

Bilir misin Elif’im? Görevden önce mektup yazdım sana… Sonra da görev saatinde, gittim geri aldım yazıcıdan. Yazdıklarımın seni endişelendireceğini düşünüp, korktum bir an.

Ne yapayım, arkadaşlara uymuşum Elif’im.

Resmine baka baka yazıvermişim;

“Sevme beni kızım. Ben Askerim. Toz toprak kokarım. Elini uzatsan, silah gibi tutarım. Gözlerime bakma, düşman gibi bakarım. Uyku, durak bilmem, nöbet tutarım. Gece gelme, parola işaret sorarım. Disko dans bilmem, yürüyüş kararı sayarım. Çünkü ben komandoyum. Ateş ve kan kokarım!”

Bu, dağların asker tekerlemesidir Elif’im. Dağlardaki askerlerin mektup kâğıtlarında yazan, özlem tekerlemesi. Yırttım sonra, geçtiğimiz dereye savurdum. Çok kızıyor tim komutanı… Üstümüze, künyemizden gayrı, özel hiçbir şey aldırmıyor. “Teröristlerin eline geçerse, kirletirler” diyor.

Şimdi, sırf bu yüzden fotoğrafın da yok Elif’im. Şu dağda fotoğrafına bile bakamıyorum. Sakladım onu da, üs bölgesinde kalan izin çantamın en altına. Mendilin koynumda ama. Tim Komutanı kızsa da, bağırsa da, ‘sana söz verdiğim gibi’ hiç ayırmadım, ayırmıyorum üzerimden…

Peki, sen, bütün heybetiyle karşımızda dikilip de karanlıklara saklanan şu Düğün Dağı’na neden çıkıyoruz, bilir misin Elif’im? Komutanların anlattığını ben de anlatayım sana… “Dokunulmazlarımıza el sürülmesin diye, bütün masumların canı, malı, namusu, din ve vicdanı bize emanet diye, öğretmenler bayrak direğine asılmasın, kundaktaki bebeler kurşunlanmasın diye, binlerce yıllık emanete halel gelmesin, vatan üzerine oynanan oyunlar bozulsun diye, bu tezgâhı, bu kahpeliği, bu ihaneti yok etmemiz gerektiği için çıkıyoruz…” Elif’im…

Bunun için Kuran’ın, bayrağın, silahın, şeref ve namusun üzerine yemin ettik biz… Sen de iyi bilesin ki Elif’im; önemli olan biz değil, ülkemiz, bayrağımız ve onurumuzdur.

İşte bu yüzden ayaklarımı yıkayamıyorum, çoraplarımı değiştiremiyorum Elif’im… İşte bu yüzden senin sesini duyamıyor, senin yüzünü göremiyorum. Dinleyip duruyorum, sessizliğin sesini… Görmeye, kokusunu almaya, haddini bildirmeye çalışıyorum ihanetin… Akordu bozulmuş bir saz gibi dinleyip duruyorum, çıkmasını hiç istemediğim halde, çıkartmak zorunda kaldığımız, bize ait sessiz sesleri…

Sonra?.

Sonra birden tüm sesler kesiliveriyor Elif’im… Bedenim, iş makinesinin gövdesini çekip koparttığı, kökü toprakta kalan ağaç gibi… Canı toprakta kalmış, kuruyacak bir kök gibi… Bıçağın ekmeği, tırpanın başağı, pensenin kabloyu kestiği gibi. Çocuğun kağıdı yırttığı, hâkimin hükmünü yazıp da kırdığı kalem gibi… Zamanın durduğu bir andayım Elif’im. Osman’ın, Karabela’nın, Şadi uzman’ın, telsizlerin, ayakların, sırt çantalarının, yarasa kanatlarının, sinek vızıltılarının, çekirge kaçışlarının, rüzgârın sesi hepsi bir anda bitti. Zamanın donup kaldığı, kulaklarımın duymadığı, kapanmış gözlerimle bir başka âlemdeyim sanki…

Gözlerimi açtım sonra. İyi, ama ben neden önümdeki Osman’ı değil de, gökyüzünü görüyorum? Karanlık çözülmeye mi başlamış? Yere düşmüş olduğumu anlıyorum, birkaç saniye sonra… Havada kaç takla attığımı ise, hiç bilemiyorum.

Bir tek kesif bir barut ve yanık et kokusu duyuyorum. Yüzümün toprak parçalarıyla kaplandığını fark ediyorum sonra sonra… Temizlemek için ise, hiç uğraşmıyorum.

Arkadaşlarımın bağırarak koşuşturduğunu görüyorum karanlıkta… Ama kulaklarımdaki çınlama ve uğultudan seslerini duyamıyorum… Ama duymaya başlıyorum sonra… Ayağa kalkmaya çalışıyorum, ama başaramıyorum.

Yine birkaç saniye sonra arkadaşlarımın sesleri arasında “Mayın(!?)” kelimesini ayırt ediyorum ve tekrar kalkmaya çalıştığımda ayağımdaki yoğun ağrıyı fark ediyorum.

Bakıyorum Apansız…

“Ayağım yok! Ayağım Yok, Elif’im!?”

Yok, ama neden hâlâ ağrıyor?


İnanamıyorum, anlayamıyorum… Ne olduğunu anlamak için bakıyorum tekrar… Parçalanmış, kanımla ıslanmış, yanmış pantolonumun ve kopmuş ayağımın farkına varıyorum asıl bu an… Peki, nerede postalım? Postalsız ne yaparım ben? Peki, ayağıma yapışmış çorabım, böceklerin ısırdığı asker yaralarım nerede? Özümün suyu toprağa sızıyor Elif’im… Kanım değil, canım akıyor sanki… Umduğum, hayal ettiğim geleceğim akıyor.

İşte asıl bu an, her şey yeniden başlıyor şimdi…

Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Bağırıyorum, bağırıyorum… Nefesim bitiyor sonra… Sonra, yeniden nefes alıyorum ve tekrar bağırmaya başlıyorum. Sonra yine nefesim bitiyor ve yeniden, yeniden ve yine. Bilir misin Elif’im, aslında ben, ağrıyan yüreğimin sesini kesmek için haykırıyorum.

Yanıma ilk Osman geliyor. “Fazla bir şey yok, sadece küçük bir yara…” gibisinden sözlerle, dakikalarca avutmaya çalışıyor beni… Ama ben Osman konuşurken de, sıhhiyeciler başımda toplanmışken de, helikopterle hastaneye götürülürken de, artık bir ayağımın olmadığını biliyorum. Ve hep bir soru çınlıyor kafamın içinde…

“Neden ben, neden ben, neden ben?”

“Nerede Abdullah üsteğmenim? Nerede tim komutanı? Nerede diğer arkadaşlarım?”

Başucuma eğilmiş, yüzüme su döken Tahra astsubayım konuşuyor. “Gelecekler…” diyor. “Abdullah komutan da gelecek… Düğün Dağını tutup, hemen gelecekler…”

Nedense bunu hemen anlıyorum Elif’im… Biliyorum… Mayın patlayınca, sızma açığa çıkınca hücuma kalktıklarını… Benim için, bizim için namluları doruğa diktiklerini.

Peki, ben çıkamayacak mıyım Düğün Dağına? “Düğünümüzün Dağına…” çıkamayacak mıyım?

Kıvranıyorum acıların, ağrıların içinde… Ağlayarak bağırdım bir kez daha… “Komutanımmm, Allah’ım, Anammm…”

Elif?

Elif’im, seni sayıklarken çıkmıyor sesim… Belki de duymasını istemiyorum bizimkilerin… “Elif… Elif’immm…”

Abdullah üsteğmenim geldi, çok sonra… Taa, uzaktan gördüm onu… Geldi geldi, durdu sonra da… Yanaşmadı yanıma… Oradan bakıp durdu bana… Sonra da dönüp gitti, Elif’im…

Gelmedi Elif’im… Gelemedi tim komutanı yanıma… Neden gelmediğini bilsem de, gelmedi işte… Ağlıyordu Elif’im… Abdullah komutanım, bana ağlıyordu.

Ben de ağlıyordum Elif’im… Biliyorum kimse bana göstermiyordu, ama arkadaşlarım da ağlıyordu Elif’im…

Geldi sonra Abdullah üsteğmen… Dimdik durdu karşımda… Konuşmadı önce… Konuşamadı sanki… Yeşil gözleri bir garipti. Koyuydu, kopkoyuydu… Kara gibiydi. Yüreği boğazına, ağzına dayanmış gibiydi sanki… Sert sert konuştu sonra… “Gaziliğin mübarek olsun…”

Gene ağlayacaktım ya, bu sefer ağlamadım Elif’im… Komutanım bana ‘Gazi…’ deyince ağlayamadım. Nutkum da tutuldu Elif’im… Sanki yüreğim göğsüme sığmaz oldu. Yutkunmayı bile beceremedim. Ağlamadım, ağlayamadım ya gözyaşlarım yanaklarımı ıslattı sonra… Bilir misin Elif’im, ben kendimi bildiğimden beri, böyle tomurcuk tomurcuk ağlamamıştım hiç…

Başımı okşadı Abdullah üsteğmenim… Alnımdan öptü kaç kez…

“ ‘Düğün Dağının gelinlerinden…’ olamadık be komutanım…” dedim ona.

“Asıl sen oldun oğlum…” dedi. Sesi acıyordu sanki… “Asıl sen oldun oğlum… Asıl sen oldun…”

İşte o zaman, aklıma “Anamın elime yaktığı kına…” geldi Elif’im… Hani şu utanıp, sıkılıp arkadaşlarımdan saklamaya kalktığım kına… “Anam…” aklıma geldi Elif’im… Beni böyle görünce, anamın ne yapacağı aklıma geldi. Bir de buna ağladım Elif’im… “Artık sen de kınalı bir gelinsin oğlum…” dedim, kendi kendime…

Sonra ne oldu, bilir misin Elif’im… Abdullah üsteğmenim bir kaleş kasaturası verdi bana… “Tut bunu…” dedi… “Bırakma hiç…”

Ben de sıkı sıkı tuttum kınını…

Hırsla çekti kasaturayı, tim komutanı…

Hırsla, bitmeyen gücümle tuttum ben de kınını… Kendimi metal kını buruşturacak kadar güçlü hissettim Elif’im…

Kaleş kasaturasını götürüp benim kanıma buladı.

Sonra da; “Yalayın…” dedi…

Herkes Benim Kanımın Tadına Baktı Elif’im…

Timdeki bütün arkadaşlarım, toprağıyla kasaturaya bulaşmış benim kanımın tadına baktı. Hatta diğer timlerden olanlar bile… Kendi de yaladı sonra, bana da yalattı en son…

İşte böyle Elif’im… İşte yatağımın başucundan hiç ayırmadığım, “Hayatımın en güzel hediyesi…” dediğim ve bir tek seninle paylaştığım kasaturamın hikâyesi bu…

Helikopter beni alıp götürürken, bütün arkadaşlarım bana el sallıyordu Elif’im… Hatta ben mayına bastıktan sonra, canlarını hiçe sayıp Dağa hücum eden “Düğün Dağının gelinleri…”, en doruğa çıkmış, onlar da el sallıyordu. Onlar ATA-2’nin komandolarıydı Elif’im… Benim can, silah, onur, kol arkadaşlarımdı. Hepsi de kayaların en üstlerine çıkmışlardı. Hepsi G-3’lerini havaya dikmişlerdi. Onları böyle görünce, gönlüm bir hoş oldu Elif’im… Dağların doruğunda onların beni böyle uğurladığını görünce, namluların baş üstüne kalktığını görünce; “Başlarını dik, göğüslerini gergin, bacaklarını ayrık, ayaklarını sağlam basar görünce…”, bir hoş oldu içim… Yüreğim göğsüme, yaşlar gözlerime sığmaz oldu bir kez daha… Ağladım Elif’im… Hem de bu sefer kapıp koyuverdim kendimi… Bağırıyorlardı Elif’im… Ne dediğini bilmiyorum, ama şeridi takılı 11 buçukluk derya kuzusu MG-3’ü tek eliyle havaya dikmiş bizim Naci Uzman da, bağırıyordu bir şeyler…

Biliyordum Elif’im… Onlar bizim sessiz ağıtımızı haykırıyorlardı.

Onlar şaha kalkıp, sonra ayağa kalkmayı hak edenlerdi. Onlar kendimize has bir uğurlamayla, beni yolcu eden ATA-2’nin Türk Komandolarıydı.

İşte ben dağı, böyle bitirdim, en son böyle gördüm dağı ve aklımdan hiç çıkaramadım.

Abdullah AĞAR, 16 Ocak 2016

Düğün Dağı:
Türkiye-Irak sınır hattı Şırnak Ortasu yakınları
37° 18 dk, 52 sn. KUZEY
42° 57 dk. 22 sn. DOĞU
Üst rakım: 2250 m.
“Efendiler, aziz milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki aslî cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an feragat etmesin”
Kullanıcı küçük betizi
Balasagun
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 3523
Kayıt: Cum Eki 17, 2008 13:18

Re: Düğün Dağı’nın Gelinleri / Abdullah AĞAR

İletigönderen Balasagun » Pzt Oca 18, 2016 17:54

ABDULLAH AĞARResimSavunma ve Güvenlik Uzmanı, Yazar

1989 yılında Kara Harp Okulu’ndan mezun oldu.

Komando Tugaylarında ve Özel Kuvvetlerde tim, takım ve bölük komutanlıkları yaptı. Görev yaptığı yerler arasında Cudi, Gabar ve sınır hattı dağları başta, Bestler-Dereler, Besta-Meryem, Deve Geçidi, Lice, Kulp, Ergani, Dicle ve Baykan kırsalı sayılabilir.

Siirt, Şırnak ve Diyarbakır’a bağlı bu alanlarda görev yaptığı dönemde Irak’ın kuzeyine yapılan bütün sınır ötesi harekâtlara katıldı Bunlardan birinde belinden üç kurşunla yaralandı.

2010-2014 yıllarında tekrar Irak’taydı. Bağdat merkez olmak üzere, Ninova-Musul-Telafer, Tamim-Kerkük, Selahattin-Tuzhurmatu, Diyala-Bakuba, Anbar, Erbil, Süleymaniye, Duhok ile Şiiliğin kutsal alanlarına (Necef-Kerbela) sayısız seyahati oldu.

IŞID ve IRAK “Beled el-Nifak vel Şikak”
5. TİM “Güneş Doğsun İsteriz”,
ÖLÜM DAĞLARI BEKLER “Cudi Dağı”
TÜRK KOMANDOLARI “Silahın Zülfikar’ın Olsun Mehmetçik”
TOPRAK MEHMET’E SUSAMIŞSA “Ülkem Bayrağım Onurum”
BASKIN “Biz Bu Dağların Erleri”
kitapları başta olmak üzere etnik, mezhepsel ve radikal terörü konu edinen pek çok kitap ve yazı yazdı.


Resim Resim Resim
Resim Resim Resim
“Efendiler, aziz milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki aslî cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an feragat etmesin”
Kullanıcı küçük betizi
Balasagun
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 3523
Kayıt: Cum Eki 17, 2008 13:18


Şu dizine dön: Gazete Köşe Yazarları

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 2 konuk

x