Dün ve bugünden seçmeler | 24-25.12.2008

Dün ve bugünden seçmeler | 24-25.12.2008

İletigönderen kgursu » Prş Ara 25, 2008 21:34

Gözünüz doysun

ahmethakan@hurriyet.com.tr



ŞUNCA zamandır tek başınıza hükümet ediyorsunuz... Çankaya'ya bayrağı diktiniz... Valileri siz atıyorsunuz... Emniyet müdürlerini siz belirliyorsunuz... Meclis'in kahir ekseriyeti sizde... YÖK Başkanlığı'na kafa dengi birini getirdiniz... Yüksek yargıçları da belirlemeye başladınız...

Kısacası...

"Muktedir olmanın hazzı"nın doruklarındasınız...

Peki yetmedi mi?

Yetmiyor mu?

Bırakın, İstanbul Üniversitesi Rektörü de "cemaat"ten olmayıversin...

Olmuyor mu? Olamıyor mu?

* * *

İstanbul Üniversitesi'nde seçim yapılmış...

Öğretim üyeleri en fazla oyu Prof. Ali Akyüz'e vermiş...

O Prof. Ali Akyüz ki...

Çalışkan, herkes tarafından saygı gören, katı ideolojik bir tutumu olmayan, "Kemal Alemdaroğlu'nun adamı" falan olamayacak kadar kişilik sahibi, mesleki başarıları takdir edilen, ilkeli, mesleğine tutkun, "Ergenekonculuk" ile uzaktan yakından ilişkisi bulunmayan bir bilim adamı...

Ama bir kusurcuğu var: Cemaatten değil...

Ne yani?

Devri iktidarınızda cemaatten olmayana ekmek yok mu?

Cemaatten olmadığı için daha fazla oy aldığı halde onu atamayacaksınız da, daha az oy aldığı halde cemaatten olanı mı atayacaksınız?

Söyler misiniz?

Nerede duracak şu sizin "ille de eşi başörtülü biri olsun" takıntınız?

Nerede duracak şu sizin "ille de bizim gettodan biri olsun" inadınız?

Nerede duracak şu sizin "ille de eskiden beri tanıdığımız biri olsun" tutkunuz?

* * *

Sizin bu yaptığınızı vaktiyle Kemal Gürüz ile Ahmet Necdet Sezer yapmıştı da demediğinizi bırakmamıştınız...

Demek ki sizin derdiniz "ilke" falan değilmiş...

Demek ki o zamanlar içten içe "Hele bir iktidara gelelim... Aynısını yapacağız" diye yanıp tutuşuyordunuz?

Demek ki siz de...

Haksızlığa uğradığında "Yandım Allah" diye bağıran, ama "muktedir" olduğunda aynı haksızlığın kralını yapanlardanmışsınız...

* * *

En çok oy alan Prof. Ali Akyüz ile daha az oy alan Prof. Yunus Söylet arasında ne fark var?

İkisi de başarılı... İkisi de çalışkan... İkisi de şaibesiz... İkisi de rektörlüğe layık... İkisi de dürüst...

İkisi arasında bir tercih yaparken hangi kıstası uygulayacaksınız?

"Daha çok oy alma" kıstasını mı?

"Cemaate mensubiyet" kıstasını mı?

Eğer cemaate mensubiyet kıstasını uygulayacaksanız...

Nerede kalacak sizin o meşhur, "sandıktan çıkana saygı"yı temel alan yaklaşımlarınız?

"Yetkim var... Yetkimi kullanırım... Her yere olduğu gibi, İstanbul Üniversitesi'nin burçlarına da bayrağımı dikerim kardeşim" mi diyorsunuz?

Ne diyeyim? Allah gözünüzü doyursun...

Âlem adamsın Cüppeli

"Komik-i şehir" Cüppeli Ahmet Hoca, "Önümüzdeki günlerde Noel tehlikesi var" diye başladığı yeni vaazında yine esip gürlemiş...

Yılbaşında eğlenecek olanlara, "Kafire benzemiş olursunuz... Zinhar dinden çıkarsınız" falan demiş...

Kafirin yaptığını yapmak, adamı kafir yaparmış Cüppeli'ye göre...

Yahu bu Cüppeli değil miydi, kefere icadı "jet ski" denilen aletin tepesine binip Malta'da fink atan?

Bu "Cüppeli" değil miydi, gavurun sefa düşkünlüğüne meyledip beş yıldızlı otellerin plajlarında sefa süren?

Bu "Cüppeli" değil miydi, garip gurebaya "televizyon seyretmek günahtır" diye fetva verip, evinin başköşesine kocaman "plazma" asan?

Hiç merak edilmesin...

Eğer bunları yaptığı için bizim Cüppeli'nin imanı gitmediyse...

Eski yılın bitip yeni yılın başladığı gece, fındık fıstık yiyip televizyon seyrederek eğlenen vatandaşımızın da imanına bir şey olmaz...

Siz böyle yaptıkça

"ERMENİLERDEN özür diliyorum" diye kampanya başlatan aydınlar hakkında...

"Vatan hainleri" falan diyorsanız...

"Aydın bozuntuları" diye hakaret ediyorsanız...

"Erivan'dan emir alıyorlar" diye iftira atıyorsanız...

"İçimizdeki diaspora" diye saldırıya geçiyorsanız...

"Ne dedin sen... Ne dedin sen..." diyerek babalanıyorsanız...

Neden itiraz ettiğinizi medeni bir şekilde ifade etmek yerine...

Hedef gösteriyor, tehdit ediyorsanız...

Farklı düşündüğünüzü söyleyip nezaket sınırları içinde eleştiriler yöneltmek yerine...

"Hesap sorulacak" gibi laflar ediyorsanız...

Biliniz ki...

Aslında şöyle bir şey demiş

oluyorsunuz:

"Demek atalarımızın Ermenileri kestiğini ima ediyorsun ha... Sus, yoksa keserim lan o dilini."


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

İletigönderen kgursu » Prş Ara 25, 2008 21:52

Yunus Söylet Hoca'ya şimdiden başarılar!

aabir@bugun.com.tr



İstanbul Üniversitesi'ndeki rektör seçimleri hâlâ gündemde... (Rektör atanana kadar da gündemde olacak) Oysa şu anda devlet üniversitelerindeki en önemli sorunu "rektör seçimi" değil verimlilik... Yani üniversitelerin kendilerine sağlanan para, insan, malzeme kaynakları ile ne kadar nitelikli insan yetiştirdikleri, ne kadar nitelikli araştırma yaptıkları...

Hatta Türkiye'nin sorunu devler üniversitelerinde "verimlilik" bile değil...

Sorun artık "Nasıl bir üniversite?"... Niye dört yıl? Niye duvarlar arasında eğitim? Niye uygulamadan uzak bir eğitim? Nasıl bir hocalık? Nasıl bir ders yapma biçimi? Ama gelin görün ki "kaos yaratmakta" üstüne olmayan biz Türkler üniversite sorununu rektör seçimlerine, oradan da "son kale de gidiyor" tartışmasına getirdik...

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de anımsarsanız bu iş "Atatürk'ün koltuğuna" kadar gelmişti... Sevgili laik, laikçi, cumhuriyetçi arkadaşlar...

Şu anda rektör seçimiyle ilgili madde silahlı kuvvetlerin tehdit olarak algıladığı mihrakların (şeriatçı, bölücü) gibi rektör olmalarını engellemek için konmamış mıydı? Yıllardır üniversitelerden çıkan sonuçlar objektif olmayan ölçütlere göre hem YÖK'te, hem de Cumhurbaşkanlığı makamında "keyfiyete" bağlı olarak değiştirilmemiş miydi? O zaman sesiniz çıkmış mıydı? Şimdi niye isyan ediyorsunuz? Yasa aynı yasa...

Üstelik de aradaki fark değil... Yüzde olarak bakarsanız devede kulak...

Yasa fark bundan fazla olduğunda bile hem YÖK'e hem de Cumhurbaşkanı'na "keyfi" yetkiler vermiyor mu? İnsanlar da yetkilerini kullanıyor...

Peki size ne oluyor? Gerçekleri niye isteklerinize göre çarpıtıyorsunuz? Gerçek şu andaki rektör seçimi düzeninin "çok devletçi" ve "çağdışı" olduğu ve bir an önce değiştirilmesi gerektiği...

Kendi düşen ağlamamalı... Yunus Söylet Hoca'ya rektörlüğü döneminde başarılar dilerim...

Bakalım laik, laikçi ve cumhuriyetçi arkadaşların bundan sonraki "son kale tartışması" ne ile ilgili olacak...

Merakla bekliyorum...



[img]http://www.bugun.com.tr/images/logo.png[/img]
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Dr. dedi ki...

İletigönderen kgursu » Prş Ara 25, 2008 23:10

Dr. dedi ki...

bcoskun@hurriyet.com.tr



AYNI zamanda ekonomi doktoru olan Başbakan dün dedi ki:

"Ekonomi noktasında kriz var diyorlar..."


Dinleyen partililer "Aman Allah’ım bu ne iftira... Hangi kendini bilmez yaptı bu terbiyesizliği?" anlamında gözlerini açıp sağa-sola baktılar.

Doktor devamla:

"Bu psikolojiktir..."

Buyrun...

Doktor dediğine göre; demek ki bir dellenmek söz konusu... Ekonomide kriz yok, ama insanlara varmış gibi geliyor...

Tıp dilinde buna şey diyorlar:

Zırzopomani...

Tabii ki doktor doğrusunu biliyordur, dedi ki:

"Bunu körükleme gayreti içinde olanları da görüyoruz..."

Dinleyenler gözleri yanında bu sefer ağızlarını da "O" biçiminde açıp "Oooo... Bu kadar da olmaz yani..." dediler.

*

Daha geçen gün "Ben ülkenin doktoruyum... Bir doktor hastanın durumu ne kadar kötü olursa olsun, durumun çok kötü, gidiyorsun demez... Henüz ölüm sinyali vermeyen hastaya kefen hazırlayan doktor gördünüz mü?.." diyerek doktorluğunu kanıtlayan doktor, bir türlü o sinyali almıyor.

Bir yatırımcı eğitimcimiz, ödemelerini yapamayınca önceki gün intihar etti... Aynı gün iflas eden bir tanınmış tekstilcimiz de kendi yaşamına son verdi...

Bence Dr. onları çağırıp görüşebilir.

"Sinyal" vermedilerse, demek ki kahve içebilirler...

*

Dr. diyor ki:

"Tüm bunlar psikolojik..."

Yani kriz yok, bize öyle geliyor. Ve Dr. tedaviyi söylüyor "kriz var" diyen dellenmişlere:

"Şimdi şu an itibariyle bunları fırsata çevirme imkânı noktasına gelmemiz lazım..."

Hımmmm...

Yani o zaman ölümcül hastaya kefen değil de, diyelim ki smokin gibi bir şey...

*

Ne yapalım?

Kriz psikolojikmiş ve dellendiğimize karar veren Dr. böyle diyor.

Aha bakın...

Bakın şu an bile...

Şu an bile bir şey oluyor, bana sanki kriz varmış gibi geliyor...


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Benzin Türklere 2.74 YTL’ye yurtdışına 45 YKr’ye satılıyor

İletigönderen kgursu » Prş Ara 25, 2008 23:15

Benzin Türklere 2.74 YTL’ye yurtdışına 45 YKr’ye satılıyor

skizilot@yaklasim.com



TÜRKİYE’de üretilen benzinin, yarısını tüketip yarısını ihraç ettiğimizi biliyor muydunuz?

Rafineri çıkış fiyatı 45 Yeni Kuruş olan bu benzinin, pompa satış fiyatı 2.74 YTL. Başka bir anlatımla, Tüpraş’ın litresi 45 Yeni Kuruşa sattığı benzini, İstanbul’daki vatandaş 2.74 YTL’ye alıyor.


Türkiye’de üretilen benzinin yüzde 50’si (yurt içinde satılamadığı için) yurtdışına örneğin ABD’ye satılıyor. Yurtdışındaki alıcıya Türkiye teslim fiyatı ise 45 Yeni Kuruş!..

VERGİSİ YÜZDE 425 OLDU

Tablo-I’de de görüldüğü gibi, 8 Temmuz’da benzinden alınan vergilerin rafineri çıkış fiyatına oranı yüzde 180 idi. Bu oran 17 Aralık itibariyle yüzde 409’a fırlamıştı.

24 Aralık 2008 itibariyle, alınan vergilerin, benzinin rafineri çıkış fiyatına oranı, yüzde 425’e çıktı!..

Bu oran motorinde sırasıyla yüzde 103 ve yüzde 197 idi. 24 Aralık 2008 itibariyle de yüzde 208 oldu.

BENZİN OLAYI ÖNEMLİ

Tablo-II’den de fark edileceği gibi, Türkiye’de benzin tüketimi her yıl azalıyor buna karşılık motorin ve Oto LPG tüketimi artıyor.

Motorin ve Oto LPG’ye olan talep artışı, bunların vergileri ve fiyatının benzinden düşük olmasından kaynaklanıyor. Böyle olunca, Türkiye’de üretilen ve 2.74 YTL’ye satılamayan benzinin yarısı 45 Yeni Kuruşa yabancı ülkelere satılıyor.

Dönüp bakıyoruz; İngiltere, İsveç, İspanya, Romanya, Polonya, İrlanda, Macaristan, Yunanistan, Bulgaristan, Avusturya ve daha birçok ülkede, benzinin satış fiyatı, motorinden daha düşük.

ÇÖZÜM NE?

Çözüm çok basit.

Benzinin ÖTV’si indirilsin. Örneğin; benzin vergiler dahil 2 YTL’ye satılırsa, yurtdışına 45 Yeni Kuruşa satılan benzin, Türkiye’de daha yüksek fiyata değerlendirilir. Böylece Devletin vergi gelirleri de artar.

Türkiye’de tüketilen LPG’nin yüzde 80’i, motorinin ise yüzde 47’si ithal ediliyor. Önerimize uyulursa, yurtdışına fazla dövizimiz gitmez. Yabancı ülkelere 45 Yeni Kuruşa satılan benzin, Türkiye’de bundan daha yüksek ama bugünkünden daha düşük bir fiyata satılır. Ayrıca çevre kirliliği de azalır.

Sonuçta hem devlet hem de vatandaş kazanır...

Resim



Kanada’dan bir okuyucu mektubu

TÜRKİYE’deki vergi sistemine ve özellikle de benzin fiyatlarındaki ayarlamalara bir türlü aklım ermiyor.

Birkaç ay evvel Türkiye’ye tatile gitmeden önce Kanada’da, benzin fiyatlarında petrolün varilinin yüz küsur dolara çıkmasıyla büyük bir artış olmuş, litresi 1.20 dolar civarına erişmişti (Türkiye’de o zamanlar benzin 3 Kanada dolarına yakındı).

Millet ayağa kalktı benzin fiyatının bütün ekonomiye, maliyetlere yansıyacağını ve rekabet güçlerini kaybedeceklerini söylediler. Kısa bir süre içinde hükümet halkını dinleyerek fiyatları indirdi ve benzin bir dolar civarına geldi.

Dün akşam Kanada’ya döndüğümde benzin fiyatının (petrolün fiyat düşmesiyle orantılı olarak) düşerek 67 sent civarına geldiğini hayretle gördüm.

Halbuki Türkiye’deki siyasiler, petrol fiyatının üçte bire düşmüş olmasına rağmen halkın "Neden hala benzin vs. çok yükseklerde" feryatlarına, "Bu fiyat düşüşü bize ancak 3-4 ay sonra yansır" dediler. Millet daha fazla ısrar edince de yüzde bir kaç nispetinde indirdiler.

Şimdi düşünüyorum, petrol arttığı zaman hükümet anında benzine zam koyarken, petrol düştüğünde nasıl oluyor da hükümet sözcüleri "Bu bize 3-4 ay sonra yansır" diyorlar?

Bizler hakikaten bu kadar saf mıyız?

TARIK KARSLI

(Ottawa, Kanada)


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Kerizleyen sayaççı, Edirne’den de çıktı!

İletigönderen kgursu » Prş Ara 25, 2008 23:19

Kerizleyen sayaççı, Edirne’den de çıktı!

ndogru@gazetevatan.com



Parti ayırmıyor. İsim seçmiyor. Ankara’da takıyor. Edirne’de çıkıyor. AKP’li Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’le anlaşarak Ankara halkına “dünyanın en pahalı ön ödemeli doğalgaz sayacını” satmayı başaran Elektromed, CHP’li Belediye Başkanı Hamdi Sedefçi ile anlaşarak Edirne halkına da “ön ödemeli su sayacı” takıyor.

2 günümü ayırdım.

Dikkatle okudum.

“Edirne Belediyesi Su Arıtma ve İmtiyaz Hakkı’nın Devri İhalesi Yolsuzluk Davası” iddianamesini Edirne Cumhuriyet Savcısı Mahmut Kaan Yüksel yazmış.

Tam 105 sayfa yazmış.

Çevir çevir oku.

Belgeler, kanıtlar.

Telefon dinlemeleri.

İfadeler, itiraflar.

***


Model aynı, ister Ankara’da olsun ister Edirne’de ister AKP’li olsun, ister CHP’li “Halkı su ve doğalgaz sayacından kerizleme romanı” demek ki böyle yazılıyor. İddianameye göre, Edirne’nin CHP’li Belediye Başkanı Hamdi Sedefçi’nin yönetimi şehir halkının ihtiyacı olan içme suyu tesislerini kurma işini, su sayacını okuma işini, içme suyu şebeke yapımı işini ihaleye çıkartıyor.

15 yıl imtiyaz verilecek.

Rakiplerini geride bırakıp en iyi fiyatı sunarak ihaleyi kazanan şirket 15 yıllık “suyu satma, su şebeke borularını döşeme, sayaçları takma, sayaçlara bakma imtiyazını” elde edecek. Edirne Belediyesi büyük külfetten kurtulacak.

Roman iyi başlıyor.

Pembe hayaller.

Yükselen umutlar.

Ankara’da “Ankara halkı ucuz-bol- temiz doğalgaz” kullanacak pembe hayalleri ana kurgusuyla başlayan roman Edirne’de “Edirne halkı bol-temiz-ucuz su içecek” ana temasıyla yazılıyor. Romanın sonunda zengin oğlan fakir fakat çok güzel halk kızını alıyor, gerdeğe götürüyor.

Tatlı son!

Yazar aynı!

Kentler farklı.

***


Aaaa...

Ne oldu?

Edirne’nin CHP’li Belediye Başkanı, zarflar teslim edilmesine rağmen, tahmini bedeli 8 trilyon YTL olan ihaleyi iptal etti. İhaleye katılan 3 firmanın zarflarını iade etti.

Suya zam yaptı.

Metreküp: 1 YTL idi.

Metreküp: 1.75’e çıktı.

İhale şartnamesine 15 yıllık imtiyazı almak isteyen şirketin, tıpkı Ankara’nın doğalgazında olduğu gibi “ön ödemeli elektronik sayaç” takması şartı getirildi, yeniden ihaleye çıkıldı.

Edirne’deki ihaleye de Elektromed ve bu şirkette müdürlük, müdür yardımcılığı, mühendislik yapmış, ayrılmış kişilerin kurduğu 2 ayrı şirket daha (Yerel Yönetim Altyapı ve Arıtma Yatırmları A. Ş. ile Tekno Yapı A.Ş.) “üçlü konsorsiyum kurup” giriyorlar.

Tesadüfün zaferi!

İhaleyi kazanıyorlar.

***


Fakat kaderin intikamı!

Edirne Savcılığı, “çete kurmak yoluyla ihaleye fesat karıştırıldığı” ihbarı üzerine harekete geçiyor ve CHP’li Belediye Başkanı Hamdi Sedefçi’ye 1 milyon dolara ev alınıp hediye edildiği bilgisine, belgesine, ilişkisine, çeteleşmesine ulaşıyor.

Hamdi Başkan tutuklanıyor.

4 ay içerde yatıyor.

Kim bu Elektromed?

Kurucusu kimler?

Ankara’da dolaşan söylentiye göre bu şirketin kurucuları AKP yönetimine yakın ve Muradiye Vakfı’na vidalı isimler. Edirne’de dolaşan söylentiye göre ise bunlar Muradiye Vakfı’na değil Birlik Vakfı’na vidalı ve yine AKP yönetimine çok yakın.

Heyecana bak!

Roman devam ediyor!

Halkı sayaçlama romanı!

Oku oku bitmez!


[img]http://haber.gazetevatan.com/images/vatanLogo_yeni.jpg[/img]
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Isıtıyor mu, yakıyor mu?

İletigönderen kgursu » Prş Ara 25, 2008 23:24

Isıtıyor mu, yakıyor mu?

mehmetaltan@stargazete.com



Gazeteden telefon ettiler. Yazıyı erken istiyorlarmış. Neden?

Çünkü karakış kapıyı çaldı.

Hâlbuki bunun Ocak, Şubat, Mart’ı var. Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır...

Bırakın Mart’ı daha şimdiden doğalgaz fiyatlarına bir yıl içinde yapılan yüzde 75 zam, zar zor geçinen binlerce hanenin en temel konusu...

Bugünkü haliyle doğalgaz ısıtmıyor, yakıyor.

Üstelik daha da kötüsü

Dün gelen bir haber, doğalgazın parasal hararetinin bizleri daha da fazla kavuracağını söylemekteydi.

O haber ne mi?

* * *

Önceki gün...

Moskova’daki toplantında bir araya gelen doğalgaz üreticisi ülkeler aralarındaki işbirliğini artırmayı hedefliyordu...

Petrol ihracatçısı ülkelerin oluşturduğu OPEC benzeri bir kartel oluşturmayı hedefleyen doğalgaz üreticileri, bunun temellerini Moskova’da atma peşindeydiler...

Biliyorsunuz kartel, ‘belirli bir firma grubunun, satışını yaptıkları ürünün fiyatı ve piyasanın paylaşımı konusunda ortak stratejiler belirleyerek oluşturduğu bir yapılanma...’

Yani, Türkçe söylersek, doğalgaz üreticisi ülkeler ‘fiyat belirleyicisi’ olmak istiyorlar.

H H H

Dün, bu kartel girişimi nihai bir aşamaya ulaştı.

Ve dünyanın önde gelen doğalgaz ihracatçıları, kısa adı OPEC olan Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü benzeri bir kuruluş kurma kararı aldı.

Aralarında Rusya, İran ve Cezayir’in de bulunduğu 14 ülkenin bakanlarının katıldığı, Gaz İhraç Eden Ülkeler Forumu’nun Moskova’daki toplantısında, kuruluşun merkezinin Katar olacağı açıklandı.

* * *

Bundan sonrası doğalgaz faturalarıyla şimdiden yanmaya başlayanlar için daha da önemli...

Çünkü Moskova’daki toplantının ardından açıklama yapan Rusya Başbakanı Vladimir Putin, küresel mali kriz yüzünden doğalgazın fiyatının artacağını söyledi.

Putin, ‘ucuz enerji kaynakları ve doğalgaz döneminin sonuna gelindiğini’ de ayrıca vurguladı.

Eyvah ki eyvah...

Zaten gözlemciler de söz konusu kuruluşun, Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü gibi kartel haline gelmesinden ve doğalgaz fiyatlarını yükseltecek olmasından endişe ediyordu...

* * *

İşin şakası yok...

İran, Rusya ve Katar dünya doğalgaz rezervlerinin yüzde 60’ını elinde bulunduruyor...

Şimdi bunlara Cezayir, Mısır, Nijerya, Venezuela, Endonezya ve Libya da katılma kararı aldı.

Girişimci üç ülke ‘kartel’ kelimesini kullanmaktan kaçınsa da enerji bağımlısı Avrupa’da bu oluşum ‘doğalgaz OPEC’i olarak algılandı ve tabii ki hiç hoş karşılanmadı.

Örneğin Almanya, kullandığı petrolün yaklaşık üçte birini ve doğal gazın yüzde 40’ını Rusya’dan satın alıyor.

Üstelik Almanya’da nükleer enerjinin kademeli olarak terk edilmesi planları da göz önüne alındığında bu bağımlılık ileriki yıllarda daha da güçlenecek.

* * *

Türkiye’de doğalgaza yapılan zammın daha şimdiden halkı yakıp kavurduğunu AK Parti hükümeti de biliyor.

Seçim sathı mahalline giren ülkemizde en temel şikâyetlerin başında doğalgaz fiyatlarının mütevazı hane gelirleri üzerindeki yıkıcı etkisi geliyor...

Zaten bu nedenle de dün bizim Star’ın birinci sayfasında da yer aldığı gibi tüketiciyi sıkıntıya sokan doğalgaz fiyatlarında erken indirim gözüküyor. Nitekim Ankara belediyesi daha şimdiden doğalgaz fiyatını yüzde 10 düşürdü.

Normalde Mart’ta yapılacak ayarlamanın öne çekilmesi ve Ocak’ta fiyatın Tüm Türkiye’de yüzde 10 düşürülmesi beklenmekte...

14 ülkenin bakanlarının katıldığı, Gaz İhraç Eden Ülkeler Forumu’nun Moskova’daki toplantısı da bu nedenle özellikle bizler için çok önemli.

Ankara’dan indirim beklerken, Moskova’dan zam açıklaması geliyor...

* * *

Türk halkının hayattan beklentileri hala ‘iş ve aş’ ile sınırlı...

Ama küresel kriz bunu bile iyice zorlaştıracak.

Kurulacak kartel de buna tuz biber ekeceğe benzer.

Anlaşılan o ki bu gidişle doğalgaz ısıtmayacak, kavuracak.


[img]http://www.ssm.gov.tr/TR/dokumantasyon/basinbulteni/PublishingImages/stargazete_logo.gif[/img]
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Fakirleşme getiren büyüme

İletigönderen kgursu » Prş Ara 25, 2008 23:29

Fakirleşme getiren büyüme


TÜRKİYE 2001 yılındaki krizden sonra 27 çeyrek büyümüştür. Bu büyüme ithalata bağımlı bir büyüme şeklinde olmuştur. Düşük kur nedeniyle Türkiye büyümede ithal ara malına bağlı kalmıştır. Bu ithalatı dış borç ve varlık satışı ile finanse etmiştir.
1) Türkiye’nin dış borcu, 2008 ikinci çeyreğinde 284.5 milyar dolara çıkmıştır. AKP iktidarında dış borç stoku 150 milyar dolar artmıştır. Eğer bir dünya krizi olmasıydı yine de Türkiye dış borç sınırına gelmişti. Yeni borç almakta, mevcut borçları çevirmekte zorlanacaktı. Yani borçlanma sınırına gelmişti. İster istemez büyüme oranı düşecekti.
Kaldı ki, dünya krizi işin tuzu biberi olmuştur. Eğer dış borçlarımız bu kadar yüksek olmasaydı Türkiye bu krizi daha hafif atlatabilirdi.
2) İthalatın finansmanı kısmen varlık satışları yoluyla olmuştur. Özelleştirmede, Telekom ve benzeri altyapı doğal tekeller, limanlar gibi altyapı yatırımları, yabancıya döviz karşılığı satılmıştır.
Ayrıca bankaların yüzde 42’si de yabancıya satılmıştır. Bu dövizlerle ithalat finanse edilmiştir.
Varlık satışı sonsuz değildir. Türkiye’nin satılacak malı kalmamıştır. Kalanlar içinde artık dış talep yoktur.
Bu satılan varlıkların karları, hayat boyu dışarıya gidecektir. Büyüme oranı düşecektir.
Özet olarak dış borç ve varlık satışıyla finanse edilen ithalat artık düşecektir. 2008 için Bütçe’de 234 milyar dolar olarak öngörülen ithalat, ilgili bakanın açıklamasına göre 150 milyar dolara inecektir.
Çözüm nedir?
KALICI çözüm için Merkez Bankası kanunu ve dalgalı kur sistemini değişmeliyiz.
Dalgalı kur Türkiye için uygun bir kur sistemi değildir... Değişmelidir... Çünkü,
l İçeride faizler, dış faizlerin üç- dört katıdır.
l Dolarizasyon vardır...
l Vadeli döviz işlemleri sınırlıdır.
Bu üç sorun, döviz arz ve talebinin piyasada oluşmasını engelliyor.
Bu nedenle,
l Merkez Bankası kanunu değişmelidir. MB reel döviz kurunu gözetmelidir. Mevcut yasada MB yalnızca Türk Lirası’nı korumak zorundadır.
l Dalgalı kur sisteminden 6 ay gibi bir geçiş dönemi içinde, kontrollü kur sistemine geçilmelidir.
Bu yapılmazsa, üretici kesim tasfiye edilmiş olacaktır.


[img]http://www.tercuman.com.tr/v1/images/tercuman_02.gif[/img]
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Erdoğan, değiştireceğim derken, sisteme teslim oldu...

İletigönderen kgursu » Prş Ara 25, 2008 23:33

Erdoğan, değiştireceğim derken, sisteme teslim oldu...

mabirand@e-kolay.net



Son dönemlerdeki gelişmelere birlikte baktığınız zaman, AKP açısından son derece önemli bir saptamayı görmezden gelemezsiniz.
İktidara değişim için gelen, kemikleşen resmi politikaları, tabuları yıkacağını ve bu ülkeyi gerçek bir demokrasiye dönüştüreceğini söyleyerek oy alan AKP, bugün bakıyorsunuz, resmi sistemin bir parçası durumuna gelmiş.
Bu partiyi ilginç yapan , bu değişim yaklaşımıydı.
Artık bıkkınlık veren ve sürdürülmesine rağmen hiçbir sonuç alınamayan yaklaşımların dışına çıkılacaktı. Nitekim ilk başlarda da gerçekten herkesi meraklandıran, ülke ve Uluslararası toplumun büyük bir bölümünün alkışını alan adımlar attı.
Başbakan Erdoğan, boş yere bu kadar destek almadı. Resmi ve kemikleşmiş sisteme ters baktığı için desteklendi. Bundan dolayı, Uluslararası forumlarda ödüllendirildi.
Bakın, nereden nereye geldiğimize şöyle kısaca bir göz atalım.

Her şey AB ile başladı
AKP’nin en beklenmedik adımı, Avrupa Birliğine tam üyelik için gereken adımları büyük bir cesaretle atmasıydı. O zamana kadar kimselerin dokunamadığı kararlar aldı. Reformlar yaptı. Hatta, hatırlayacaksınız, kendi felsefesine uygun zina yasası taslağını bile, AB istemediğinden dolayı yırtıp attı.
AB’ye böylesine önemli bir yaklaşım sergileyen bir partinin şeriat yanlısı olamayacağı kanısı yaygınlaştı. Hem dışarıda, hem de içerdeki laik liberal ve demokratların büyük desteğini aldı.
Sonra ne oldu ?
Kurulu Düzenciler harekete geçtiler.
Türkiye’nin özel durumundan söz ettiler. Kopenhag kriterlerinin ülkeyi böleceğini söylediler.
Bayraktarlığını yapması gereken sosyal demokrat CHP ve milliyetçilerin kalesi durumundaki MHP Avrupa Birliğini düşman ilan etti.
Asker ayaklandı.
Bazı bilim adamları, hatta iş adamları tepki gösterdi.
AKP direndi, direndi ve sonunda teslim oldu. Bugünkü duruma bakarsanız, ne demek istediğimi anlarsınız.

Kıbrıs'ta önce kükredi, sonra geriledi
Aynı durum Kıbrıs konusunda yaşandı.
Annan planı çerçevesinde, Kıbrıs’ta çözüm için şimdiye kadar hiçbir hükümetin göze alamadığı cesarette adımlar attı. Resmi söylemi değiştirdi. Statükocuları dehşete düşüren kararlar aldı. BM Genel Sekreterine boşlukları doldurmak gibi, hiç kimselerin beklemediği adımlar attı.
Tüm Kurulu Düzenciler ayaklandı.
Statükodan, resmi sistemden yana olanlar Erdoğan’ı cadı kazanına attılar. Sonradan öğrendik ki, bazı komutanlar darbe ile düşürmeyi dahi düşünmüşler.
Sonra bir de baktık, Erdoğan değişiverdi.
Kıbrıs’ı unuttu. Eskiye dönüldü.
Sisteme teslim oldu.

Kürt sorununun sonunu getiremedi

Türkiye’nin en önemli sorununun da, AKP tarafından daha sağlıklı şekilde çözüleceği inancı vardı. Hele Başbakan’ın Diyarbakır konuşmasında, Kürt sorununu kabul etmesi, eskiden yapılan hatalara dikkat çekilmesi,ümitleri arttırıvermişti.Sistemin dışına çıkacak ve bazı anlayışları değiştirecekti.Erdoğan mutlaka bunun sonrasını getirecek ve önemli adımlar atılacaktı.
Aradan yıllar geçti ve bugün gelinilen noktada Erdoğan, askerlerden de sert konuşmalar yapan, adeta DTP’nin kapatılması için anayasa mahkemesine sinyal veren bir konuma girdi.
Yani, yine sisteme teslim oldu.

Ermenilerden özür son damlaydı...
Ermenilerden Özür Dileyelim hareketi ise, Erdoğan’ın artık sistemin bölünmez bir parçası durumuna girdiğinin son örneğini oluşturdu.
Cumhurbaşkanı Gül’ün Erivan’a gidişi ne kadar tarihi idiyse, Erdoğan’ın bu sivil toplum hareketine tepkisi de, AKP’nin genel yaklaşımının değişmediğinin belirgin bir işaretiydi.
Peki neden ?
Acaba Erdoğan sistemi değiştirmek istedi, ancak başa çıkamadığı, o bileği bükemediği için mi boyun eğmek zorunda kaldı ?
Yoksa, gerçek kişiliğine geri mi döndü ?
Veya resmi ideoloji veya sistemin çok doğru olduğunu görüp, değişti ve teslim mi oldu?
Ben Erdoğan’ın hala birşeyleri değiştirmek istediğini ancak, kimi zaman oy kaygısı, kimi zaman Düzen Koruyucularıyla kavga etmemek için, kimi zaman da beceremediği veya içinden gelmediği, değişimi fazla benimsemediği, yeterli vizyonu olmadığından dolayı bu noktaya geldiğine inanıyorum.
Ne yazık değil mi?
Ülke önemli bir fırsatı kaçırdı.


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Yaratıcılığa düşman

İletigönderen kgursu » Prş Ara 25, 2008 23:38

Yaratıcılığa düşman

oray.egin@aksam.com.tr


Ufuk Güldemir, onun adından her bahsetmesi gerektiğinde “Abdi İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca’nın cebinden çıkan Hergün gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni” tanımlamasını eklemeyi ihmal etmezdi. Bu tanımı adının önünde taşıyan kişi Taha Akyol; ideolojik bir farklılık vurgulanıyor elbette. Hayat ne garip, o Taha Akyol ne zamandır Abdi İpekçi’nin gazetesinde yazıyor.

Ancak doğrusu bu tanımlamanın bambaşka bir anlamı olduğunu da düşünüyorum. Sanki biraz da “Sağcılar gazeteci olamaz” önermesini de içinde barındırıyor: Sağcılar polis, asker, devlet memuru olur, gazeteci değil. Kuşku duymak, soruşturmak, merak etmek sağcı öğretinin yetiştirdiklerinde bulunmayan özellikler.

Nitekim, Taha Akyol’dan da olmadı işte.

Geçmişte Tercüman’ı yönetirken, zamanının en parlak gazetelerinden birini mahvetmişti. Tam CNN Türk de elden gidecekti ki dün Doğan Grubu’nda yaşanan hareketlilikle Taha Akyol kendisinin de daha rahat edeceği bir noktaya çekildi.

“Mehmet Ali Birand olmaya çalışıyor” diyordum bir süredir. Çankaya Köşkü Müzesi’ni gezmişti “araştırmacı gazeteci” olarak, en son 1915 hakkında bir belgesel yaptı. Hepsi vasat, sıradan işler. Zaten Taha Akyol sırıtıyordu; elinden gelmediği ortadaydı.

Tıpkı kanal yönetmenin de pek elinden gelmediği gibi. Çoktandır, pek bilmediği ve öğrenmemekte direndiği bir işe bulaşmış, ama hiç kimseye de yer açmamak için o koltuğa sıkı sıkıya sarılmıştı.

Son aylarda rastgele CNN Türk’ü açtığımda karşımda hep onu buluyordum: Gün içinde haber almak isterken, bültenlerde Taha Akyol’un özel “dosyalarının” tanıtımı karşıma çıkıyordu. Genellikle kendi tanıtımına ayırmıştı kanalı.

Ondan geri kalan zamanlarda ise “Küresel krizde dayanıklı tüketimin yol haritası” gibi üç-beş saatlik bir programlar, çeşitli ilçe belediyelerinin aday adaylarına ayrılan uzun kuşaklar karşıma çıkıyordu.

Beyaz eşya sektörünün sorunlarını tartışmak CNN Türk’te olacak şey mi?

Ama onun dönemi devlet televizyonunda bile olmayan bir KİT’leşmeydi; sağcı Taha Akyol, memur televizyonu haline getirmişti CNN Türk’ü.

En önemli günahı da şu oldu: Ekrandan yaratıcılığı uzaklaştırdı. CNN Türk’te zekice kurgulanmış, merak uyandıran, ilgi çekici programları baltalamaya çalıştı. Ya önünü kesti ya yayından kaldırdı. Bu arada kanal 10. yılına girdi ve ancak bir-iki marka, bir-iki ekran yüzü yarattı. Rakibi NTV’yle kıyaslanmayacak bir kısırlık bu.

Yaptıkları sadece rakibi taklit etmek oldu.

Hafta sonu Deniz Baykal’ın açıklamalarını izliyordum. Konuşma bitmeden NTV yayından çıktı, CNN Türk’e dönerken içimden ‘Şimdi bunlar da çıkarlar’ dedim ve bir dakika geçmeden böyle oldu. Geçmişte de NTV’nin artıklarını “Büyük televizyoncu” diye alan CNN Türk’tü.

Çünkü Taha Akyol özgün ve yaratıcı olmayanlara kapısını açmıştı kanalın. Aynı şekilde haber ve haberciden de ürker bir yapı oluşturmuştu. O yüzden “namaz kardeşliği”ne göre kadrolar kurmuş, kendisi gibi başka “softa” kafalarla doldurmuştu kanalı.

Bilindik, sıradan, eski ve vasat isimler... Bu yüzden de CNN Türk ekranı hep aynı insanların konuştuğu, aşağı yukarı aynı sözleri söylediği bir tutucu platforma dönmüştü. Herhangi bir sorgulamanın, haberciliğin olmadığı...

Cumhuriyet Mitingleri’nde yayına girmemişlerdi mesela. CHP-DSP ittifakı açıklandığında, Taha Akyol’un Bülent Arınç söyleşisine ara vermemişlerdi.

Zannedersem Taha Akyol’un yönetminde gazetecilerin ne yaptığından çok Akif Beki’nin talimatları daha önemliydi.

Peki neden bu kadar ısrarcı oldu?

Çünkü vasatın iktidarını yaşıyordu Taha Akyol. Eşi dostuyla, beraber namaz kıldığı dostlarıyla kendince bir düzen kurdu. Kimsenin önünü açmadan, kimseyi parlatmadan, doğrunun “korkaklık” olduğunu düşünerek. Çünkü kendileri bu şekilde varoluyorlar.

Bu Türkiye’deki medya yapısıyla ilgili bir sorun. Taha Akyol sadece bir örnek. Kendi başına bir önemi de yok. Ama bir sistemin işleyişini anlamak açısından önemli.

Yorumculuğuna, entelektüel birikimine laf edemem ama yöneticiliği sadece medyada yaratıcılığın öldürülmesine katkıda bulundu.

Şimdi CNN Türk’ü devralan Mehmet Ali Birand ve Ayşenur Arslan’dan televizyon ekranına “yaratıcılığı” geri getirmesini bekliyorum bir izleyici olarak.


[img]http://www.aksam.com.tr/images/aksam_logo.gif[/img]
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47


Şu dizine dön: Gazete Köşe Yazarları

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x