ELLER ELLER
İnsanı hayvandan ayıran elleridir der düşünürler, insan bilimciler… İnsana benzeyen tek el, maymununmuş hayvanlar arasında. O da başparmağının güçsüzlüğü, küçüklüğü ile insan elinden ayrılırmış. Kavrama, sıkma, tutma yeteneği eksik el… Başparmağı yetersiz… Bu nedenle insan gibi evrimleşme geçirmemişler. Ünlü bir bilimcinin, başparmağın bu işlevine, “ Tanrı’nın varlığının kanıtı işte bu,” dediği söylenir.
En önemli organımız, beynimizdir, bizi biz eden. Beyin, el olmayınca, bir elin yardımı olmayınca ha olmuş, ha olmamış… İnsanlık, elle beynin ilişkisiyle gelişmiş. Buluşlar, deneyler, araştırmalar elin yaptığı araçlarla… El gelişmiş, beyin gelişmiş, dil gelişmiş…
Elle dil, birlikte gelişmiş…
Güzel dilimiz Türkçede, el ile ilgili ne çok söz vardır. İşin garibi yabancıya da el demişiz. “Eloğlu evlât olmaz.” Yüzyılların, bin yılların süzgecinden geçip de denmiş. Yüce önderimiz Atatürk’ün ulusumuzu uyardığı şu söz gibi:
“Aranızda seçip başınıza getireceğiniz kimselerin kanındaki ve vicdanındaki cevher-i aslîyi (özü) tahlil etmekten bir an feragat etmeyiniz.”
“Ele giden yele gidermiş…” “El için ağlayan iki gözden çıkarmış…”
Türkçemiz, elden gidecek, dilimizi bozacaklar, yazı dilimize de “el atacaklar” korkusu, bizi “ele geçirdi,” her an bu kuşkuyla yaşıyoruz. “Eli kalem tutanlar” bu tehlikeyi yazıp duruyor, toplumu uyarıyorlar…
“Elden geçirdikçe” durumumuzu, eksikleri görürüz. Sevdiğimizin “elinden tutar,” beğenmediğimiz bir şeyi hemen “elden çıkarmaya” bakarız… “El ele tutuşmak” birliktir. “Ele avuca sığmamak,” yaramazlık. “Elden ayaktan düşme,” yaşlanmak.
Çocukları, “el kadarken,” eskiden, “ eli bir işe yatsın," "el yatkınlığı kazansın” diye çırak verirlerdi ustaya. “Eli nasır bağlar” ama “eli de, pek gençken para görürdü”, onların.
Yavaş iş yapanın “eli ağırdır ;” özgür olmayan, istediğini yapamayan tutsak bireyin, “eli ayağı bağlıdır.” Eli ayağı tutarken,” kim çalışmaktan kaçar, acınacak duruma düşmek ister?”
Cumhuriyet bizi birey yaptı, kulluktan kurtardı. “El etek öpmek” acınacak bir davranıştır gözümüzde. Aşağılık duruma düşme, omurgasızlık, yüzsüzlüktür; birinin “eline ayağına kapanmak,” yalvarırken, el aman derken, “elin, eline sarılmak…”
“El elden kalmaz, dil dilden kalmaz.” Eskiden yollar uzakmış. İletişim güçmüş. ”El ermez, göz görmez” der avunulurmuş… Şimdi öyle mi? “El etmeyle” görüntüler elinizde.
“ El etek öpmekle ağız aşınmaz!” anlayışı yeniden hortlamış:
Daha geçen gün, bir yükseköğretim kurumunun başındaki kişi, saçına ak düşmüş, saçı başı dökülmüş, yaş yaşamış, sözde bir bilim adamı olmuş biri; karşısındakinin " eline kalmış," " eline düşmüş" gibi, padişahlık dönemindeymişçesine, karşısında da, padişahı varmışçasına "el öpmeye" kalkışıyordu, bir törende, kameraların önünde, sahnede…
“Cumhuriyet tarihinde bir ilk” diye haber verdiler bu anı gazetelerimiz.
"El eli bilir, kuşak beli bilir…” Böylelerini atalarımız iyi bilirmiş, “Ele güne (topluma) karşı bile arlanmayan” sözü boşuna mı dilimize yerleşmiş?
Bundan böyle, böylesinin, “Elinden kör eşek yem yemez.” Dekan olmuş, hukuk okumuş, koskoca kurumun (Hukuk Fakültesi) başına getirilmiş ama yüzbinlerce başı dik, alnı açık Cumhuriyet öğretmeninin "eline kimse su dökemez…”
“El eli bilir, eşek yolu…”
“Elin ağzı torba değil ki büzesin?” Utanmayan, “Eline kınalar yaksın!” Göz gördü: “El terazi, göz mizan!”
"El atacak" o kadar çok sorunu var ki ülkemizin. Neyi söyleyeceğimiz, neyi “ele alacağımızı” şaşırdık…
Cumhuriyet kurumları, karşı devrimce, yayılmacılarca ele geçirildi… “Eli kulağındadır,” sıra Anıtkabir’e gelecek derken, orası da çoktan ellerine düştü. Taş yenileme çalışmaları yapıyorlarmış. Günlerdir resimler yayınlanıyordu, çukurlar, delikler, taşlar, kuyu gibi boşluklar… Ne bu, demeye kalmadı, yanıt geldi. Eskimişmişler de taşlar, yıpranmışmışlar da, ya ayak takılsaymış, ya takılıp düşülseymiş… 1953 yılında döşenen kilim motifli bu taşların aynısı yenileriyle değişecekmiş…
Akla bak, desek, az gelir, akıl mı şimdi bu?
Tarihi bir yer böyle mi düzeltilir? O taşların her biri değerli, eski durumuyla korunmalı. Bu taşlar geçmişin izleri, kanıtları… Böyle yerlerin bakımını, çağdaş Batı’da, tek tek taşları "elden geçirerek" yaparlar. Bu işin okulunu bitirmiş uzman kişiler işte görevlendirilir. Her bir taşı okşar gibi "ele alır," inceler, bakımdan geçirirler… Silerler, zımparalarlar, çok çok yıpranmışını ya üstten boyarlar, yenilerler, parça eklerler, yapıştırırlar, olmadı yalnızca bozulmuşu çıkarır, en son çare değiştirirler… ”
“Elde altın bileziktir sanat,” hani sanatçılar nerede? Ermenistan sınırına Ermeni’ye yaranmak için dikilen o “ucube” heykel için yer yerinden oynatılmıştı. Anıtkabir yol taşları sökülüyor, tarih yok ediliyor, neredesiniz? Olanı biteni bilmiyor olamazsınız!
Sanatçılar yönetir böyle bir çalışmayı. Bilimsel çalışılır. Yeninin de özel olarak rengini görünüşünü eskitir, eski yapının taşlarına uyum sağlatırlar… Bir metrekarelik alana aylarca emek verilir…
Burada ise durum bambaşka. Paldır küldür “işe girişilmiş,” belli.
“El seni işte görsün…” Koca koca kuyular açılmış. Kazma kürek girişilmiş… Akça pakça yeni taşlar sıralı yerlerde. Köpek dişi gibi, bembeyaz, parlak… Kim bilir kimi zengin edecekler? Kim para kazanacak, cebini dolduracak bu vurgundan… Kim bilir sonuç nasıl çirkin, görünüş nasıl bayağı olacak? Yeni taşlar sırıtacak; ben tarih değilim, ben bozulmuş, eskinin yerine konmuş, yaşanmamış yeniyim, şimdiki zamanım, diye bağıracak. Bir de gelecekte yapılacakların yolunu açacak bu deneme… Anıtkabir’in ucundan kıyısından girecekler… Giriş o giriş olacak… “Elini bu anlayışa veren ulusumuz, kolunu kurtaramayacak…”
“El eli ile kuş tutulmaz!”
Onların “ eli uz…” Elleri hileye, kandırmacaya yatkın… Biz “elimizi oynatana,” “bu işin elini tutana kadar,” onlar, “ellerini kollarını sallayarak,” yıktıkları yerlerde gezinecekler… “Onca Cumhuriyet mimarı, mühendisi, ustası, ressamı, çırağı, işçisi, nerede? Neden bu ilgisizlik?” demeye, Cumhuriyet’in aydınlarına seslenmeye, iş işten geçtikten sonra, insanın, “eli dili” varmıyor…
Atatürk düşmanları "el ovuşturuyorlardır." Muhalefet partilerimiz, milletvekillerimiz “el kaldırmaktan” başka işlerle de ilgilenselerdi… böyle mi olurdu? Partilerde “el tazeleseydik…” Yenileseydik kadroları. Yurtseverlerin önünü açsaydık, hainleri kovalasaydık…
Herkes, “elini taşın altına koysaydı…” Aydınlar “elimiz olsaydılar…” Yurdunu ulusunu seven, Atatürk devrimlerinin koruyucusu öğretmenler başı çekselerdi…
“Milletleri kurtaranlar, yalnız ve ancak öğretmenlerdir,” sözünü unutmasalardı…
“Eli uzunları” uzaklaştırsaydık yönetimden, yeniden kurtarsaydık vatanı… “Elinin hamuruyla erkek işine karışma!” diyen anlayışa eğitim kurumlarından el çektirseydik…
“El üstünde” tutsaydık değerlerimizi. Laikliğe toz kondurmasaydık… Ordumuzla, ordumuzun yapısıyla oynatmasaydık kimseyi… Yurdumuzun dağını taşını HES(Su santralı) adına, maden aratma adına, para için toprak satma adına peşkeş çektirmeseydik yabancılara, paragözlere, sömürgecilere… “Elden vefa, zehirden şifa” ummasaydık…
“El yahşi biz yaman, el buğday biz samanız” öyle mi? Bu anlayışa “el ulağı” olanları görseydik… İktidardakilerin, yakınlarını işe doldurmalarını, haksızlıkları, yetersiz kişilerin başa geçmelerini, yükselmelerini önleseydik…
“El, el ile, değirmen, yel ile…” Birlikte olunmadan sorunlar çözülemez…
Aynı duyguları duyanlara, aynı acıyı yüreğinde taşıyanlara, aynı yolun yolcusu olanlara bu anımsatma:
“Eli öpülesi" büyük Türk anasının, ölüm yıldönümü bugün. 14 Ocak 1923 yılında, yüce önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım, tedavi için geldiği İzmir’de ölmüştü.
Önünde saygıyla eğiliriz…
“Bir anne tüm dünyayı değiştirebilir.” sözü Zübeyde Anamız için denmiş…
“Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden” öperdik eskiden mektuplarımızda. Saygı duyduğumuz büyüklerin ellerinden, küçüklerin ise gözlerinden öpülürdü.
Yüce Atatürk, bir tek anasının elini öptü.
Yüce Türk Ulusu da, anaların anası Zübeyde Hanım’ın elini saygıyla, sevgiyle öpecek, duasını edecek, gönül borcunu unutmayacaktır…
Ülkemizin "el değiştirdiğini," yöneticilerinin önünde eskiden olduğu gibi "el pençe divân" durulacağını sananlar da aldandıklarını er geç göreceklerdir…
Buna karşı, silkinip kendi özümüze dönmekten başka yol aramayalım… “El yordamıyla” değil, tarihten ders alarak doğruya erişelim…
“El sözü harman tozu” gibidir. Değersizdir. “Eldeki fırsatı kaçırma, bir daha ele geçmez!” demiş atalarımız. “Ele verir talkını, kendi yutar salkımı!” her dönemin ikiyüzlülerini anlatır. Vatan elden gitmeden uyanırsak kurtuluşumuz “elde bir!”
Bunun için de, Türk ulusunu, elini kolunu bağlayanlardan kurtarmak için el birliği edersek, umudu elden bırakmazsak, kendimize, "bize elin mahkûm," çepeçevre sarılısın, paranın, üç kuruşluk çıkarının tutsağısın dedirtmezsek, "elim kırılsaydı" da vermeseydim sözünü, seçim kandırmacasına kanmayarak bir daha ağzımıza almazsak, yurtseverliği elden bırakmazsak…
“Elde bulunan beyde bulunmaz.” imiş. Bizde bulunan güç, ulusun gücü… Aydınlık Türkiye’nin, karartılamayan çağdaş gücü…
Hiç kimse unutmasın, “el bizde:”
“El elden kalmaz, dil dilden kalmaz!”
Feza Tiryaki, 14 Ocak 2015