En Alttakiler
Bir zamanların yok satan bir kitap adıydı bu söz. Bir Alman gazeteci, aklınca insanlığını, alçak gönüllülüğünü kanıtlamak istemiş, kendi ülkesinde gurbetçi bir Türk işçisinin kılığına girmişti. Kendini Türk Ali kimliğiyle tanıtıp iş aramış, işte çalışmış, sonra da gözlemlerini yazmıştı. Seçtiği soyadı da ne ilginçtir, hiç duymadığımız bir addır: Sığırlıoğlu. Adı Ali, soyunun adı: Sığırlıoğlu. Bu gazeteci, Türklerin, daha doğrusu Türk emekçilerinin Avrupa’da en alt sınıfta görüldüğünü göstermiş, ayrımcılığı yazmış, kitabına da “En Alttakiler” adını vermişti.
Gurbetçi Türklerin sorunlarını- öykülerini yazan onca kitap varken, bu kılığa girenin yazdığı bir anda ilgi çekmişti, dünyada büyük yankı uyandırmıştı.
Hiç kimse de ne demek en alttaki, sen kimi aşağılıyorsun diye sormamıştı. Türk’ün hakkını koruyor gibisin ama aslında Türklere böyle demekle Türk’ü aşağılıyorsun dememişti.
Bunun benzerini, İran’a giden Amerikalı bir kadın yapmıştı - aynı yıllardaydı sanırım- sözde yaşadıklarını yazmıştı bir İranlı ile evlenen kadın. Kızıyla İran’dan kaçma öyküsü herkesi ağlatmıştı. İran’ı kınamayan kalmamıştı. Yazdıkları bir Amerikalı’nın ağzından olunca, kitabı okunma rekorları kırmıştı. Kitap çok okunanlar listesine girmiş, çevrilmedik dil kalmamıştı.
Bu tipler girdikleri kılığa, o kılığın insanlarına acırlar, küçümserler, sözde insanlıklarını, üstünlüklerini böyle kanıtlarlar.
Siz hiç Avrupalı kılığına girilip küçümsenen birini duydunuz mu? Bir Yahudi’yle kim alay edebilir? Dünyayı başına yıkarlar adamın. Bir Yunan’a laf at bakalım, küçümse seni ne ederler? Nasıl aptal, cahil yerine koyarlar! Eski Yunan’ın hayranı hiç eksilmez. Ülkemizin dağı taşı bunların “pos”lu “sos”lu adlarıyla günümüzde bile dolu değil mi? Değiştirmeye cesaret eden çıkmaz. Bu, teklif bile edilemez. Bunların eski öykülerine burun kıvıranı, gülünç, bayağı bulanı arasan bulamazsın. Bizde küçücük bir ilçe belediyesi, bu iktidarın belediyesi bile, dincilikle nasıl bir ilgi kurmuşsa, bunların insanın içini bulandıran bir tanrıça- kral öyküsünü, (kızını gebe bırakan baba) ilçe tanıtım kitapçığına bir matah gibi almıştı, Kıbrıs kralının öyküsü diye anlatılıyordu bu iğrenç öykü, geçen yıl gördüm. Hem de Kıbrıs böylece bunların ülkesi sayılıyordu çaktırılmadan. Yayılmacılara selam çakılıyordu.
Türkleri, Müslümanları küçümsemek, kötülemek Batılılar için çok kolaydır, en ucuz kahramanlıktır. Kendi durumlarını görmezler, yaptıkları insanlık dışı işleri görmezler, burunları Kaf dağındadır bu yayılmacıların, sömürgecilerin…
Aynı durumu bizim sözde aydınlarımız da yapar. Kendilerini halktan ayırırlar, üstün görürler. Göbek kaşıyan adam, makarnacı, koyun… diye yerden yere vurulur eğitimsiz kesim, çaresiz bırakılan vatandaş…
Sonra bu biraz kitap yalamışlar, cepleri para görmüşler Batı hayranlıklarıyla övünürler. Türk toplumunu aşağılarlar. Batılılara yaranmak, şirin görünmek için her tür aşağılığı yaparlar.
Şu an toplumumuz, tam da bunların istediği, hayal ettiği, gördüğü gibi. Cumhuriyet döneminin çöküşünü, Türklük değerlerinin yok edilişini üzülerek seyrediyoruz.
Bu cambazların yaptığının benzerini biz de yapamaz mıyız? Bunlar ün için, para kazanmak için kılıklara giriyorlarsa, biz de, anlamak – dinlemek için, bizi şaşırtanların, duygusuzların, boş vermişlerin, paragözlerin, eğitimsizlerin, aldatılanların, dincilerin… kılığına giremez miyiz?
Kendi kılığımızdan çıkalım, başka türlü yaşayalım bir süre… Neden bu durumdayız, neden boş veriyoruz, neden vatana ihanet ediyoruz, neden böyle nankörüz anlayalım.
Herkes girebileceği bir kılık bulabilir.
Sonra da nerede yanlış yapıldı, nerede hatalıyız anlayabilir; geleceğimize katkı sağlar, boşa konuşmaz, bilinçlenir.
Aynını, girdiğim kılığı anlamaya çalışarak denedim şu ana kadar.
Ne mi yaptım?
Neredeyse bir ayımı, hiç gazete okumayan, televizyon açmayan, siyasetle ilgilenmeyen, bu konuları hiç mi hiç konuşmayan- tartışmayan, gününü tıpkı eskilerde, ülkemizin iyi günlerinde olduğu gibi kişisel günlük işleriyle geçiren biri olarak yaşadım.
Oh, dünya yansa benim içine girdiğim kılığın hasırı yanmayacak. O derece gamsızlar.
Çocukları okuyorsa dertleri tasaları onlar. Okula gitti, okuldan geldi. Hastalandı, iyileşti…
Neden çocuğumun köydeki okulu kapatıldı. İçlerinde, “Küçücük yavrum arabalarda her gün neden belli merkezlerdeki okula taşınıyor, öğretmeni köyümden neden aldılar?” diyeni yok.
En büyük bayram geldi. Çocuğu üçüncü sınıfa giden anne içi rahat gülüyor, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’na katılmayacak çocuğunu dert etmiyor. Öğretmenleri demiş: Küçük sınıflar yorulurmuş. “Kaç yıldır bu böyle, benim kızım 23 Nisan’da evde!” derken sevinçliler.
Çocukları Atatürk’ü öğrenmiş, öğrenmemiş umurları değil. Bir şiir oku deyin bu çocuklara, bilmiyorum diyorlar. Bir Atatürk şiiri, bir bayrak şiiri oku dersin, bilmez. Vatan şiiri oku! Yok, bilmiyorlar…
Her yol dönemeci, her kaldırımın üstü iktidarın sözde seçilmiş başkanlarının teşekkürlü resimleriyle dolu. Kimse biz bunlara neden oy verdik, bir oy bile almamaları gerekirdi demiyor. Bu levhalar üç haftadır yol üstlerinde. Hadi bir gün iki gün neyse… Nedir bu günlerdir resminiz göz önünde, yetti artık demiyor kimse.
Bir tek dertleri var söylemeden geçmeyelim; sağlık sorunları. O da olmasa, ölümsüzlüğe inanacak, iyice gamsız olacaklar. Sanırsınız ortalık günlük güneşlik. 17 Aralık’ta ortalığa saçılanlar gerçek değil, meğer bir düşmüş…
O, sıfırladın mı oğlum ses kayıtları, dinimizle alay eden makara-bakara kayıtları hiç olmamış, fahişenin, memurun parasını önce veririm, şu arsayı al, orayı kapat, burayı ucuza kap sözleri hiç denmemiş, biz yasa yapıcıyız, sen istediğini yap korkma, biz o yaptığına uygun yasayı çıkarırız diyenler sanki şu an bakan değil.
Normal bir ülkede, bu yapılanların yüzde biri yapılsaydı, yapanlar çoktan al aşağı edilmişti, yargıda hesap veriyorlardı. Biz de tam tersine ödüllendirildiler.
Ne diyordu İhsan doktor dün görüştüğümüzde:
“Bu millet bunları seviyor. Bunlardan daha iyisini biliyorsanız söyleyin!”
“Daha kötüsünü biliyorsanız siz söyleyin!” dememe kızdılar. Doktor bizi suçluyordu:
“2002’den beri boşa konuşuyorsunuz! Sizin yaptığınız küfür, kavga, halkı aşağılamak, ortalığı karıştırmak… Rahata, huzura ihtiyacımız var. Ömürleri elverdiği kadar başımızda kalacaklar, daha çok uzun yıllar böyle geçecek. Boşuna konuşmayın, kendinizi aldatmayın!”
Şöyle ya da böyle iktidardakilerin seçimi istedikleri gibi kotarmaları yandaşlarına inanılmaz özgüven vermiş. Önce sezdirmeden, kıyıdan köşeden başlatılan cumhurbaşkanlığı adaylığı iyice gün yüzüne çıktı. Artık ne çekinme, ne korkma, ne, ne yapacağını gizleme var. Kör gözüm gözüne dercesine, tek seçen, tek seçilecek olan kendilerini gösteriyorlar. En başta algılarımız tutsak ediliyor.
Sıcak para akıyor. İranlı baş dolandırıcı Reza’nın heykeli şakayla karışık tartışılıyor. Nasıl bir heykeli yapılmalı diye. Ayak ucunda, eski İçişleri bakanının heykeli olmalı denmesine gülüyor millet. Kimse içine düşülen batağı önemsemiyor.
Büyük alışveriş merkezleri yabancı ülkelerin temsilcileri gibiler. Migros’ta 23 Nisan’da çocuklara “Miki Fare” kartları armağan ediyorlar. “Disney Dünyası” imiş. Çocuklar çok sevinirmiş, peynir ekmekten daha çok gereksinimleri varmış bu kartlara. Sevinçten deli olurlarmış bu kartları verseniz onlara. Bunu alışverişten sonra bu tür kartları uzatan satıcı söylüyordu. Mağazamızın armağanı diye bunları uzatırken.”Ne bu böyle? Hayırdır!” dediğimde…
“Böyle bir günde Amerikan palyaçolarından bize ne? Hani Atatürk resimleri, hani Türk bayrağı, hani Türklük simgesi resimler?”
Devamlı algımızla oynanıyor. Bir ipteki bu iki cambazdan başka koskoca Türk ulusunu başka yönetecek birileri yok mu diye isyan edeni göremiyoruz. 23 Nisan gibi Türk çocuklarının en büyük bayramında Ermenilere sesleniliyor. Batı halimize gülmekten katılıyordur. Bu durum işlerine de gelir, rüyaları gerçek oluyor, ne istedilerse “armut piş ağzıma düş” örneği gerçekleşiyor. İktidarı daha bir desteklemeyi de unutmazlar artık.
En alttakileri (!) bu kadar altta, diplerde, isteseler de bulamazlardı tarihleri boyunca. Rüşvetin, yolsuzluğun, yalanın dolanın, yağmanın, hilenin düzenin batağında çırpınan bir toplum.
Ne yapsalar suçlanmayacak bir iktidar kadrosu.
Dönüşen, değişen devlet.
Bizi aşağılayan Batı’nın kucağına oturtulmuş sözde dinci bir yönetim. İpleri Batı’da. Para muslukları onlarda. İşlerimize karışmak, dolaylı yönetime katılmak onlarda…
Kıbrıs’ı, yıl sonunda halk oylaması numarasıyla onlara vereceğiz.
Ermenilere selamı çaktık. Ağrı dağını, Ermeni öğrencilere burayı gelecekte siz Türklerden alacaksınız diyen Ermenistan yönetimiyle 23 Nisan’da, 24 Nisan sözde Ermeni soykırımında onlardan yana olarak kucaklaştık. Biz istemesek de sözde seçilmişler ne isterlerse yapıyorlar. Adı Türkiye yaptı, Türkiye dedi oluyor bütün aymazlıkların. Niye bu kadar geç kalındı bu sözler için demiş Ermeniler. Zeytinyağı gibi üste çıkarıldılar, bu da yetmemiş Türk düşmanlarına. Batılıya yaranmak, iktidarını sürdürmek adına bunu diyenlerin bu sözleri ister istemez hepimizi bağlıyor… Kuyruk acısı olan yayılmacı Batılı’ya ne verilse yetmiyor. Daha çoğunu istiyorlar.
Duyarsız, gamsız, kendi dünyasında yaşayanlar, vatanın durumunu kendilerine dert etmeyenler çok iyiler. Yapma cennette, yapay bir yaşam sürüyorlar.
Bu kılıkta daha kalmalı mıydım acaba diyorum.
Ülkemizin gerçekleri ise acı… Çok acı…
Feza Tiryaki, 23 Nisan 2014