ESKİ İSTANBUL GECE HAYATI (KULÜP)

ESKİ İSTANBUL GECE HAYATI (KULÜP)

İletigönderen Feza Tiryaki » Pzr Ara 12, 2021 10:51

ESKİ İSTANBUL GECE HAYATI (KULÜP)

Her eksiğimiz tamamdı, tek kusur, İstanbul gece hayatıydı, eski İstanbul’un sefahat (zevk - eğlence) hayatıydı, rezilce eğlenmekti, zenginlerin, görgüsüzlerin, paragözlerin, azınlıkların nasıl eğlendiğini görmekti… Oralarda çalışan Yahudilerin, diğer azınlıkların (Rum – Ermeni ) sıkıntılarını, vazgeçilmezliğini, onlara yapılan kötülükleri (!) bu helalleşme günlerinde (?), Cumhuriyet çatırdarken, dinsel bir kimliğe bürünürken, anayasamızla oynanırken göstermekti. Ne güzel, bu eksimizi de bir dizi serisiyle tamamladılar, ülkemizin sorunlarını çözdüler. Bu arada birilerini de pek güzel eğlendirip, sevindirdiler.

Altı serilik dizinin (devamı da geliyormuş) bir yerinde, Atatürk’ün adını da araya sıkıştırmayı başardılar ya, eller acıyana kadar ayakta alkışı hak ettiler. Batakhanenin bir eski işçisi rolünü oynayan yaşlı elemana, işten çıkarılırken, “Ben Atatürk’e bile servis yaptım” dedirttiler ya, bravo!

Dünyayı yönetenler bu korkuyla yönettikleri salgına benzemeyen salgında nasıl yalana yalan demiyorlar, küreselin amacı uğruna istedikleri yalanı söyleyebiliyorlar, bir dizide bunu niye yapmasınlar?

Geçmiş böyle yalanlarla dolu. Anne Frank’ın Hatıra Defteri mesela… Gerçekmiş gibi yıllarca burnumuza dayattılar, oku dediler, ders kitaplarına bile sokuşturdular bu romanı. Kimileri, bu günlüğün sonradan başkası tarafından, tüm dünyayı soykırıma iyice inandırmak için yazılıp dağıtıldığını söylüyor. Defterin bulunması hikâyesi de tuhaf. İki yıl sonra, babanın defteri ilk kez gördüğünü söylemesi de… Hani aynı evdelerdi kızıyla?
Hem neredeyse tüm soykırım hikâyesi anlatan filmlerin, ABD’de, Yahudiler tarafından çekilmesi de bir rastlantı mıdır? Devlet kurmaya niyetliydiler, bu nedenle hayal ürünü bazı olaylar da belgesel gibi gösterildi diyenler acaba haklı olamazlar mı? Savaşın ardından pat diye bölge halkının kanı ve gözyaşları arasında kuruluveren, sonraki yıllarda milyonlarca insanın ölümüne neden olacak bir yeni devlet. Toprakları olmayan, parayla satın alınarak dünyanın gözü önünde kurulan bir kondu devlet. Din kitaplarınca vaat edilmiş toprakları ülkemizin ortalarına kadar uzanan, Güneydoğumuzu da içine alan, bir toplumun din devleti.

En büyük kentimizin sefahat hayatı, dönemin utanmazlıkları, ahlaksız insanları işlenerek, Yahudi azınlığa ihanet edildiği, onları İkinci Dünya Savaşı sırasında bizim de ağlattığımız iddia ediliyor, tek yanlı anlatımla da genç Cumhuriyetimiz yeriliyor, varlık vergisini ödemeyenlere uygulanan sürgünün (1942-1943), hesabı soruluyor filmde. Hem de yeniden saraylara yerleşildiği, siyasal İslâm’ın başa geçirildiği, Cumhuriyet ayarlarından çok çok uzaklaşıldığı şu dönemde.

Düşünün, yüce Önderimizi yitireli yalnızca dört yıl olmuş, İkinci Dünya Savaşı başlamış, sürüyor, yüz binlerce şehidin kanıyla kurulmuş, devrimlerle taçlanmış bir Cumhuriyet. O cumhuriyeti deli gibi koruyacağımıza, sahip çıkacağımıza, şehit kanlarına saygı göstereceğimize, o yıllardaki savaş zenginlerine yönelik bir yaptırım ( yanlışı, hatası olabilir, vardır ) günümüzde dram olarak anlatılıyor. Dizide Türkler yok, İstanbul sanki Türk vatanı değil, varsa yoksa azınlıklardan Yahudiler… Bir de Rumlar…

Tarihe pek bir meraklıysanız neden Kıbrıs’tan, oradaki dramlardan bir dizi çevirmiyorsunuz? Kıbrıs gitti gidiyor, bugün değilse yarın… Belki bir kötü gidişi önlersiniz böylece, Akdeniz kıyılarımızdan kopan, doğal bir toprak parçamız olan, tarihi boyunca Türk olan hiçbir şekilde Rum’un yönetimine girmeyen bu aziz yavru vatana bir iyilik ederdiniz…

Meğer Cumhuriyetimizin ne çok düşmanı varmış, ne çok çekemeyeni, ne çok karşıtı… Cumhuriyetin altın yıllarında, ilk on beş yılında Sovyetçiler türemişti. Orduyu bile kışkırttılardı. Komünist Rusya onlara göz kırpıyordu, çoğunu almış eğitmiş, bize göndermişti. Sonra onlar ileriki yıllarda “Kürtçülük”te anlaştılar. Bölücülük böyle başladı, dış destekle genişledi, kendine yer açtı. Bu akıllar, Atatürk vatanı kurtarmasaymış, nasıl olsa bir sosyalist devrimle vatan kurtarılırmış her şekilde ama Atatürk buna engel olmuşmuş, diye düşünürlermiş, bunu duymuş muydunuz hiç? Akıllara bakınız, ihanete bakınız, sonra bir de günümüzdeki duruma bakınız. Cumhuriyet kurumları, kaleleri tek tek yıkılırken “aydınımız” buna karşı bir de ben vurayım, duvardan bir taşı da ben sökeyim telaşında.

Dizide söyleniyor: “İstanbul gece hayatı Türk müteşebbislerince yeniden işleniyor. Londra, Paris… beş yıl sonra böyle eğlenecek…” deniyor. Ellili yıllar, diziye göre o yılların insanlarının tek düşüncesi Paris’i Londra’yı geçmek. Nerede, bilimde fende mi? Eğlence dünyasında… Paralıyı, kolay para kazananı, sömüreni eğlendirmede… Kadın kız seyrettirmede, uçukluklar yapmada… Batakhane işletmede…

Film radyolardan duyurulan af haberleri ile başlıyor: “Umumi af teklifi.” Kadınlar hapishanesi gösteriliyor: “Af çıktı kızlar af çıktı!” Mathilda böylece oyuna sokuluyor.

Hapishanede son akşam yemeğini yiyor, suratı hep asık, ciddi. Asilzadeler gibi. Tek kişilik masasında tek başına oturmuş, önünde üç kap yemek. Çevrede iri yarı, şalvarlı, entarili, başları tülbentli kaba saba kadın görüntüleri… Onlar arka plandalar, onların adı yok… Ertesi günü sırtında beli arkadan pileli, dar uzun bir kumaş manto, elinde küçücük bavulu, 17 yıldır, birini öldürmekten hüküm giyip yattığı cezaevinden çıkıyor. Kimseyle vedalaşmadan, tek başına. Elinde bavuluyla giderken geçtiği sokaklar, eski İstanbul sokakları… Çok romantik buraları çok… Artık Matilda’nın arkasına takılabilir, ona hayran olabilirsiniz…

Sonra işe dil konusu sokuluyor. Ayrı bir dil. “Ladino.” Ne o demeyin, cahillik yeter, İspanyol Yahudilerinin dilinin adı bu. Bizdeki Yahudi azınlık da beş yüz yıl kadar önce İspanya’dan gelenler…

Dillerini yaşatıyorlarmış. Beş yüz yıl, kuşaktan kuşağa aktarılan dil, töreler… Başka bir ülkede yaşanırken dilini unutmama, yaşatma. Bu nasıl mümkün olabilir demeyin. Oluyormuş işte! Kendi soyunla soyunu sürdürürsen… Karışmazsan ellere… Ne fiziki özelliklerin değişir, ne dilin, ne dinin…

Bunun ne demek olduğunu dünkü gazete haberinden alıntı yaparak göstereyim:

“Danimarka’ya altı yaşındayken annesiyle gelmiş. Türkçe bilmiyor.” Cinayete karışmış, birinin ölümüne neden olmuş bir Türk burada sözü geçen kişi. Otuz kırk yılda çözülmüşüz yurtdışında, dilimizi yitirmişiz, yitiriyoruz, bu örnek tek değil. Türkçe bilmiyorum beni sınır dışı etmeyin diyor yetkililere, teröre bulaştı diye adlandırılan bu kişi. Altı yaşında gelmiş Danimarka’ya, dilini neyini unutmuş.

Sefaratların (İspanya’dan Türkiye’ye (İstanbul’a) gelen Yahudiler) bunu başarması çok şaşırtıcı değil mi? Yine de bu dizide, bu kadar başıboş yaşayan, yabancıya karşı kimliğini koruyamayan zavallı Türk erkeği yeriliyor. Rum kızı Tasula’dan bu söz: “Gayri Müslim kızlarla düşer kalkarlar, sonra gider bir Müslümanla evlenirler!”

Bu da filmden bir Türkiye yakıştırması:

“Doğu ve Batı’nın sevişmesi gibi. Bu ülke gibi. Türkiye gibi!”

Medina sözü de çok geçiyor filmde: “Keşke Medina’ya gönderebilseydim seni.” İspanya’da özerk bir bölgenin adı Medina’yı, burada İsrail anlamında kullanıyorlar. İsrail’e gidebilmek, İsrail’e kızını gönderebilmek…” Gidilecek güzel yer, tek yön, kavuşulacak sevgili” Türkiye’deki Yahudiler için İsrail demekmiş. Filmde ha bre İsrail’e gidecek gemi bileti, tren bileti makbuzu gösteriliyor, kıymetli bir evrak gibi üzerine titreniyor bu bilet parçasının.


Bunun böyle olduğunu, 1948 yılında kurulan İsrail’in Yahudilerce önemini bir tanıdığım aracılığıyla da biliyorum. Öğretmenlik yaparken tanışmıştık arkadaşla. Ailesi doğma büyüme İstanbul Büyükadalı, kendisi yabancı dilli bir kız lisesinde okumuş, kaç dil biliyor. İspanya geçmişlerini unutmayarak, dillerini, adlarını koruyarak tabii hep kendi soylarıyla evlenerek yetmişli yıllara kadar gelmişler. Sonra Hanım, Türk işçilerinin Almanya’ya ilk gidişlerinde onlarla beraber Telefunken fabrikasında çalışmak üzere yazılıp geliyor, Türklerle beraber, ardından eşini getirtiyor. (İlk işçi göçünde gelişler böyleydi) İşe başladıktan kısa bir süre sonra da filmdeki gibi sıçrama yapıyor iş hayatında, kent kütüphanesinin yabancılar sorumlusu olarak sözleşmeli memurluğa atlıyor. Oturdukları ev cemaatlerine ait binalardan birinde. Aralarında dayanışma müthiş. Mezarlıkları bile ayrı.

Babası İstanbul’da emekli memur imiş. Ana baba ölünce kız kardeşi ailesiyle İsrail’e göçüyor. Hiç unutmam; konuşmalarında Türkiye adı geçince, siz, İsrail adı geçince biz derdi, bizde derdi… Beş yüz yıllık yaşanan vatanın yerini İsrail üç günde alıvermişti…

Filmde dil konusunu öne çıkarabilmek adına durmadan alt yazılı konuşmalar geçiriyorlar. İbranice konuşmalar pek hava katıyor diziye. Bu diziden sonra cemaatleri, dilimizi devlet dili yapın, azınlık olmak bize yetmez derlerse şaşırmamalı.

Acıklı da bir şarkı konmuş, dizinin bir yerine, şarkı değil ağıt mübarek: “Bahar mezarına gömsünler sizi… Yaz mezarına gömsünler sizi… Güz mezarına…” Bir Cemal Süreya şiiri, ne demeli yakışmış buraya. Böyle başa böyle tarak. (https://www.youtube.com/watch?v=sazBC8fCCMY)

Matilda’nın dramatik öyküsü, hapse girerken bıraktığı, yetimhanede büyüyen kızı Raşel’in karşısına çıkıp ben senin annenim demesiyle başlar: “Ben seni terk etmek zorunda kaldım. Ve şimdi döndüm.” Kızının hırçınlıkları, karşı çıkışları, Matilda’nın yolunun o batakhane ile kesişmesi, Kulüp denilen bir eğlence merkezinde çamaşırcı olarak işe başlaması, ardından basamak basamak yükselmesi, sahne gösterisindeki baş elemana (şarkıcıya) yardımcı olması, orada sözünün geçmesi, kulübün olmazsa olmazı sayılması…

Bu arada patrona, Türk yetkililerden; “İşletmenizde çalışanların tamamı Türk olsa daha iyi olmaz mı?” teklifi de var. Alıyor hepsini kara kara düşünceler. Ne olacak şimdi? Buraları filmin acı bölümleri, eyvah ki eyvah!.. Herkes acemi, şapşal… Köyden çıkıp İstanbul’a sırtlarında çuvallarla, heybelerle gelenler… Azınlıklar olmasa kulüpler dönmez… Baştan dedik ya film azınlıklar üzerine kurulu, o dönemde yaşayan, ataları vatanı kurtaran Türklerin adı yok ortalıkta.

Filmdeki bazı konuşmalar çok irkiltici. Hele bazı sahneleri pornodan beter! Çok bayağı çekilmiş. Çekimler film çekiminden çok bir tiyatro sahnesini andırıyor. Arada bir caddeyi göstermek. Karanlık bir binanın girişi, bir iki odası, eski dökük başka bir bina, orada bir oda… Tarihi yetimhane- içerisi gösterilmiyor, dıştan, havadan- bürolar, kulüpte yemek yiyenler, hizmetçili eski bir Beyoğlu evi…

Patron: “İbadetimiz insanları eğlendirmek.”

Kız (Raşel) annesine: “Orospu musun? Piç miyim? Cevap ver!” Annesi (Matilda):

“Konuşacağız bunları. Cevap verip seni üzmek istemiyorum.”

Sahne gösterisindeki kıvırcık saçlı, uçuk genç (Selim), Zeki Müren’in taklidiymiş meğer. Kendini yırtıyor daha açık saçık, daha erotik dans gösterileri için. Şarkıları da alaturka değil, bizim bildiğimiz Türk Sanat Müziği eserlerinden değil, Batı tipi şarkılar, Sezen şarkıları, nasıl bir taklitse bu…

Şarkıcı Selim, Yahudi dans eğitmeniyle, danslar nedeniyle, bir de patronun yardımcısıyla (Çelebi) işine karıştığı için hep çatışıyor. Kadınların bağımsız durarak, çıplak bacaklarını kaldırarak, kıvırtarak dans gösterisi yetmiyor bu yeni şarkıcıya, ne istediğini sahnede gösteriyor. Kendi bacağıyla dansçı kızın bir bacağını birbirine bağlıyor öyle dans ettirmeye kalkışıyor…

Zeki Müren imajını da öldürüyorlar filmde, tüm mal varlığını ulusuna (Türk Eğitim Vakfı- Mehmetçik Vakfı) bağışlayan, çok sevilen Zeki Müren burada müziği başka, sahne gösterisi başka birine dönüştürülüyor. Matilda ile de müthiş bir yakınlaşma… Zaten Matilda kanatsız melek (!), bakmayın bir katil olduğuna, Fatma Kızı bile kurtarıyor patronun tecavüzünden, bir de kulaklarındaki küpeleri çıkarıp veriyor kıza, hediye… Buraları çok inandırıcı çok… Benim gözlerim yaşardı, kim demiş onlar mala paraya düşkünlerdir diye…

Şoför İsmet de (Raşel’in sevgilisi) bir sahnede piç olduğunu söylüyor. Babası belli değilmiş. Onun aile tarifi: “ Aile, kan bağı… Bir kere düştün mü o çukura ömür boyu kurtulamazsın. Benim için aile nedir? Bu!”

Filmden bazı konuşmalar:

Patronun annesi: “Mağlubiyetin hiç bu kadar şaşaalı olmamıştı.”

Şarkıcı: “ Hayal etmek yapmaktan daha zormuş.”

Patron: “Yenileceksek öyle bir yenileceğiz ki, herkes gülsün…”

Ladino dili üzerine, bir gazeteci: “Keşke o çok kültürlülük, çok dillilik bu günlere misli misli artarak gelseydi…”

Cumhuriyetin temeline konacak dinamiti burada ne de güzel dile getirmişler. Günümüz izleyicisi de bunları duyunca hak verecek söylenenlere, kafa sallayacak tarihine geçmişine. Nasıl cin fikirliler değil mi? Çaktırmadan Cumhuriyete tokat vurmak…

Filmde tokat üzerine laflar da var. İsmet’in Raşel’e attığı tokat üzerine: “Bir tokat asla bir tokat değildir. Yiyenin değil atanın kıymetini düşürür.”

Cemaati anlatmaları:

“Türkiye’de çok çok küçük bir toplumuz. Gayri Müslim Cemaatler olarak yüz binin altındayız.”

Burada da Cumhuriyete taş atılıyor.

Atatürk’ün yeni kurulan ulus devlette ulusal birliği pekiştirmek için, ulus olmanın onurunu yaşatmak için söylediği, bir zamanlar dağa taşa yazdığımız, bizi ulus yapan; “Ne mutlu Türküm Diyene” sözü de eleştiriliyor filimde:

“ O dönemdeki Türkleştirme politikaları…” “Vatandaş Türkçe konuş!” denilmeye başlandı!”

Birinin nihayet filmde insafa gelmesi: “ Biz dört yüz yıldır buradayız, vatan yahu!”

Burası filmin suçlama bölümü, Matilda kızına ışıklı bir apartmanı göstererek anlatıyor:

“Bu apartmanda doğdum ben… Raşel Salomon. ( O zamanlar apartman kavramı çok yeniydi, zenginlik işaretiydi.) Varlık vergisi çıktığı zaman, babam payımıza düşen vergiyi ödediği halde… Sorgusuz sualsiz Aşkale’ye gönderdiler, orada çalıştırıldılar, orada öldüler.

O adam beni sonsuza dek ailemden kopardı. Ben katil olmadım. Ben aileme ihanet eden adamı öldürdüm. Kimdi? Babamın en güvendiği çalışanıydı.” Bir de özlü söz yumurtlanıyor burada:

“İnsan ailesini seçemez derler, aslında seçebilirsin.”

Bir de tarih hatası var filmde. Uydur uydur, iyi geliyor derler ya öyle. Afla 1955 yılında hapisten çıkıyor Matilde, 17 yıl hapis yatmış, demek ki ailenin ihbarcısını 1938’de vurmuş. Oysa varlık vergisinin çıkışı bundan dört yıl sonra.

Laternalı (fener) eğlenceler, adalarda piknik de var dizide. Ortalık başka dilli şarkılarla çınlıyor…

Düşünün ülkemizde Türk çocuklarının artık ortak bir şarkısı kalmadı, bir araya gelindiğinde popçuların aşk şarkıları dışında hiçbir şey bilmiyor yeni yetişenler… Bayramları kalmadı ki bilsinler. Beş yüz yıl sonra bile bir mekânda, bir kurumda buluşup toplaşıp kendi dillerinde eğlenen azınlıklar… Bize ders vermeli!

Vah Türkiye’m sana nasıl kıydılar? Kıyıyorlar?

Bu söz de, bir bölücümüzden, konuyla ilgili araştırma yaparken bilgi ağında gördüm, yetmez ama evetçi, HDP’ci bir gazeteci kadından, Karar, Agos gazetesi eski yazarından; “Cumhuriyet tarihinin, Müslüman veya Müslüman olmayan azınlıklar için acı bir ağıt olduğunu görürsünüz.” Bölücülüğün belgesi olmalı, bu acımasız, maksatlı söylenmiş, vatanı bölmeye niyetli sözler.

Bizde azınlık, Gayri Müslimlerdir, ülkemizin tapusunda böyle kayıtlıdır. Bakın bir “Cumhuriyet aydını” aslında Cumhuriyet düşmanı demeliydik, bunların arasına Müslüman azınlık sözünü de katmış. Bu işleri kullanmak böyledir işte. Bir yanı kaşırken diğer yanı da kaşımak, bölücülüğü desteklemek…

Yazıyı bitirmeden şunu da demeliyim. Dizinin ilk bölümünü gece izlemiştim, ertesi günü iki bölümünü gündüz, son bölümlerini de bir arada üç gün sonra izledim. Öyle ilgiyle seyredilecek, oturunca başından kalkılmayacak pek matah bir şey değil. Yalnızca film insanı kötü etkiliyor, tiksinti, ürperti, karamsarlık…

Şimdi beni aldı mı bir merak: “Bu filmi izleyip beğenenlerin hepsi mi bölücüdür? Duyduklarını gördüklerini çözümleyemeyecek kadar algıları tutsak mıdır çoğunun?

Böyle bir filmin, böyle bir konunun dizi olarak çekilmesi, sosyal iletişimde övgüler alması, aman izlemeyen kalmasın denmesi, arkasının hemen bir ay sonra, yeni sezonda, Ocak ayında gelecek olması, neyin işaretidir?

Çöküşün yaklaştığının mı?

Batan geminin (!) mallarını paylaşma yarışındalar mı Atatürk Cumhuriyeti karşıtları cümbür cemaat?

Bir de gemiye binip buralardan gitme düşü filimde çok işleniyor, göze sokuluyor. Neden acaba? Matilda, Raşel, nişanlısı Mordo, hepsinin elinde bir gemi bileti. İsrail’e. Taksici bitirim İsmet’e de söyletiyorlar bunu. Biraz farklısını. Bir yere gitmek değil, bir ömrü gemide geçirmek hayali kurdurtuyorlar İstanbullu Türk taksiciye:

“Atlay’can böyle bir gemiye. Gemi, nereye giderse oraya… Ölünce de atarlar denize, taşa maşa da gerek yok. Geçmiş olsun!”

Feza Tiryaki, 11 Aralık 2021

Ek: https://www.youtube.com/watch?v=HiC8DdLqcgM
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 986
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x