Gericilik var mı, yok mu? -IV- (1960-1971) / E. Fuat TEKÇE

Gericilik var mı, yok mu? -IV- (1960-1971) / E. Fuat TEKÇE

İletigönderen Ram » Prş Haz 16, 2011 1:26

On yıllık DP iktidarı, kalım endişesi gibi bunun dürtülediği oy avcılığı nedeniyle de Türkiye Cumhuriyet’nin kimliğine ters düşen bir sıra keyfî ve partizan icrâatta bulunmuştu. İktidar ile muhalefet arasındaki gittikçe kişiselleşerek yakışıksız bir hâl alan çekişmeden başka “geliyorum” diyen ciddî uyarı niteliğindeki sokak olaylarının da nihâyet dikkâte alınmaması üzerine TSK içinde gizlice örgütlenmiş, iç hizmet yasasının 35. maddesine dayanan alt rütbelerden bir grup subay emir komuta zinziri dışına çıkarak 27 Mayıs 1960 tarihinde yaptığı bir darbeyle ülkenin yönetimine el koydu.

O günleri otuziki yaşında genç bir yurtdaş olarak bilinçli biçimde yakından yaşadım. Sanki dünmüş gibi anımsarım: Toplumun tepkisi kişinin durduğu yere göre değişiyordu. İktidar ve ikbâl kavgalarından bıkıp usanmış, ekonomik sıkıntı da çeken halkın ezici bir bölümü müdahâleyi destekliyor, bir bölümü sonuçta askerî bir rejim kurulmasından korkuyor, DP ile bir şekilde ilişkisi bulunanlar ise üzgün, korku ve merakla olup bitecekleri bekliyorlardı.

Hep düşünmüşümdür “bu niye oldu?” diye…

Demokrasisi yüzyıllar boyu olgunlaşıp oturmuş, toplumu eğitimli ülkelerde devletin asıl sahibi tüm sınıflarıyla beraber her zaman için halktır, millettir. Hükùmet devleti yönetmek üzere halktan belli bir süre için vekãlet alır. Ama doğu kültüründe yüzlerce yıl sürmüş herhâlde mutlak hükümdarlık dönemlerinden kalmış olacak ki bilmezden, görmezden geliniyor:

Ömür gibi iktidar da gelip geçidir. Ne var ki bizde bir kere hükûmet olundu mu, babadan kalma miras, dahası, evlâdiyelik zannediliyor iktidar. Hele bir de devleti yönettiklerini sananların ufku yok denecek kadar dar, yetişim zeminleri de sığ ise bu sefer de “bak ne idim ne oldum?!” der gibisinden çıktıkları kabuğu beğenmeyip de unutanlara özgü bir çalım ve kibirle ülkede tek adam olma hevesi başlıyor. Son altmış yılın politikacılar galerisine bakalım; ellerinde dev aynası, şişinmiş öyle kimleri görmeyiz ki? Hele de son sekiz yılda! Siyãsette alçak gönüllülük sanki bir erdem değil artık!

Oysa, Yüce Tanrı evreni var ettiği ilâhî bilgeliğinden o “Tek Adam”ı özene bezene yaratarak en güç zamanımızda bize bahşetmişti ama iktidar ve ikbâl uğrunda hem eseri lâik Cumhuriyet’e ihãnet ve hem de Oğuz kökenli Anadolu Türk’ü bizlerin “kurtarıcısı”na nicedir küstâhçasına nankörlük ediliyor! Nasıl mı? İleride göreceğiz.

Ama bu noktada şimdiden yine de soruyorum:

Yirminci yüzyılın en büyük devlet adamı niteliğine hakkıyla layık, dünya tarihinin en ender ve seçkin şahsiyetlerinden biri, “O” olmasaydı “Türkiye’nin yarınında artık Kemâlizme ve Kemâlizm benzeri rejimlere yer yoktur. Kemâlizmin yeniden kendini üretmesi söz konusu değildir. Bizim için en üst belirleyici, İslâm’ın ilkeleridir. Her şey ona göre belirlenir. Ben İslam’ın devlet plânı içinde düşünüyorum” diyebilmiş “çıraklık, kalfalık, ustalık” gevezesi nankörler acaba bugün var olabilirler miydi? Olabilirlerse nasıl, nerede ve hangi adla var olurlardı? Yanıt kendilerinindir!

İktidar sarhoşluğundan kaynaklanan aldatıcı özgüven kadar çevresindeki akıl kethüdasının da kurbanı olmuş Menderes Arapça ezan yasağını mazbatasının mürekkebi henüz kurumadan iktidarının hemen kırkikinci gününde kaldırınca lâik Cumhuriyet’in temelindeki somunlar o andan itibâren gevşetilmeye başlanmış, inanılır gibi değil ama ana muhalefet partisi CHP de kaybettiği kırsal kesimde yeniden tutunabilmek için Arapça ezan tasarısını mecliste DP ile birlikte onaylamıştı. Arkası geldi ve yazık ki hâlâ da geliyor…

Özetle 27 Mayıs’tan sonrası: Bütün politik etkinlikler yasaklanarak TBMM fes edildi. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Bakanlar Kurulu üyeleri ve DP milletvekilleri ile eski Genel Kurmay Başkanı Rüştü Erdelhun tutuklanarak anayasayı ihlâl ve diğer suçlardan yargılanmak üzere Yassıada’ya hapsedildiler. Tutuklananlar arasında Kurtuluş Savaşı kahramanlarından Ali Fuat (Cebesoy) Paşa ve Kore gazisi Tümgeneral Tahsin Yazıcı da vardı. Yargılama için Yüksek Adâlet Divanı kuruldu ve 14 Ekim 1960 tarihinden 5 Eylül 1961 tarihine kadar tutuklu sanıklar hakkında 19 dava açıldı. Bunlardan Bayar’a karşı “köpek davası” ile Menderes’e karşı da beraat ettiği “bebek davası”nın halkın gözünde küçük düşmeleri için açıldığı besbelli idi.

Rahmetli Org. Cemal Gürsel’in () başkanlığında önce 38, iç anlaşmazlıklar nedeniyle lav edilmesinin ardından da 24 üyeden oluşan Millî Birlik Komitesi (M.B.K.) kuruldu. Amaç ve hedefi bir bütün olarak gördüğü Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milleti için Atatürk devrimlerine bağlı, iktidar uğrunda din sömürüsüne son verecek, hukûka dayalı demokratik, lâik ve sosyal nitelikte tarafsız bir yönetim kurmaktı. Oy toplamak için dinin politikaya âlet edilmesiyle kirlenmiş ve ekonomi bozuldukça da giderek zorbalaşmış on yıllık DP iktidarı düşünüldüğünde M.B.K.’nin söz konusu hedefi, 27 Mayıs müdahalesini başlangıçta sıradan bir cuntanın hükùmet darbesi olmaktan çıkartıyordu. Ta ki insanlık kadar Türkiye Cumhuriyeti’ne de hiç yakışmayan hatalar yapılmaya başlanıncaya kadar…

Önce M.G.K.’nin de katıldığı, temsil tabanı üniversiteler, öğretim üyeleri, öğretmenler, barolar, basın, meslek, esnaf ve gençlik örgütleri ile sendikalar vs gibi sivil toplum kuruluşlarıyla da geniş tutulmuş bir kurucu meclis ile onun da bir kolu olan, CHP ile Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin (CKMP, 1958-1969) katıldıkları temsilciler meclisi ve bu mecliste de bir anayasa komisyonu kuruldu.

Hazırlanacak olan yeni anayasanın temel ilkesi “demokratik, lâik ve sosyal cumhuriyet” hedefine yönelikti. Lâiklik devletin ideolojik ilkelerinden biri olacak, din, ibâdet ve vicdan özgürlüğü ile bireysel hak ve özgürlüklerin tümü anayasal güvence altına alınacaktı. Vicdan özgürlüğünün bir parçası olarak din öğrenimi bireylerin seçimine bırakılacak fakat din sömürüsünü önlemek için toplumun duyarlı olduğu inancı kötüye kulananlar cezalandırlacak, inancı siyâsete âlet eden partiler kapatılacaktı. 1 

Kurucu meclisin hazırladığı gerçekten de çağdaş anayasa 9 Temmuz 1961 tarihinde halk oyuna sunuldu ve 3 milyon 984 bin 558 hayır oyuna karşılık 6 milyon 374 bin 714 evet oyu ile kabul edildi. Kırgın DP seçmenleri oldukları düşünülen 3 milyon 189 bin 572 kişi oylamaya katılmamıştı.

Bu arada Yassıada yargılamaları bitmiş, 15 Eylül 1961 günü mahkemenin kararları açıklanmıştı. Celal Bayar (), Adnan Menderes, TBMM Başkanı Refik Koraltan (), diplomasi ve siyâsetiyle Kıbrıs’a Türk askerini ilk kez sokan Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu (), Maliye Bakanı Hasan Polatkan () başta olmak üzere 15 sanık ölüm cezasına, 402 sanık ömür boyu hapse ya da başka ağır hapis cezalarına çarptırılmışlardı. İleri yaşı nedeniyle Celal Bayar'ın cezası ömür boyu hapse çevrildi. 135 sanık aklanırken beş sanığın davası düştü. MBK yalnızca üç ölüm cezasını onaylamıştı: Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan!

Rahmetli Zorlu ve Polatkan 16 Eylül 1961 günü İmralı Adasında idâm edildiler. Rahmetli Menderes biriktirdiği uyku haplarının hepsini birden alarak antihara teşebbüs ettiyse de miğdesi yıkanarak kendi iradesi dışında(!) hayata döndürülüp 17 Eylül 1961 günü cezası infaz edildi (). Haber akşam radyoda açıklandığında bir gün öncesinden zaten son raddesine kadar gerilmiş Türkiye donup kalmış, üzerine sanki bir anda ölü toprağı serpilmişti! Menderes “Üçlü Kıbrıs Barış Konferansı”na giderken beraberindeki 35 yolcudan 15’inin öldüğü Londra’daki uçak kazasından Ankara’ya sağ salim döndüğünde bulvar boyunca sıra sıra kurbanlar kesildiğini anımsarım. İkibuçuk yıl sonra idâm edildi.

Resim
Darağacında asker, sivil,
siyâsetçi sanki herkese
“bunu unutmayın!” diyordu.
Bu bir kader midir? Ya da Yassıada’da savunma hakkının kısıtlandığına dair imâda bulunmuş Mederes’e mahkeme başkanı Salim Başol’un "Sizleri buraya tıkan irâde böyle istiyor" dediği rivâyet edilen, tarihin vereceği kararı düşünebilmekten âciz kişilerin geleceğe dönük korkularından mütevellit, körü körüne uyulması gereken acımasız bir buyruğu mu? Yoksa biz, görece yerleşmesine karşın temelinde ruhen göçer kalmış, eğitimi yetersiz, madde ve tüketimi uygarlıkla karıştıran, doğu ile batı ya da eski, yani Arap-İran-İslâm kültürü ile yeni, şu demek ki çağdaşlık arasında sıkışıp kalmış kafası karışık bir toplum muyuz?

Gerçeklik bu olgulardan hangisinde olursa olsun, Atatürk’ün “…Ulusal kültürümüzü çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkartacağız” söylemiyle dile getirip hedeflediği modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kimliğine “Devlet mi? Devlet benim!” hüsnükuruntusu yüzünden tarih nezdinde kopkoyu bir gölge düştüğü, daha doğrusu düşürüldüğü de tartışılmaz!

Mahkûm olan öteki sanıklar daha sonra çıkan af yasalarıyla cezâ sürelerini tamamlamadan serbest bırakıldılar. 1970'lerin ikinci yarısında da siyâsî hakları geri veridi. Eylül 1990'da Menderes, Polatkan ve Zorlu'nun naaşları, İmralı'daki yerlerinden alınarak İstanbul'da yapılan anıtmezara devlet töreniyle nakledildiler.

***

O zor günlerin ardından yeni anayasa gereğince 15 Ekim 1961 tarihinde genel seçimler yapıldı ve M.B.K.’nın görevi sona ererek üyeleri yeni Cumhuriyet Senatosu’nun üyeleri oldular. Seçimleri %36,74 oranında oy ve 178 milletvekilliği ile CHP kazanmış, emekli Genel Kurmay Başkanı Org. Ragıp Gümüşpala tarafından DP’nin ardılı olarak 11 Şubat 1961’de kurulmuş Adalet Partisi (AP) %34,79 oy oranı ve 156 milletvekilliği ile ikinci parti olmuştu. Cumhurbaşkanı Gürsel, Malatya milletvekili İsmet İnönü’yü Başbakan olarak görevlendirdi. İnönü, 1961 ile 1965 yılları arasında üç koalisyon hükùmeti kurdu ve bu süreci yine 1965 yılında Suat Hayri Ürgüplü’nün kısa ömürlü koalisyon kabinesi izledi. 1965 yılında genel seçim yapıldı ve %52’lik bir çoğunlukla A.P. tek başına iktidara gelerek merkez sağdan muhafazakâr kökenli genç başkan Süleyman Demirel 41 yaşında Başbakan oldu ().

Anadolu’nun kırsal kesiminde halk D.P.’ye “Demirkırat” derdi. A.P.’nin ilk belirtkesi bilgiyi simgeleyen, açılmış bir kitâp ile arka düzlemde de güneş iken () D.P.’nin parsasını toplamak için söz konusu belirtke “Kır At”a dönüştürüldü ().

A.P. her hâliyle D.P’ye öykünüyor, kırgın eski D.P.’lileri kazanmak için her fırsatta “ben onun ardılıyım” diyordu. Muhafazakar ve mütedeyyin çevreler içindeki oy avcılığı amacıyla bağnazlık ve devrim aleyhtarlığının açıkça görmezden gelindiği 1965 ile 1971 yılları arasındaki A.P. iktidarında D.P. zamanından kalma Nurculuk bütün gücüyle sürerken Süleymancılık gibi yeni tarikat ve çeşitli İslâmcı akımlar da ülkede hızla boy attılar.

Adını kurucusu eski Nakşibendi şeyhi Silistreli Süleyman Hilmi Tunahan’dan (1888-1959) alan Süleymancılık tarikatı her türlü tahsil ve okumayı, hatta bu arada imam-hatip okullarına, Yüksek İsâm Enstitüleri’ne, İlâhiyet Fakülteleri’ne ve tabiatıyla pozitif bilimlere karşıdır. İnsanları cahil bırakmak için akla pranga vurulmasına bundan daha somut örnek olamaz! Tarikata göre gerekli bütün bilgiler Kur’an’da mevcut olup Kur’an kurslarında alınacak Kur’an eğitimi yeterlidir. Dolayısıyla Süleymancılar ruhî ve maddî sömürü aracı olarak bulundukları her yerde Kur’an kursu açmışlar, öğrenci ve müritlerini de Kur’an kursu açmak ve en aşağı beş tânesini de açtırmakla yükümlü kılmışlardır.

Tarikat şeyhi Süleyman’ın peygamber soyundan geldiği iddia olunur, mürit ve öğrencilere bu telkin edilerek söz konusu öğretiye inanılır. Zaten böyleleri mümin ama cahil insanları manen ve maddeten iyice sömürebilmek için hep peygamber soyundan inerler. Ne garip değil mi? İslâm Peygamberi Sami ırktan Arap, babası hafız Osman Efendi olan Süleyman Tunahan ise Osmanlı Bulgaristan’ında Silistre’ye bağlı Ferhatlar köyünde Peygamber’den yaklaşık 450 kuşak sonra doğmuş bir Türk’tür.

Mürit ve öğrencilerinin etkinlikleri siyasi düşünceyle 1970 yılında Demirel hükùmeti tarafından serbest bırakılarak kurdukları Kur’an kursları da resmen tanınmıştır. Ayrıca, siyasî düşünce ile 1946 yılında CHP tarafından ilk kez sekiz ilde açılmış olan imam hatip okulları sayısının Başbakan Demirel’in altı yıllık A.P. iktidarında 26’dan 46 yenisiyle 72’ye çıktığı da bir gerçekliktir.

AP iktidarı yıllarında filizlenmeye başlayarak rahmetli Özal zamanında bir tellenip dallanan Cumhuriyet ve Atatürk devrimlerine karşı bir başka örgüt de Dünya İslam Birliği anlamına gelen “Rabıta tül-Alem il-İslami”dir. Suudi Arabistan kökenli olup merkezi Mekke’dir. Ölçüsüz mâlî gücünü Aramco (Arap-Amerikan) petrol şirketi sağlar. Başlıca amacı yeryüzünde şeriat adına yapılan bütün etkinlikleri desteklemek, bu cümleden olmak üzere besleme ve çıkarcı yandaşları bulunan Türkiye’yi şeriat devleti hâline getirmektir.

Nitekim, şimdilerde yaşını başını almış -adı gerekli değil- İslamcı bir gazeteci-yazar 1969 yılındaki “Rabıta” toplantısında “yakında” demiştir, “uzun yıllardır mücadelesini yaptığımız şeriat devletini kurmak için harekete geçeceğiz.” 2  Hızını alamaz, bir de üstüne ekler: “Câmiye gitmeyen herkes komunisttir, siyonisttir, dinsizdir.” 3 

Mekke’de hacca gelen Türk’lere de seslenir: “Mahallenizde ne kadar camiye gitmeyen insan varsa hepsini belleyin. Sizlere harekete geçme emri verildiği zaman önce bunları öldüreceksiniz. Bu köpekler öldürülünce hareket kolaylaşacak ve amacımıza daha rahat varabileceğiz.” 4 

Bu densiz sözleri ancak beslemeler bir diyet olarak söyleyebilirler; onlara yakışır! Kaldı ki Yüce Tanrı “…Meşru bir hak karşılığı olmadıkça, Allah’ın haram (dokunulmaz) kıldığı canı öldürmeyin…” 5  buyurmuyor mu? O hâlde bu nasıl bir imân ve inançtır? İstenildiği kadar sorulsun, Istanbul’da toplu hâlde namaz kıldıktan sonra 16 Şubat 1969’da Amerikan 6. filosunu Beyazıt Meydanı’nda izinli olarak protesto eden solcu öğrencilere saldırıp da o günü Ali Turgut Aytaç ve Duran Erduğan adlı öğrencilerin bıçaklanmaları ve yüzden fazlasının da yaralanmasıyla “Kanlı Pazar”’a çevirenler de bunlar değiller miydi? Gençler emperyalizmi kınarlarken bunlar iğrenç eylemleriyle emperyalistlerden yana olmıyorlar mı! Bu da kendi söylemleriyle “ehvenişer”, yani insanlığın baş belâsı emperyalizm kötüler içinde iyisi oluyor!

 1  İnancı daha o yıllarda siyâsî bir âlet haline getirmiş merhum Necmettin Erbakan’ın İslãm ağırlıklı Milli Nizam Partisi (MNP – kuruluşu 1970) 1961’de sivil yönetime geçildikten sonra "laik devlet niteliğinin ve Atatürk devrimciliğinin korunması prensiplerine aykırı olduğu" gerekçesiyle anayasa mahkemesi tarafından kapatılmıştır (1971).
 2  Neşet Çağatay (1917-2000): Türkiye’de Gerici Eylemler. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. Ankara Üniversite Basımevi, 1972. sh. 61.
 3  yage
 4  yage
 5  Birinci En’am Sûresi, 151-153
Mevzuubahs olan; millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız¿? meselesi değildir. Mesele, zaten emrivâki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehâl, olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usûlü dairesinde ifade olunacaktır.

Fakat ihtimâl, bazı kafalar kesilecektir!
Kullanıcı küçük betizi
Ram
Zûlme Karşı İsyan!
 
İletiler: 8167
Kayıt: Sal Şub 20, 2007 1:06
Konum: Aç haritaya bak!

Şu dizine dön: E. Fuat TEKÇE

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x