GİZLİ GİZLİ, GİZLİDEN

GİZLİ GİZLİ, GİZLİDEN

İletigönderen Feza Tiryaki » Sal Nis 25, 2017 23:02

GİZLİ GİZLİ, GİZLİDEN


Bir eski öğrencime, eski ders kitaplarından bir kutu hazırlıyorum, çocukları için vereceğim.

Kitapları karıştırırken, elime Berlin’de, Türk çocukları için hazırlanan, “Ararat Verlag” denilen bir yayınevinde basılan bir ders kitabı geçti. Unutmuşum içeriği, şöyle bir karıştırdım. Kitap, Türkçeyi birinci yabancı dil olarak seçecek yedinci sınıfa giden gurbetçi Türk çocuklarına.1983 yılında basılmış, kitabı Berlin okul senatörlüğü gözetiminde iki Türk yazar hazırlamış: İncila Özhan / Adnan Binyazar. Resim, düzenleme: Yunus Saltuk.

O yıllar Kenan Evren / Özal döneminin yıkıcı etkilerinin ülkemizi sardığı yıllar... İlk kez, kendilerini sol olarak tanımlayan bir grup; dinci, sağcı, bölücü Özal iktidarı zamanında, yurtdışına da olsa, okul çocuklarına kitap hazırlıyor. İçlerindekinin, ülkemizde yönetimde olsalar neler yapacaklarının bir göstergesi hazırlanan kitaplar. Çağdaş ama ulusal değil.

Yedinci sınıftan başlayarak, onuncu sınıfa kadar, ayrı ayrı dört sınıfa yazılmıştı bu dizi kitaplar. Bir yazımda yine söz etmiştim, ayrıca öğretmen rehberi, kitapların öğretmenler için Almanca çevirisi de vardı. Seminer üstüne seminerler düzenlenmişti, kitaplar tanıtılmıştı, isteyen öğretmenlere, sınıfları için istedikleri sayıda kitap parasız gönderilmişti. Öyle bir rüzgar estirilmişti ki bu kitaplarla deymeyin gitsin!

Kitaplarda ulusal konular var yok arasında. Böyle konulu okuma parçaları da özenle seçilmiş. Türk vatanına değil, dünyaya birey yetiştiriliyor. Önceleri solcuyken, son yıllarında dönerek dinci iktidara yandaş olan Çetin Altan’dan bile yazı var. Türkiye’deki ders kitaplarında yer almayan Aziz Nesin, Ümit Kaftancıoğlu, Kemal Tahir, Fakir Baykurt... Cumhuriyetimize 70 yıllık zulüm diyen Yaşar Kemal... Abbas Cılga’dan, “Solonlu” “Atinalı” öyküsü... Atatürk’ten tahmin ettiğiniz gibi çok az söz ediliyor bu kitaplarda. Bir sayfasında “Atatürk’ten özdeyişler. Arkasında Nutuk’tan bir bölüm, “Ya bağımsızlık, ya ölüm!..” adlı. Hepsi hepsi, arkalı önlü resimsiz tek sayfa. Bir de bu anıda sözü geçiyor Atatürk’ün.

İlhan Selçuk'tan: "Ellerimizden öğreneceğimiz çok şey var..." fıkra yazısı öğretici: "Her hak bir uğraşın ürünüdür." diye bitmiş.

"Mezopotamya Uygarlıkları, Frigyalılar, Lidyalılar, Ege Denizi uygarlıkları (Burada, Schliemann kimdi?” sayfası.), Helenistik Dönem, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Haçlı Seferleri, Anadolu Beylikleri... bazı konu başlıkları.

Son bölümde, samanlı bir kağıda basılı “Yazın Türleri”yer alıyor. Burada, günümüzdeki dinci iktidarı, eli kanlı bölücü siyasetin partisini destekleyen, geçen yıl, “Akil adamlara girmek istemedim ama Anayasa'nın değiştirilmesini hâlâ istiyorum.” diyen Adalet Ağaoğlu’dan da iki öykü var, Yunan destanları (Homeros) tam tekmil orada, sanki Almanlar Almanca derslerinde bunları yeterince vermiyor, kendi değerlerini bizimkilere benimsetmiyorlar...

Anı yazılarına, iki örnek verilmiş. İlk anı, Mehmet Kemal’den. Yazının adı: “ Ben Atatürk’ün Arkadaşıydım”.

Dün 23 Nisan’dı. Aydınlarımızın aymazlıklarıyla geldiğimiz, suçumuzun büyük olduğu, ürkütücü, karanlık günler yaşayoruz, bayramları bile çoktandır kutlayamıyoruz... ( Meclis Başkanı, bu 23 Nisan’da, Anıtkabir’e gitmiyor, uyarıldığı halde, özel oturumda, Atatürk’ün adını anmıyor, saygı duruşu yaptırmıyor. ) Bu karşı devrim gökten bir günde inmedi ki!.. Böyle “ince ince yasemince”ler oynayan aydınlarımız sağ olsunlar, düşmana iş bırakmadılar...

Yazının adı ilgi çekiyor. 1920 doğumlu bir şairden (1920- 1998) Atatürk’le ilgili bir anı. Ne olabilir, kimbilir ne ilginçtir, ne öğüt vericidir diyorsunuz içinizden. Atatürk’ün arkadaşıymış, bak sen... Yüce önderimiz 1881 doğumlu. Mehmet Kemal’in, kitaplarında adı, Türkçe dil kuralına aykırı olarak, Mehmed olarak geçiyor, babasının kattığı “Mehemmed Kemalüddin” adını sonradan kendisi değiştirmiş, Cumhuriyetle aldığı Kurşunlu soyadını da yazın yaşamında hiç kullanmamış. Atatürk’le aralarında otuz dokuz yıl yaş farkı var. Nasıl arkadaş olabilirler?

Okuyalım bakalım neymiş ne değilmiş bu önemli anı. Anı konusuna örnek verilen, yurtdışındaki çocuklara Türkçe derslerinde okutulacak bu yazının başlığının yanına bir iki santim boyutunda elle çizilmiş bir resimcik konmuş. Atatürk’ün, bir elini bir oğlan çocuğunun omzuna koyduğu, diğeriyle bir kız çocuğunun başını okşadığı bu küçücük resim bize ne anlatıyormuş bakalım:

Yazı, anı üzerine açıklamalarla başlıyor, anı türleri sayılıyor, “Ben, bu saydıklarımın hepsinden ayrı bir konuyu anlatacağım. Belki çok abartmalı bir sözle başlayacağım anıma: "Ben, Atatürk'ün arkadaşıydım!" diye devam ediyor.

Bundan sonraki ikinci pragraf da “ben” ile başlıyor, şöyle sürüyor:

“Ben 1920 yılında Ankara'da doğdum. Bütün çocukluğum da bu kentte geçti. Atatürk, benim doğduğum yıllarda Ankara'ya gelmişti.”

Hayda!.. Ne bu şimdi? Anlatacağı anının kahramanı Atatürk. Baştan söyledi, yazısına da ad verdi. Asıl adını değiştirerek kendine ad olarak taktığı Mehmet Kemal adını bile borçlu olduğu Cumhuriyetimizin kurucusundan, yalnızca vatanı değil, yazdığı söylediği dili Türkçeyi de yok olmaktan kurtaran, dilinin yazı seslerini armağan eden, okumasını, adam olmasını, bağımsız özgür bir birey olmasını sağlayan, ulusuna devlet kuran, başını dik gezdirten kişiden söz edilecek. Türk devletinin kurulduğu yıldan, 1920’den, Meclisin açıldığı, egemenliğin duyurulduğu, kurulan meclisle (TBMM) Kurtuluş Savaşı’nın sürdürüldüğü yıllardan... Yazıda ne diyor bu Türk tarihinin en en önemli yılından söz edilirken:

“Atatürk, benim doğduğum yıllarda Ankara'ya gelmişti.”

Yok ya, sahi mi? Demek, 1920’de sen Ankara’da doğdun. O Senin doğduğun yıllarda da Atatürk Ankara’ya gelmişti. Tesadüfe bak sen? Sonra? Neden gelmiş? Geldi mi, gelmiş mi? Tam bilinmiyor mu? Gezmeye mi gelmiş, geçiyorken mi uğramış? Cumhuriyetin kuruluş yılları böyle mi anlatılır? Madem anlatan anlatmış, böyle bir yazı nasıl gözden kaçar, Türk çocuğunun ders kitabına konur?

Bilmeden olabilir mi? Olmuşsa neden düzeltilmedi, sonradan kaldırılmadı?

“Ben 1920 yılında Ankara'da doğdum. Bütün çocukluğum da bu kentte geçti. Atatürk, benim doğduğum yıllarda Ankara'ya gelmişti.”

Hadi böyle başlandı anıya, belki arkasından anlatış değişir diyelim, okuyalım:

“O'nu tanıdığımda sanıyorum yedi sekiz yaşlarında idim. İstasyondan Samanpazarı'na doğru çıkan yokuşun otlarında, o zamanlar, Türkocağı denilen mermerden, görkemli bir yapı yükseliyordu. O günlerin Ankara'sında Atatürk, hemen hemen haftanın birkaç gününde gelir, bu yapının yükselişi ile ilgilenirdi.”

Doğumundan, yedi sekiz yaşlarına atlanıyor. O yıllarda Ankara’ya gelen (!) Atatürk’ten, o yılların ne olduğundan söz etmek yok, kime anlatılıyorsa bu anı, okuyalım, kendinizi yedinci sınıfa giden 12 yaşlarındaki gurbetçi çocuğunun yerine koyun, dinleyin bakalım:

“Evimiz Denizciler Caddesi'nde olduğundan, benim yaşımdaki çocuklar da gider, bu yapının kırık mermerlerinden birer parça alır, gazoz kapağı oynardık. Bu oyun, gazoz kapaklarını çemberin içine dizmek ve oradan mermerle çıkarmak biçiminde oynanırdı.”

“Türkocağı denilen bir yapı”. Örneğin Ankara’ya gidiyoruz, TBMM denilen bir yapı diyebilir miyiz meclise? Bir yerde hükümet binası yapılsa “Hükümet Konağı denilen bir yapı ”denir mi? Bir yazın kişisi, büyük bir şair böyle bir sözü bilmeden der mi, amaç küçümsemek değilse? “Türkocağı” denilen mermerden görkemli bir yapı. Yokuşun otlarında yükseliyormuş. Burada “Türkocağı” ile arasındaki sorun çıkıyor yüzeye.

Kültür Bakanlığı, binanın tarihçesinde yapım yılını 1927 – 1930 olarak gösteriyor, daha önce bitirildi diyenler de var. Kesin bilinen, tamamlanan yapıyı 1930 yılının Şubat’ında Atatürk’ün denetlemesi. Sonra Nisan’da burada Türk Ocakları Kurultayı’nın toplanması.

Bu yapı, “Türk Ocakları” merkez binası olarak yapılıyor, ardından (1932) Ankara “Halkevi”ne dönüştürülüyor. 1952’de de, “Halkevleri “ kapatılıyor. Sonra bina elden ele... En son hali müze. Bina proje yarışması açılarak yarışmayı kazanan ünlü bir Türk mimara yaptırılıyor, bodrum katı (zemin) üzerine iki kat. Ön bölüm üç kat. Atatürk’ün isteğiyle yapı Türk süslemeleriyle süsleniyor. Eski Ankara evleri, eski Türk mimarisi örnek alınıyor. Gösterişli ön cephe, kemerler, pencereler, sütunlar... Yapının mermerleri Marmara adasından getirtiliyor, çeşitli illerden mermerci ustaları toplanıyor. Atatürk yapıda yabancı eli istemiyor.

Yazarın hafızası çok sağlam:

“Mermer kırıklarını almaya gittiğimizde çoğu zaman Atatürk'ü görürdük. Otomobilinin çevresinde motosikletli polisleri, arabalara binmiş yakınları ile Atatürk'ün gelişi her zaman belli olurdu. Mermer almaya gelmiş benim yaşımdaki çocuklar da, yani bizler de tek sıra dizilir, Atatürk'ün önümüzden geçmesini beklerdik. Bizi öyle asker gibi tek sıralı dizilmiş gören Atatürk de önümüzden geçerdi.”

Cumhuriyetin ilk yılları, yirmili yıllar bitmemiş. Daha polis teşkilatımız gelişmemiş. Anlatıcıya göre ise motosikletli polisler Atatürk’ün otomobilinin çevresinde. Olabilir mi? Bir de başka arabalar var, Atatürk’ün arabalara binmiş yakınları... Ne anlama geliyorsa burada “yakınları” sözü. Yedi sekiz yaşındaki çocuklar tek sıra dizilecekler, onları asker gibi sıralı gören Atatürk de önlerinden geçecek.

Yine bir küçümseme, gizli alay... “Onları sıralı gören...”

“Artık biz de, Atatürk de, birbirimizin tanışı olmuştuk. Bazen önümüzden geçerken kimimizin yanağını sıkar, saçını okşar, kimimizin adını sorardı. Bu tanışıklık, Türkocağı'nın yapımına değin aylarca, yıllarca sürdü. Öyle olmuştu ki, Atatürk çoğumuzun tek tek adını unutmayacak kadar bizleri tanımıştı. Tek sıra olduğumuzda, “Nasılsın Mehmet? Nasılsın Ahmet? Sınıfını geçtin mi? Kuşpalazı olduğunu duymuştum, iyileştin mi?” gibi sorular soracak kadar bizleri tanır olmuştu.”

Bu tanışıklık yıllarca sürmüşmüş. Mimarı on sekiz ayda bitirdik, Atatürk böyle emretmişti diyor. Bir buçuk yıl gibi bir süre veya iki üç yıllık süre anlatılırken, “yıllarca” denir mi?

“Atatürk, Çankaya'da sıkıldığı zamanlar okulumuza gelir, bazı sınavlara girerdi. Sınavlarda sorular sorardı. Lisede, sorulan sorulara iyi yanıt verenleri, Avrupa'da okumaya yolladığını duyardık. Bunları duydukça da: “Ah, Atatürk bizim sınavlarımıza da girse, biz de sorulara yanıt versek, bizi de Avrupalara gönderse...” diye özenirdik.”


Yine burada anlatılan Atatürk, işsizlikten canı sıkılan, plansız, programsız davranan, bu yüzden okullara gidip sınavlarda sorular soran kişi. Yazar da artık lisede. Avrupaya gönderilen Cumhuriyetin bu ilk öğrencilerini küçümseme... “Ah, “Atatürk bizim sınavlarımıza da girse, biz de sorulara yanıt versek, bizi de Avrupalara gönderse...”

Anı şöyle bitiriliyor:

“Bir öğleye doğru idi. Dersten çıkıp bahçede oynarken Halkevinin tepesindeki bayrağın yarıya indirilmiş olduğunu gördük. Okulu, öğretmenleri, yöneticileri bir hüzün kaplamıştı. 'Ne oluyor?' dememize kalmadı. Atatürk'ün öldüğü, bayrağın onun için yarıya çekildiği kara haberi kulaktan kulağa dolaştı. Öğretmenlerimiz ne yapacaklarını, bize ne diyeceklerini şaşırmışlardı.

Hadi, bugün okul kapalı...” dediler. Evlerimize gittik. Atatürk'ün İstanbul'da öldüğü haberi bütün kente yayılmıştı. Ankara başımıza çökmüş gibi oldu.”

1920 doğumlu yazar, Atatürk sonsuzluğa göçtüğünde, on sekiz yaşında, lise sonda olmalı. Genç bir yetişkin. Aşağıdaki sözler Cumhuriyetin, eğitimli, genç bir bireyine yakışıyor mu? Lise öğrencisi değil de, birinci sınıfa giden okul çocuğu olsa, aşağıdaki bebekçe sözleri belki diyebilir. O yılların o yaş çocuğu bile bilinçlidir, savaşarak kurtarılan, devrimlerle yükseltilen bağımsız bir ülkenin çocuğu, Atatürk’ün neden büyük olduğunu, kaybına neden ağlandığını bilir. Ağlarken bilinçli ağlar. Büyükleri de neden ağladığını sormazlar zaten. Ulusun yüce önderiyle, anılarını yazarken bir Cumhuriyet yazarı böyle inceden inceden dalgasını geçiyor. Kendini bebek yaşına indiriyor. Nereden arkadaşın oluyor sorusuna da, soruldu varsayalım, eğer zeka özürlü değilse hiçbir genç, öyle bebekçe bir yanıt vermez... “Türkocağı” binası, Türkocaklarına Atatürk’ün verdiği değer, yazara fena koymuş olmalı, neden niye gocunduysa bundan... Anının bundan sonrasında alayın dozu kaçmış:

“O benim arkadaşımdı!..” diye hıçkıra hıçkıra ağlamıştım. Büyükler, “Nereden arkadaşın oluyor?” diye sorduklarında:

“Mermer alırken, hep bizi sever, okşardı...” diyordum."

*
Sahi, siz, ülkemiz birdenbire mi bu durumlara düştü sanıyorsunuz?

Bunda hepimiz ama hepimiz suçluyuz!

Feza Tiryaki, 24 Nisan 2017
Resim: Türkocağı Binası (Ankara Halkevi)
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 988
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x