Günün bazı yazıları | 23.12.2008

Günün bazı yazıları | 23.12.2008

İletigönderen kgursu » Sal Ara 23, 2008 22:36

Talabani faktörü


Hüsnü Mahalli


Üç gündür Süleymaniye ve Erbil’de dolaşıyorum.

Süleymaniye’de Irak Cumhurbaşkanı ve KYB lideri Celal Talabani ile saatlerce süren sohbetlerimiz oldu. Erbil’de ise Kürt Federe Bölgesi Parlamentosu Başkanı Adnan Müfti, Kürt Federe Bölgesi Başkan Yardımcısı Kosret Resul ve aydınlarla konuştum. Öncelikle şunu söylemeliyim: Herkes heyecanla Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü bekliyor. Sayın Cumhurbaşkanı Gül’ün olası Erbil ziyareti onlar açısından tarihsel bir öneme sahipti ve çok şey ifade edecekti. Özetle Erbil ve Süleymaniye’de herkes Türkiye’yi konuşuyor.

Çünkü kısa bir süre önce DTP’den bir grup milletvekili buralara gelerek Barzani ve Talabani ile görüşmüş, bu görüşmeler sayıları 22’yi bulan ve uydulardan herkes tarafından izlenen Kürt televizyonlarından bol bol yansıtılmış ve yorumlanmıştı.

Bu yorumların birine KYB’nin Ankara Temsilcisi Behroz Galali ile birlikte ben de katıldım. ‘Sıcak Nokta’ adlı televizyon programında Türkiye-Irak ve Türkiye’nin Iraklı Kürtlerle ilişkileri konusunda sorulara yanıt vermeye çalıştık.

Iraklı Kürtlerin merak ettiği bir diğer önemli konu; Türkiye’deki yerel seçimler. Bu seçimlerde AKP ile DTP arasındaki çekişmenin sonuçları Erbil ve Süleymaniye’de Diyarbakır ya da Ankara’dan daha fazla heyecanlı bir şekilde takip ediliyor ve olsası sonuçları üzerinde şimdiden değişik yorumlar yapılıyor.

Talabani yalnızca bir Kürt lider olarak değil aynı zamanda Irak Cumhurbaşkanı olarak Gül’ün ertelenen ziyareti öncesinde Kerkük’e gidip Türkmen parti ve örgütlerin liderleri ile bir araya gelmiş, onları bile şaşırtacak kadar yeni açılımlar sunmuştu.

Bu açılımlar ilk ürününü dün verdi. Bundan böyle Türkçe (Türkmence) Arapça, Kürtçe ve Süryanice’nin yanı sıra devlet dairelerinin tabelalarında kullanılacak.

Talabani Kerkük’te, Kürtlerin bazı yanlış işler yaptıklarını kabul ediyor.. Durumun düzeltilmesi ve Türkmenlerin haklarının verilmesi için yoğun bir çaba harcıyor ve bu konuda da yetkilerini kullanıyor. Konuştuğum Türkmenler de belki de ilk kez Talabani’nin bu yöndeki çabalarından umutlu.

PKK konusuna gelince...

Irak Cumhurbaşkanı ve KYB lideri olarak Talabani bu sorunun kendileri için yeterince sıkıntı yarattığının bilincinde ve samimi olarak çözümünü istiyor. Elbette kimse Kürt peşmergelerinin 1997’de olduğu gibi PKK ile savaşmasından söz etmiyor. Ama Iraklı Kürtler kendi ve Federal Bölgeleri’nin geleceğinin ancak Türkiye ile iyi ilişkilerden geçtiğini biliyor ve bu yönde liderlerine baskı yapıyor. Ancak unutmamak gerekiyor ki; Kuzey Irak’ta da bağnaz, aşırı milliyetçi ve daha çok İsrail, ABD ve Batı destekli Kürt diasporasının etkisinde olan kesimler de var. Bu kesimler ise PKK ağzı ile konuşuyor ve Türkiye devleti ile hükümetine güvenilmemesi gerektiğini savunuyor. Ankara’nın zaman zaman PKK ve Kürt sorunu konusunda sergilediği çelişkili tavırları onların elini güçlendiriyor ve Türkiye ile stratejik dostluğu savunan Talabani ve yandaşlarını zor durumda bırakıyor. Eli zayıf bir Talabani ise hiç kuşkusuz Ankara ile daha sıkı ve sıcak bir şekilde tokalaşamıyor ve ona iki eli ile sarılamıyor. Talabani’siz bir Ankara ise ne Irak’ta ne kuzeyinde hiçbir şekilde hiçbir şey yapamaz.


[img]http://www.aksam.com.tr/images/aksam_logo.gif[/img]
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

‘Senin baskın benim baskımı döver’

İletigönderen kgursu » Sal Ara 23, 2008 22:43

‘Senin baskın benim baskımı döver’


rcakir@gazetevatan.com


Yine “mahalle baskısı” tartışacağız. Tartışalım çünkü Prof. Şerif Mardin’in gündemimize soktuğu bu kavram ülkemizi, sorun ve sıkıntılarımızı anlamamız ve eğer istersek, bunları çözmemiz için çok uygun. Kaldı ki bu kavram 183 sayfalık “Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” adlı bir araştırma raporu üzerinden gündelik hayatta da teyit edilmiş durumda. Birileri metot tartışmalarıyla karalamaya, değersizleştirmeye uğraşsa da gençlerin, kadınların, Alevilerin ve yaşadıkları toplumda kendilerini azınlıkta hisseden diğer insanların anlattığı onlarca baskı ve ayrımcılık öyküsü nasıl bir ülkede yaşadığımızı bizlere gösteriyor. “Mahalle baskısı” tartışmalarında şu ana kadar öne çıkan saflaşmaları şöyle özetleyebiliriz:

“Tabii ki var” diyenler

Muhafazakâr kesimlerden kaynaklanan baskı saptaması en çok “laikliğe duyarlı kesimler” diye tanımlayabileceğimiz çevreler tarafından benimsendi. Yıllardır dile getirdikleri “şeriat tehditi”nin bu kavramsallaştırmayla onaylanmış olduğunu savundular. Hatta Prof. Mardin’i, son araştırmayı yöneten Prof. Binnaz Toprak’ı ve benim gibi yıllardır “şeriat tehdidi” kampanyalarına kulak asmayıp İslami camiayı anlamaya çalışan buradan hareketle yeni bir “bir arada yaşama” hukuku ve kültürü arayışında olanları “gördünüz mü, sonunda bizimle buluştunuz” demeye kadar vardırdılar.

“Tabii ki yok” diyenler

“Mahalle baskısı” kavramını Türkiye’deki İslami canlanmanın önünü kesmek için türetilmiş bir “psikolojik savaş” aracı olarak görenler de oldu. Bu yaklaşım sahiplerinin kimisi, münferit olaylar sayılmazsa, dindar kesimlerin kesinlikle kendilerinden olmayanlara karşı herhangi bir sistematik baskı uygulamadığını söylüyorlar. Bir diğer grupsa anlatılan birçok örneği baskı olarak değil de “İslami tebliğ” olarak görüyor ve göstermek istiyor.

“Tabii ki var ama...” diyenler

Bu öbektekileri de iki grupta inceleyebiliriz. İlk olarak, Türkiye’nin temel önceliğinin devletten, hatta devletin içinde de ordunun başını çektiği Kemalist kurumlardan geldiğini “mahalle baskısı” nın öne çıkartılmasının hedef saptırmak anlamına gelip demokrasiyi zayıflatırken demokrasi dışı odakları güçlendireceğini savunanlar karşımıza çıkıyor.

İkinci olarak, “mahalle baskısı”nın sadece dindarlardan kaynaklanmadığını, onlara yönelik baskıların da söz konusu olduğunu vurgulayanlar, ki yıllardır süren başörtüsü yasağı ve sorunu nedeniyle, dindarlar üzerindeki baskının daha önemli olduğunu savunanların sayısı hayli fazla. Hatta bunların arasında, “mahalle baskısı” kavramının dindarlar üzerindeki baskıyı meşrulaştırmak için kullanıldığını ileri sürenler de mevcut.

Benim yerim

“Senin yerin neresi?” diye sorulacak olursa, cevabım “Bunların hiçbiri” olacaktır. Bir kere “mahalle baskısı”nın olduğuna, sırf Prof. Mardin’le bu röportajı yapmış olduğum için değil, yıllardır Anadolu’yu gezen ve azınlıktaki vatandaşların çektiği sıkıntılara bizzat tanıklık eden bir gazeteci olarak hiç tereddütsüz inanıyorum. Ama bunun bir “şeriat düzeni”ne kapı araladığını hiç düşünmedim, bundan sonra da aralayacağını sanmıyorum.

“Bırakın mahalleyi, Genelkurmay’a bakın” diyenlere, nafile bir şekilde “Siz de biraz çevrenize, topluma baksanız hiç fena olmaz” denebilir ancak. Zira yıllarını devlet kaynaklı baskıları teşhir ve bunlarla mücadele etmeye adamış kişileri, sinik bir şekilde “askerin oyuncağı” olmakla suçlayabilenler için yapacak fazla bir şey yok.

Yıllar boyunca, içinde yer aldıkları çevrelerin bütün uyarı, itiraz ve baskılarına rağmen dindarlara “umacı” olarak bakmayan, onları ve dertlerini, sorunlarını anlamaya çalışan, bunların çözümü için gayret gösteren bazı isimlerin bugün, dindarların kendileri gibi olmayanlar üzerinde doğrudan ve/veya dolaylı baskı uyguladıklarını bunları belli bir iktidara sahip olmalarıyla daha da artırdıklarını ileri sürmelerini kimisi “döneklik”, kimisi de “sonunda gerçeği görmek” olarak adlandırıyor ki hiçbiri haklı değil.

Türkiye’nin yapısı, dinle ilişkileri ne olursa olsun insanların “öteki”ne hiç de iyi bakmadığını bize gösteriyor. Ülkedeki iktidar değişimlerine paralel olarak mazlumlar kolaylıkla zalime, zalimler de mazluma dönüşebiliyor.

Bundan 18 yıl önce, Türkiye’deki İslami oluşumları anlattığım ilk kitabım “Ayet ve Slogan”ın girişine İsmet Özel’in şu dizelerini koymuştum: “İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır.” Değişen hiç ama hiçbir şey yok. Şahsen her taraftan gelen baskılara karşı çıkmak, kim olursa olsun baskıya maruz kalanlarla dayanışma içinde olmak gerektiğine inanıyorum.


[img]http://haber.gazetevatan.com/images/vatanLogo_yeni.jpg[/img]
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

İletigönderen kgursu » Sal Ara 23, 2008 22:53

Krize altın vuruş

serdar.turgut@aksam.com.tr


Anadolu Ajansı önceki gün bazı şehirlerde ekonomik kriz sürecinde işlerin nasıl gittiğini anlatan çok detaylı ve bir o kadar da ilginç bir haber geçti. Bunu çok dikkatle okudum. Çünkü bu bir süre önce yazmış olduğum “TÜSİAD’ı MÜSİAD’laştırma operasyonu mu bu?” (2 Aralık AKŞAM) başlıklı analizde geliştirmiş olduğum tezin bir tür bilimsel kanıtı gibiydi.

Ne demiştim orada, ilk önce onu bir özetleyeyim, daha sonra ajansın haberinde o dediklerimin nasıl kanıtlamış olabileceğini anlatmaya çalışayım.

Yazımın çıkış noktası basit bir soruydu: Hükümet krize karşı kapsamlı bir tedbir paketi hazırlamakta neden yavaş davranıyor? Öyle ya önceki gün işadamı Ali Ağaoğlu, ‘44 ülkede krizle mücadele paketi açıklandığı halde Türkiye buna hâlâ girişmedi’ diyor ve o da hayli geç kalındığını söylüyor.

Ben yazıya bu soruyu sorarak başladım ve ayrıca tüm iktisadi kriz dönemlerinin, sermayenin iç yapısının değiştiği dönemler olduğunu, krizler kapitalizmin yapıcı-yıkıcılık gücünü ortaya çıkardığı için o dönemlerde ülkenin hâkim sermaye yapısının değişebildiğini anlatmıştım.

Popüler kavramla ifade edersem, krizlerde sermaye içinde servet transferleri olur, kriz öncesindeki hâkim ve güçlü sermaye grupları ortadan kalkar, onların yerini başka yükselen yeni gruplar alır.

Krizle mücadele paketleri açıklamış olan ülkelerde hükümetler kriz öncesi hâkim, güçlü sermaye yapısını değiştirmemek için duruma müdahale ettiler.

Türkiye’de ise hükümet, fazla bir şey yapmayarak krizin kendi iç dinamiği sonucunda hâkim sermaye yapısını değiştirmek istiyor gibi davranıyor.

Bu durumu “TÜSİAD’I MÜSİAD’laştırma” operasyonu olarak nitelendirip, krizin İstanbul sermayesi için daha ağır bir sorun olduğunu, dini duyarlılığı çok daha kuvvetli olan Anadolu sermayesinin krizi daha az sorunlu atlatabileceğini, kriz sonrasında İstanbul sermayesi içinde yepyeni isimler görebileceğimizi ve bunun da siyasi ve ideolojik hegemonyası tam olan AKP’nin kendi iktidarının ekonomik altyapısını sağlamlaştırma operasyonu olabileceğini yazmıştım.

Nitekim TÜSİAD’ın ağır topları Başbakan ile yapılan toplantıda endişelerini açıkça dile getirdiler. Tam da o günlerde Anadolu sermayesinin durumu ile ilgili ajans haberi geldi.

‘Krizden çıkmanın altın formülü’ başlıklı haberde, Güneydoğu Anadolu’nun önemli sanayi ve ticaret merkezi illerde işlerin krizden etkilenmediği, bilakis kriz döneminde bu şehirlerde işlerin arttığı söyleniyor.

Bunun nedeni bu şehirlerdeki sermaye gruplarının uzun yıllardır Ortadoğu ülkeleri, Kuzey Afrika ve Asya ülkeleri ile oluşturmuş oldukları bağlantılarmış. Onların bağlantılı olduğu ülkeler global ekonomiye nispeten kapalı olan ülkeler. Bu yüzden global ekonomiye tamamen açılmış olan İstanbul sermeyesi gibi krizden direkt etkilenmiyorlar.

O bölgedeki sermayeye kriz şu ana kadar gerçekten teğet geçiyor ve Başbakan da onların durumuna bakarak ‘Kriz bize teğet geçer’ lafını etmiş olabilir.

Oradaki sermaye grupları krizden etkilenmedikleri gibi tersine büyüyorlar bile ve daha büyük vizyonlar oluşturuyorlar.

Eğer teoride denilen olur, krizden etkilenen sermaye içinde servet transferi başlarsa, Anadolu sermayesinin İstanbul’u ele geçirme operasyonu da hız kazanır. Bunun da hükümet açısından hiçbir sakıncası olacağını düşünmüyorum. Bunun ülke açısından tek sakıncası Türkiye’yi gelecekte kurulacak dünyada omuzlayabilecek güç, tecrübe ve vizyonun sadece İstanbul sermayesinde bulunmasıdır.

Bu gerçek gözardı edilmemelidir. Siyasi ve ideolojik kaygılarla Türkiye’ye çok pahalıya mal olabilecek bir ekonomi oyununa girmemek gerekiyor.


[img]http://www.aksam.com.tr/images/aksam_logo.gif[/img]
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Zorla bazlama!

İletigönderen kgursu » Sal Ara 23, 2008 22:59

Zorla bazlama!

yozdil@hurriyet.com.tr



Arap bizim mahalleye baz istasyonu dikti... Evet, yanlış okumadınız, elin Arap’ının telefon şirketi, elektrik direği diker gibi, bizim mahallenin ortasına, kaldırıma baz istasyonu dikti.

*

(Bence, siz de dikkatlice bakın...

Sizin mahalleye de dikmiş olabilir.)

*

Çünkü, biz sadece telefon şirketinin satıldığını sanıyorduk... Meğer, adam memleketin tapusunu satın almış... Ahaliye sormadan, canının çektiği yere baz istasyonu dikebiliyor.

*

Belediye başkanını aradım...

- Bu kaldırım sizin değil mi?

- Bizim.

- E Arap istasyon dikiyor...

- Maalesef diker.

- Nasıl diker?

- Dikmesinler diye çok uğraştık, binalardan uzak olması şartını koştuk, bunun üzerine İçişleri Bakanlığı benim hakkımda soruşturma açtı, iletişim hakkını engelliyorsun diye...

- Hadi canım!

- Valla... Sonra gidip Ulaştırma Bakanlığı’ndan hallettiler, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’ndan yetki aldılar. Valilikler marifetiyle beğendikleri yere baz istasyonu dikebiliyorlar. Biz anca geçişi engellemesin diye, bir metre öne, bir metre geriye dikin diyebiliyoruz. Üstelik sizin mahalle tek örnek değil; Kadıköy’ün her tarafı böyle... Belediyenin yapabileceği bir şey yok yani.

*

Kapı kapı dolaşıp, apartmanların çatısına baz istasyonu dikmek istiyorlardı. Vatandaş izin vermedi. Tek tek uğraşmak yerine, kolayını bulup, Ulaştırma Bakanlığı’ndan tek kalemde işi bitirmişler!

*

Haliyle soruyorum...

Bu memleket Arap’ın babasının çiftliği mi? Burası Arap’ın, İngiliz’in sömürgesi mi? Valiler, yabancı şirketlerin memuru mu? Halkın sağlığını bu kadar yakından ilgilendiren bir konuda, halka sormadan, hangi hakla yetki verebiliyorsunuz? Bizim mahallenin sakinleri, kanser olursa, bunun sorumlusu Arap mı olacak, Ulaştırma Bakanı mı? Vebal olarak sormuyorum...

Vebali zaten Bakan’ın boynuna...

Hukuki olarak soruyorum...

Çünkü, bizim mahallede imza toplanıyor şu anda... Davayı kime açacağız, onu öğrenmek istiyoruz.


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Zavallı medya

İletigönderen kgursu » Sal Ara 23, 2008 23:07

Zavallı medya

Resim
fatihaltayli@haberturk.com


AKP iktidarı döneminde medyanın hali içler acısı.
Bir yanda 6 yıldır ülkeyi “Aşırı bir güçle” yöneten bir Başbakan’ı kızdırmama, diğer yanda haber verme görevleri.
Ne halt edecekler!
AKP iktidarının nasıl bir medya görmek istediği aslında 2007 yılında açıkça ortaya çıktı.
Babakan-Başsavcı, Galatamort gibi pek çok haberle can acıtan Sabah’a el koyuldu.
Bu el koyma sonrasında iktidar Doğan Grubu ile de bir yakınlaşma içine girdi.
Petrol Ofisi’nin vergi borçları affedildi ve 22 Temmuz seçimleri ile Cumhurbakanlığı seçimi süreci kazasız belasız atlatıldı.
Merkez medya, yani Sabah ve Doğan Grubu iktidarın canını acıtacak bir şey yapmadılar.
Karamehmet Grubu ve Doğuş da TMSF aracılığıyla sindirildiler.
NTV etliye sütlüye karışmayan bir ajans bültenine dönüştü ve ses getirme işini kadınlara bıraktı.
Akşam ve SkyTürk de iktidarı kızdıracak işler yapmaktan kaçındılar.
Aslında Doğan Grubu da doğrudan iktidarı hedef almaktan kaçındı ama RTÜK Başkanı’na çakayım derken iktidarla papaz oldu.
Son olarak Akşam Gazetesi Başbakan’ın hedefinde.
Basit, sıradan bir haber yüzünden Başbakan Erdoğan Akşam Gazetesi’nin patronuna yüklendi. Karamehmet, gazetesini kapatma çağrısının muhatabı oldu.
Haber basit bir hava kirliliği haberiydi.
Doğalgazın pahalı olmasından dolayı vatandaşın kömüre yöneldiğini ve bunun da hava kirliliğini arttırdığını yazdı Akşam.
Bunun Başbakan’ı bu kadar kızdıracağını, celallendireceğini nereden bileceklerdi.
Büyük kentlerde gözle görünür hale gelen bir gerçeği yazdıklarını zannediyorlardı.
İktidarla ilgili bir yolsuzluk, Başbakan’la ilgili bir iddia falan değildi.
Ama Başbakan köpürdü.
Bir kez daha kürsüden “Medya ayarı” vermeye kalktı.
Hem de “Gazeteyi kapatın” diyecek kadar.
Partisinin kapatma davası ile karşı karşıya olduğu yakın zamana kadar “Fikir özgürlüğünden” ve “Kapatmanın anti demokratikliğinden” söz eden birinin, fikir özgürlüğünün ve demokrasinin partiler kadar vazgeçilmez unsuru olan basına “Kapatma” ile yanıt vermesi pek de anlaşılabilir bir tavır olmasa gerek.
Doğrusu ben medyaya karşı bu denli hoşgörüden yoksun bir dönem görmedim. Başbakan’ın medya anlayışı artık açıkça ortada.
Liderin ve partisinin istediği medya “İcraatın içinden” medyasıdır.
İktidarın yaptıkları övülecek, yanlışları görmezden gelinecek, iktidarın yanlış yapmayacağı tezinden hareket edilerek haber hazırlanacaktır.
İlle de muhalefet yapılacaksa, bu da iktidarı rahatsız etmeyecek şekilde yapılacak, mesela Melih Gökçek gibi iktidarın da gözden çıkardığı isimlere yüklenilecektir.
Böyle bir medya iktidar ilişkisi olmaz, olamaz.
Bir süreliğine olmuş gibi görünse de olmaz.
İktidar medyası kurularak, bütün medya iktidar medyası yapılarak da bu iş çözülmez.


[img]http://www.haberturk.com/images/ht_logo.gif[/img]
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Bu eczacılar ne istiyorlar

İletigönderen kgursu » Sal Ara 23, 2008 23:12

Bu eczacılar ne istiyorlar

skizilot@yaklasim.com


HERKES "Ne olacak bu ekonomik kriz?" diye birbirine sorup, umut ışığı ararken, ilave bir "mini kriz" de eczacılardan çıktı.

Dün gazetelerde okudunuz, pazar günü 32 bin kişi "Artık yeter" yazılı dövizlerle yürüdüler. Bazı katılımcıların başlarına "deliliği" simgeleyen huniler taktığı mitingde "IMF sağlıktan elini çek", "Sermaye defol, eczaneler bizim", "Kömür bedava sağlık parayla" diye sloganlar atıldı.

Belli ki olay ciddi...

SORUN NE?

Türkiye Eczacılar Birliği Genel Başkanı Erdoğan Çolak’ı bulup "Bu eczacılar ne istiyorlar?" diye sordum. Aldığım yanıt ilginçti: "Bu berbat dönüşümü durdurana kadar durmayacağız."

Bunun üzerine "Peki ama sorun ne?" diye sorduğumda, "Hangi birini anlatayım Hocam o kadar çok ki" diyerek başladı anlatmaya.

MUAYENE ÜCRETİ

Vatandaş devlet hastanesine gittiğinde muayene ücreti olarak 3 YTL, araştırma hastanesi için 4, üniversite hastanesi için 6, özel hastane için de 10 YTL "muayene ücreti" isteniyor.

Bize de deniliyor ki; hasta eczaneye gelince, bu paraları tahsil edin ve Maliye’ye yatırın. Vatandaşın bundan haberi yok "Ben hastanede muayene oldum, eczaneye niye muayene parası ödeyeyim" diye tepki gösteriyor. İlaç satmanın hatırına, mecburen çoğunu cepten ödüyoruz.

Bu arada, bazıları "4 YTL ya da 10 YTL için fiş verin" diyorlar. Ardından KDV sorunu vs. Olay eczacılığa değil tahsildarlığa dönüştü.

(Eczacılar ve vatandaş vergi uzmanı olmadığı için bilemeyebilir. Muayene ücreti olan bu paralar için herhangi bir belge düzenlenmesi ve KDV gerekmiyor. Bkz. 19.11.2008 Tarih ve 229-1054 sayılı özelge, http://www.yaklasim.com).

HASTAYA HİZMET

Eczacılar, bir takım kırtasiyecilik ve bürokrasi işlemler nedeniyle, hastaya gerekli hizmeti veremediklerinden şikayetçi. Başbakan’ın "Hükümet olduk ama bürokrasiyi önleyemedik" sözü, eczanelerde de geçerli. Örneğin;

Hasta eczaneye ilaç almaya geldiğinde, ona ilaç hemen verilemiyor. Devletin bilgisayar sistemi onay vermediği için hasta bekletiliyor.

Reçeteler, eczanenin hiçbir şekilde müdahalede bulunamadığı, "reçete onay sistemi"ne tabi. Bu sistem 8-10 gün çalışmıyor. Hasta ile eczacı karşı karşıya geliyor.

Eczacılar; değişen prosedürler, çıkan fiyat farkları, sistem hataları, muayene ücretleri vs. için hastaya uzun uzun açıklamalarda bulunmak yerine, ilacıyla, hastalığıyla ilgili ayrıntılı bilgi vermek, kısaca mesleğin asıl fonksiyonunu yerine getirip, hastaya sağlık danışmanlığı yapmak istiyorlar.

Üretici firmaların yapmadığı iskontoyu eczacılar yapmak zorunda kalıyor. Brüt kárın neredeyse yarısı iskontoya gidiyor. Paranın tahsili ise aylar sürüyor.
Eczanelerin birleşmesine olanak sağlayan düzenleme, hizmeti olumsuz etkiler, sektörü büyük şirketlerin denetimi altına girmeye zorlar, hasta-eczacı diyaloğu kopar. Eczaneler, yine tek kişiye ait olmalı.

Eşdeğer ilaç uygulaması bilmece gibi. Hastanın da eczacının da aleyhine. Bu uygulama revize edilmeli...

Çürüyen, bozulan, miadı dolan ve kırılan ilaçların KDV’si indirilemiyor (KDV Kanunu Md. 30/c). İmha edilen ilaçların KDV’si indirilebiliyor (Bkz. http://www.yaklasim.com). Ancak bunun için de bir "komisyon nezdinde imha" istenildiği için, sistem yürümüyor.

KAPANANLAR ARTIYOR

Halk arasında kullanılan "Bir dokun, bin ah dinle" sözü, bugünlerde eczacılar için çok geçerli...

Eczacılık, yıllar öncesinin cazip mesleğiydi. Yılda olsa olsa 3-4 eczane ancak kapanırdı. Bakıyoruz; 2006’da 484, 2007’de 597, 2008’de de şu ana kadar 800’ün üzerinde eczane kapanmış. Açılanları soranlar için de yanıtlayalım, her yıl bir öncekinden daha az eczane açılıyor!..

Sağlık olayı çok önemli. En sevdiğimize bile "Seni canım kadar seviyorum" diyoruz. Aman dikkat, "filler tepişir, çimenler ezilir" sözünde olduğu gibi, canımız acımasın vatandaş da ezilmesin...


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47


Şu dizine dön: Gazete Köşe Yazarları

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 1 konuk

x