Günün Seçmeleri | 12.01.2009

Günün Seçmeleri | 12.01.2009

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 6:25

Dün gece bir rüya gördüm

Ahmet Hakan
ahmethakan@hurriyet.com.tr


HAYIR, hayır... Yeşil sarıklı bir ulu hoca, Agah Hun sesiyle, "Evladım Ahmet... Yanlış yoldasın" diye bana seslenmedi ve ben de kan ter içinde uyanmadım...

Daha eğlenceli bir rüyaydı benimki...

Şöyle ki:

Nasıl olmuşsa olmuş, memlekette her şey tersine dönmüştü...

Rüya bu ya... Gürüz’ler, Dalan’lar, Kemal Yavuz’lar, Tuncer Kılınç’lar falan yeniden idareyi ele almışlar ve bir intikam operasyonuna girişmişler...

Mesela Mümtaz’er Türköne’nin evinin bahçesinde kazı yapılıyor...

Mesela Nazlı Ilıcak’ın evinde arama yapılırken gelini Meyra’nın CD’lerine el konuluyor... Ilıcak’ın gözleri nemli...

Mesela Fehmi Koru’nun dizüstü bilgisayarına el konuluyor ve Koru’nun 15 yıldır yazmakta olduğu polisiye romanın eskizlerinden yola çıkılarak bir örgüt şeması elde ediliyor... Koru, "Zalimin zulmün varsa" diye başlayan bir diskur çekiyor...

Mesela Oral Çalışlar’ın Cumhuriyet gazetesinde çalışırken kullandığı masanın çekmecelerinin diplerinden ruhsatsız 15 mermi çıkıyor...

Mesela Cengiz Çandar, operasyondan üç gün önce ABD’ye gitmiş, oradan "10 gün sonra geleceğim" diye mesaj sarkıtıyor...

Bense bütün bu tuhaf gelişmelerin etkisi altında, ertesi gün yazacağım yazıyı kurguluyorum...

Kafamda "Mümtaz’er’i hiç sevmezdim ama" başlıklı bir yazı var...

Rüyanın tam bu aşamasında Teşvikiye’de, bizim evin hemen önünde, İSKİ’nin bitmek tükenmek bilmeyen kazı çalışmalarından çıkan gürültü nedeniyle uyanmayayım mı?

Ne diyeyim? Hayırlara karşılık gelir inşallah!

Yeni başlayanlar için danışmanlar

DÖRT kişiydiler: Egemen, Cüneyt, Ömer ve Akif...

Özal’ınkilere "prens" denirdi ya... Onlara da "danışman" dendi...

Etkindiler... Yeniydiler... Farklıydılar... Gençtiler...

Şöyle tuhaf bir durum söz konusuydu: Aralarında uyum yok ama samimiyet had safhada...

Gülerler, eğlenirler, olmayacak şakalar yaparlardı...

Bazen üçü bir olup birinin üstüne giderdi... Bazen de ikisi bir olup ikisinin üstüne giderdi... Bazen de dördü bir olup birbirlerinin üstüne giderlerdi...

"Sultana yakınlık ateş gibidir" derler ya... Hep ateşle oynarlardı... Ya da ateşe göre ayarlanmış oyunlar oynarlardı...

Ve bugün dağıldı bu ekip: Akif yoruldum gayri dedi... Ömer kızağa çekildi... Cüneyt toparlanıp gitti... İçlerinden bir tek Egemen "sabitkadem" çıktı...

"Patron"la mesafeyi ayarladı, danışmanlıktan siyaset adamlığına geçmesini bildi, partide kendine yandaşlar edindi, düşmanlıkları törpüledi, patronun dostlarıyla dost, düşmanlarıyla düşman oldu...

Ve sonunda Devlet Bakanlığı ve "Başmüzakerecilik" gibi iki koltuğu birden kapıverdi...

Kıssadan hisseler: Sabreden derviş muradına ermiş... Gemisini yürüten kaptan... Sakla samanı gelir zamanı... Ne oldum deme ne olacağım de...

Haftanın en iyi 5’i

BİR: Gece yarısı Genelkurmay’ın internet sitesine bildiri koymak gibi eski kötü alışkanlıklara zerre kadar prim vermediği için Genelkurmay Başkanı Orgeneral İLKER BAŞBUĞ...

İKİ: Literatürümüze "Harun gibi gelip Karun gibi gitmek" gibi şahane bir cümleyi kazandırdığı için Saadet Partisi Genel Başkanı NUMAN KURTULMUŞ...

ÜÇ: Lider eşlerini İstanbul’da toplayıp Filistin için duyarlılık oluşturma çabası sergilerken, içtenliğini akıttığı gözyaşlarıyla kanıtladığı için EMİNE ERDOĞAN...

DÖRT: Hazırlattığı afişlerle "Filistin konusunda en duyarlı CHP’li" unvanını hak ettiği için CHP İstanbul İl Başkanı GÜRSEL TEKİN...

BEŞ: Kürtçe TV’de görev almasına dudak büken kendi cemaatine teslim olmadığı ve "Örgütü değil annemi dinledim" diyerek restin en güzelini çektiği için ROJİN...


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Kamu vicdanı kâğıttan mı?

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 6:34

Kamu vicdanı kâğıttan mı?

selcantasci@gmail.com




Kemal Öztürk,“Beş yılı geçen suç sicil belgelerinden silindiği için tertemiz”miş. Kahramanları insan kebabı yapmaya meyilli kitabın yazarı olduğunu hafızalardan silen bir kanun maddesi de biliyor mu?

Akif Beki’den boşalan Başbakanlık Basın Danışmanlığı koltuğunun yeni sahibi Kemal Öztürk’ün hakkındaki iddialara ilişkin açıklaması, “özrü kabahatinden büyük” misali oldu.
Öztürk, Bir Garip Oğlanın Hikayesi kitabıyla ilgili olarak, “Hiçbir zaman yayınlanmadı, satılmadı ve piyasaya çıkmadı. Matbaadan çıktığında verilen toplatma kararıyla kitaplara el konuldu ve imha edildi” diyor.
Kitabı hatıra olarak saklamak üzere bastırmadınız herhalde değil mi Kemal Bey? “Toplatma kararı” verilmeseydi kitabınız piyasaya dağıtılmayacak mıydı? Velev ki “yayımlanmadı ve satılmadı”, bu, kitabı yazan kişinin siz olduğunuz gerçeğini değiştirir mi?
Şöyle diyorsunuz: “Hukuk sistemimiz bir suçun üzerinden 5 yıl geçtikten sonra onu sicilden silerken, bazı medya organları 16 yıl geçmesine rağmen hala beni suçlu ilan etmekten vazgeçmedi. Hukuk nezdinde tertemiz bir sicile sahibim.”
Kitap savunmanızdaki mantık burada da tekerrür etmiş. Kağıt parçalarına atılan çiziklerin vicdanları da temizleyici gücü var mı? ’Delete’ tuşuna basmak kadar kolay mı hafızaları silmek?
Açıklamanızın sonundaki “İnsan geçmişini değiştiremez” ifadesini nasıl yorumlayalım? Geçminizde ’hiç yaşanmamış’ olması gereken olaylar olduğunun itirafı mı bu cümle...
Günlerdir dört gözle cevabınızı bekleyen Mustafa Mutlu da bu sözünüze takılmış. Şöyle diyor: ”Hiç değilse, Cumhurbaşkanı’nın ve Başbakan’ın yaptığını yap, inanmayacak olsak da ’Değiştim’de“ diye bastırıp durdum ya...
Yeni Basın Müşaviri, buna ne yanıt verdi biliyor musunuz?
‘İnsan geçmişini değiştiremez...’ Hâlâ özür dilemiyor, yorumu bize bırakıyor! Bir yandan da; o ‘değiştirilemeyecek geçmiş’ini inkâr etmeye çalışıyor... “



++++++


Savaş modası: Kefiye
İsrail’e ortak bir kınama metni çıkaramayan TBMM’de, kadın milletvekillleri omuzlarındaki kefiyelerle salona girdiklerinde hissetmiştim olacakları... Hemen arkasından Emine Hanım Muharrem iftarına, başına kefiyeyi çağrıştıran ışıltılı bir türbanla katıldı.
Dün ekranda, barış çağrısı yapan ‘first lady’leri izledim. Kuaförden çıkmış, ağlayacakları için muhtemelen akmayacak profesyonel bir makyaj yaptırmış bu kadınların kiminin kafasında, kiminin omuzunda, kiminin boynunda fular biçiminde, kıyafetlerini tamamlayacak biçimde kullanılmış kefiyeler... Sahnenin arkasında dev bir kefiye gerili... Sahnede Emine Erdoğan; kefiyesiyle ’hepimiz filistinliyiz’(hiç kefiye nedir kim kullanır kısmına girmiyorum, onun mesajı üzerinden gidelim), okuduğu şiir ile: Zaten Nazım’ı da vatandaş yapmış bir iktidarız mesajı veriyor.
Titrek sesi ve gözyaşlarının arkasında ‘2009 savaş modası’ yaratan bir kadın ve modanın gerisinde kalmamaya çalışan takipçilerini gördüm sanki. Çocukların acılarına merhem olamayacak görsel bir şölendi. Gazze’de açılan her kapının arkasından birkaç çocuk cesedi çıkarken, yedikleri beş yıldızlı ziyafetle bitti...




++++++


Tavuğu anladık da, Stalin kim?
Sovyetler Birliği diktatörü Stalin, yakın çalışma arkadaşlarını toplamış sohbet ederken, bir ara ayağa kalkıp ellerini kaldırarak herkesi susturur ve söze başlar:“Söyleyin bakalım, halkın yönetime baş eğmesi, kayıtsız şartsız itaat etmesi için yöneticiler ne yapmalı? Böyle güçlü bir irade tesis etmek için nasıl davranmak gerekir?”
Her kafadan bir ses çıkar. Kimisi adaletten, haktan, hukuktan söz eder. Kimisi demokrasiden, insan haklarından bahseder. Kimisi sertlikten yana tavır alır. Kimisi sürgünden, sehpadan, hapisten dem vurur. Kitlesel baskı ve korku yaratmanın deha çapındaki diktatörü Stalin, adamlarının açıklamalarının hiçbirini beğenmez. Bi kadeh daha içki yuvarlayıp soğuk ve ürpertici bir sesle şöyle der: “Yönetimi ele geçiren hükümdarın Tanrı’dan pek farkı yoktur. Halk onu öyle görür. İnsanların karşınızda baş eğip durması için ne yapmanız gerektiğini bırakın da ben, şu beyinsiz kafalarınıza çivi gibi çakayım!”
Hakaret ağır olmasına rağmen herkes memnun memnun sırıtır. Stalin’den hakaret işitmek bile onlar için önemli bir iltifat gibidir. Stalin, hizmetkarlardan birine emreder: ”Bana bir tavuk getirin.”
Aceleyle bir tavuk kapıp getirir uşaklar...
Stalin adamlarının gözleri önünde tavuğun tüylerini canlı canlı yolmaya başlar.
Diktatör bütün tüyleri yolunup, cascavlak kalan tavuğu odanın ortasına salıverir:“İzleyin bakalım nereye gidecek bu şaşkın tavuk?”
Zavallı tavuk içine düştüğü azaptan kaçıp kurtulayım diye aralık kapıdan dışarı kaçar, soğuktan tir tir titrer, dönüp masaların altına girer, köşeli masa ayakları canını yakar, duvar diplerine koşar, tüysüz kanatları yara bere içinde kalır, şömineye yaklaşır tüysüz derisi kavrulur...
Sonunda çaresiz tüylerini yolan Stalin’in bacakları arasına sığınıp saklanır!
O zaman Stalin cebinden bir avuç yem çıkarıp yolunmuş tavuğun önüne tane tane atar. Yemlenen tavuk bundan sonra, Stalin nereye yönelse peşinden koşar!
Ağızları bir karış açık kalan dostlarına bakan Stalin, alaycı bir gülüşle şöyle der: “Gördünüz mü? Halk dediğiniz topluluk bir tavuk gibidir. Tüylerini yolup aldıktan sonra onu serbest bırak. O zaman yönetmek o kadar kolay olur ki...”
* Rahmi Turan / Hürriyet


++++++


Terör yaratamayan terör örgütü de gördük
Ergenekon sanıklarından Behiç Gürcihan’ın avukatı Ercan Birol’un yaptığı savunmayı okurken kara mizahı fark etmemek olası değil...
Avukat Ercan Birol iki terör örgütünü kıyaslıyor...
Birisi PKK... Liderinin hapiste kötü muameleye maruz kaldığı söylentisi yayılıyor. Bu kötü muamele gerçekten var mı, boyutu nedir, bilinmiyor. Ancak örgüt üyeleri pek çok ilde sokağa dökülüyor, kepenkler kapatılıyor, ateşler yakılıyor, araçlar ateşe veriyor, ayaklanma ve isyan provaları yapılıyor...
Gündemde bir başka ünlü örgüt daha var; Ergenekon...
Örgütün kasası olduğu öne sürülen kişi, hapiste ihmal yüzünden ölüyor... Liderlerinden olduğu söylenen bir emekli general, ölümcül derecede hastalanıyor. Bir başka general hasta olduğu halde hastaneye gitmesine izin verilmiyor...
Ülkede ne bir ses ne bir nefes... Bir e-mail kampanyası bile açılmıyor. Avukat Birol soruyor:
- İddia edildiği gibi kaos ve darbeye uygun ortam yaratmak isteyen bir terör örgütü var olsaydı, bundan iyi karışıklık çıkarma fırsatı mı olurdu?
* Melih Aşık / Milliyet


++++++


Soruşturma dersi verdi
İbrahim Şahin’in 1978 yılında göreve başladığı Nevşehir’den başlayarak, yıl yıl, nerede kimle görüştüğünü, kimden ne alıp, kime ne verdiğini, madde made sıralayan Enis Berberoğlu, soruştumayı yürütenlere şöyle seslendi: “Agarta’dan miras bin yıllık örgütten söz ediyorsanız... Bir zahmet herhangi bir Ergenekon zanlısının tek sayfa ilişki coğrafyasını çıkarsanız ya! Kim kiminle kaç yıldır tanışıyor, çalışıyor, otomobilini kullanıyor, evinde kalıyor, para yardımı alıyor, adam kaçırıyor falan... Ama Susurluk kara deliğinin arkasına sığınıp muhalif isimlere göz dağı vermek daha kolay ve işe yarıyor değil mi?”


++++++


GÜNÜN SORUSU
“Gölbaşı’ndaki aramada toprak altında saklanan silahlar arasında bombalar da çıktı. Benim merak ettiğim şu; bomba ve benzer patlayıcılar, sert kepçe darbesi yerse patlamaz mı? O bombaların patlamayacağına nasıl bu kadar emin olabildiler?
* Tolga Akıncı


++++++

Komşuda deşer, millete de düşer
İster misin, Atatürk evini kazalım, Türkeş’in mezarını kazalım filan derken, AKP’nin bahçesinde hocanın buhar ettiği “kayıp trilyonu” bulsunlar...
* Yılmaz Özdil / Hürriyet

++++++

Kazılarda çok ‘soru’ bulundu
Yenişafak’ın çift kimlikli yazarının komplocu kimliği, günlerdir Ümraniye soruşturması’nın İtalya’daki Gladio’nun çözülmesiyle paralel ilerlediğini yazıyor... Arslan Bulut birkaç gün önce “Peki ya tasfiyeyi yapan Gladio ise?..” diye sormuştu. Dün de İlhan Selçuk, sürecin İtalya ve benzerlerindeki Gladio tasfiyesine benzemediğini söyleyerek şu soruları ekledi: “Türkiye’deki Gladyo’nun ya da Ergenekon’un veya Kontrgerilla’nın tasfiyesi mi söz konusu?.. ”Ilımlı İslamcı polis devleti “ ne çeviriyor?..
Yeraltı kazılarında ortaya çıkarılan cephanelikler Şahin’in mi marifeti, NATO’nun mu mirası, yoksa işin içinde bir başka numara mı var?.. ”



++++++

MİNİ YORUM
Polat, bağlama virtüözü mü?
TRT’nin önceki haftalarda “semptaik PKK’lı Muro” karakterini (o bir rol tabii ama program boyunca diyaloglar Muro üzerinden yürüdüğü için böyle dedim) jüri koltuğuna oturttuğu Sen Tükülerini Söyle yarışmasının finalinde jüri koltuğuna Polat Alemdar karakterini canlandıran Necati Şaşmaz oturtulmuş. Ben ‘sindirilmiş bir gazeteci’ olarak haşmetli yöneticilerin gözüne batmayayım diyoum ama, TRT izleyicileri sağolsunlar fahri Medya Polemik müfettişi gibiler. Dakika dakika geliyor yayın raporları. Şimdi konuşsam suç, sussam gönül razı değil. Belki Necati Bey, aslında bir bağlama virtüözüdür de biz bilmiyoruzdur. Ne diyeyim.


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Haşim'in çocukları, Saddam'ın oğulları ayrıcalığında!

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 6:37

Haşim'in çocukları, Saddam'ın oğulları ayrıcalığında!

sonkibar@gmail.com


Uday ve Kusay...
Saddam’ın işgal sonrasında öldürülen iki oğlu.
Saddam Hüseyin’in iktidar günlerinde astıkları astık, kestikleri kestikti.
Babalarının kimliğinden ötürü Irak’ın bütün kapıları onlara ardına kadar açılırdı.
Devlette resmi bir görevleri yoktu, ama babalarının oğluydular.
Kaymakamlar tarafından karşılanır, valiler tarafından uğurlanırlardı.
Önceki gün Haşim Kılıç’ın küçük oğlu ile ilgili haberleri okuyunca nedense birden Uday ile Kusay aklıma düştü.
Haberi hatırlayalım:
Haşim beyin küçük oğlunun adı Ahmet Şırvan Kılıç.
Çorlu’da asker.
Yemin töreni yapılıyor.
Törenden sonra Çorlu Kaymakamlık aracı askeri kışlaya yanaşıyor.
Kışlada görevli inzibat kaymakamı karşılayalım derken bakıyorlar araçta şoförden başka hiç kimse yok.
İnzibatta şaşkınlık sürerken araç şoförü yıldırım hızıyla inip arka kapıyı açıyor ve esas duruşunu gösteriyor.
Araca mağrur adımlarla yeminini yeni eden acemi bir asker biniyor.
Asker malum Haşim beyin oğlu Şırvan’dır.
Araç yola koyuluyor.
İstikamet Çorlu Kaymakamlığı.
Kaymakam Ali Dursun ceketinin düğmelerini ilikleyerek konuğunu ayakta karşılıyor.
Bitmedi...
Kutsal emanet görünümlü özel misafiri karşılayan çok önemli bir isim daha var.
Kim midir bu şahsiyet?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni Çorlu’nun bağlı olduğu il Tekirdağ’da temsil eden, yani o coğrafyada devlet demek olan zat.
Adı: Vali Aydın Nezih Doğan.
Evet valisi, kaymakamı adeta teyakkuza geçerek Haşim’in oğulcuğu Şırvan’a kucak açıyor. Devletin makamında uzunca bir sohbet, izzet, ikram, iltifat ve ardından uğurlama!
Sorarım size Türkiye’de bugüne kadar böyle bir şeye şahit olunmuş mudur?
Tekirdağ Valisi, Çorlu Kaymakamı ve onların amiri İçişleri Bakanı cevap versinler, bugüne kadar hangi mahkeme başkanının oğluna böylesine bir devlet protokolü düzenlenmiştir?
Ne yani, Türkiye Cumhuriyeti Saddam’ın ülkesi ve Şirvan da Saddam’ın oğlu gibi midir?
Düşünüyorum da bu bürokratlar yoksa AKP’nin kapatılma davasında tutumu bilinen Kılıç’a oğlu aracılığıyla şirinlik gösterisi yaparak üstlerine mesaj mı veriyor acaba?
Nereden bakılırsa bakılsın tablo vahimdir.
AKP’ye sıcak imajlı bir mahkeme başkanına devleti temsil eden en üst düzey görevlilerin takındığı bu tavır bugün Türkiye’nin getirildiği yeri net olarak göstermektedir.
Haşim Kılıç’ın bu hadise sonrasındaki tavrı ise trajikomiktir.
Neymiş efendim ona karşı yıpratma kampanyası başlatılmışmış!
Yapma Haşim bey, oğluna kaymakamın makam aracını kampanya başlatanlar mı tahsis etti? Vali bey onların arzusu ile mi oğlunuzla buluşup onu kucakladı? Bu tür şeyler dünyanın her yerinde haberdir ve yazılanlar onun gereğidir.
Keza büyük oğlunun, yani damadın Mustafa Çubuk’u o arazi işine kampanyacılar mı soktu?
Hayır asla ve kat’a oğullarının akıbeti Uday ve Kusay gibi olsun istemeyiz, ama emin olun Haşim bey çok yıprandınız ve oturduğunuz makama artık zarar veriyorsunuz.
İstifa edin Haşim bey, sizin bundan böyle tarafsız olarak algılanmanız mümkün değildir.




Hayrünnisa-Emine çekişmesi, Özal-Demirel kavgası gibi!
Önceki gün İstanbul’da, “Filistin’de Barış İçin Kadınlar Toplantısı” vardı. Toplantıya Suriye, Ürdün, Katar, Pakistan, Azerbaycan ve Lübnan gibi ülke liderlerinin eşleri katıldı. Gazzeli çocukların dramını yansıtmayı amaçlayan etkinliğin Türkiye tarafında düzenleyici sıfatıyla Emine Erdoğan vardı. İyi de böyle bir toplantıda kural gereği olması gereken Cumhurbaşkanımızın eşleri Hayrünnisa hanımın patronajı değil midir? Öyle, çünkü bu ülkenin kâğıt üzerinde bir numaralı hanımefendisi Hayrünnisa hanımdır. Gelenlere bakın tamamına yakını devlet başkanlarının eşleridir. Dolayısıyla onların muhatabı da Cumhurbaşkanımızın eşi olması gerekmez mi? Neymiş efendim Hayrünnisa hanımın küçük bir sağlık sorunu varmış da onun için gelememişmiş! Geçiniz efendim geçiniz. Böyle bir toplantının olacağı ve Emine hanımın bu işi organize edeceği günler öncesinden bilinmiyor muydu? Bu hastalık olayı zorunlu bir kılıftır... Bendeniz Hayrünnisa Gül ile Emine Erdoğan arasındaki bu çekişmeyi geçmişte yaşanan Cumhurbaşkanı Özal ile Başbakan Demirel misali gibi görüyorum. İki lider de temsil bağlamında sık sık karşı karşıya gelirlerdi. Hatırlayın Karadeniz İşbirliği Zirvesi toplantısında Demirel’le ters düşen Özal İstanbul’daki toplantıyı terk etmişti. Bugünkü tablo da adeta o çatışmayı çağrıştırıyor.Aradaki fark şudur: Gerek Demirel, gerekse de Özal rekabeti gizlemezlerdi. Oysa Hayrünnisa ve Emine hanımlar, daha doğrusu eşleri tam tersini yapıyorlar. Hem sürtüşüyorlar, hem de yok öyle bir şey diyorlar.


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Bana şehrimi anlat baba!

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 6:40

Bana şehrimi anlat baba!

can.dundar@e-kolay.net


Oğlumla şehir turuna çıktık geçen gün... Baba olmadan önce okuduğum kitaplar, “Ona yaşadığı kenti gezdirin. Mekân bilinci kazansın” diyordu.
Ben de şehrimizi en yalın, en zalim haliyle tanıtmak istedim.
Bahçelievler’den başladık gezmeye...
15. Sokak’a girdik; “Bak” dedim, “TİP’li 7 gencin boğazlandığı yer burası...”
“TİP ne baba?” diye sordu.
“Sosyalizmi Meclis’e sokan parti” dedim; “Onları yok ederek Meclis’i çare olmaktan çıkarıp sözü silaha verdiler.”
Bahçeli’ye gitmişken Prof. Muammer Aksoy’un evinin yerini de gösterdim. Anlattım:
“Bir hukuk abidesiydi Muammer Hoca... Bizim okulda Anayasa Hukuku dersi verirdi. Çalıştığım dergiye de yazardı. Bir ocak günü bu evin önünde kurşunlayarak öldürdüler.”
* * *
Aksoy’un cenazesini anlatarak Gaziosmanpaşa’ya tırmandım:
“Cenazede en önde Uğur Mumcu yürüyordu” dedim:
“Hocasından 3 yıl sonra, yine bir ocak günü onu da evinin önünde katlettiler. Mesleğimizin en iyisiydi. Karlı Sokak’a koşup geldiğimde arabası paramparçaydı.”
Karagöz Sokak’tan geçerken de Bedrettin Cömert’i yâd ettik:
“Sanat tarihçisiydi. Onu da eşiyle arabasında vurdular. Kitapları hâlâ durur bende. Okuruz eve gidince...”
Dönerken Bahriye Üçok’un evinin önünden geçtik:
“Yiğit kadındı Bahriye hoca... Laikliğin kararlı bir savunucusuydu” dedim oğluma; “Bir kez programımıza konuk olmuş, sürekli tehditler aldığını anlatmıştı.”
Bahçesinde kocaman çam olan evi gösterdim; Bahriye Üçok’un, açtığı bombalı paketle parçalanıp çoğaldığı o ekim gününü anlattım...
Gördüğüm manzarayı tarife dilim varmadı.
* * *
Kan izlerini takip ederek barut kokulu bir güzergâhtan yürüyorduk sanki...
Bastığımız toprak hâlâ sıcaktı.
Azıcık kazsak, kanayacaktı.
Kızılırmak’a geldik. Savcı Doğan Öz’ü anlattım oğluma:
Bugün herkesin peşine düştüğü örgütü 30 yıl önce saptamış, peşine düşmüştü. O da arabasının ısınmasını beklerken öldürülmüştü. Yaşasa, kontrgerillayı açığa çıkarsa, bugün kimler hayatta, kimler hapiste olurdu, Türkiye nasıl bir yer olurdu kim bilir...
Bu düşüncelerle, döndüm Ümitköy’e:
“Bak burası da hocam Ahmet Taner Kışlalı’nın evi... Yıllarca birlikte çalıştık. Dünyanın en zarif, en kibar, en yılmaz insanlarından biriydi. Bir perşembe sabahı, arabasında bomba patladığı, ağır yaralandığı haberini almıştık. Hastaneye vardığımızda öğrenmiştik acı haberi...”
* * *
Haftaya da mesireleri gezeceğiz.
Gölbaşı’na, Çiftlik’e, Söğütözü’ne gideceğiz.
“Burası kayıp silahların gömüldüğü yer... Burası faili meçhul cesetlerin arandığı yer” diye anlatacağım oğluma...
O silahları gömenlerle, vahşice öldürülenler arasındaki ilişkiden söz edeceğim.
Bizim memleketin şehir turu böyle olur işte...
Yol haritanız, durakları kanla işaretlenmiş bir kederli anılar atlasıdır.
Uğur Mumcu Caddesi’nde, Ahmet Taner Kışlalı Parkı’nda gezdirirsiniz çocuklarınızı...
Salladığınız salıncağın altı silah deposu, yanı ceset tarlasıdır.
Eceliyle ölmez kahramanlarınız...
Tarih, kitapta değil, sokaktadır.


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Devlet, işçisini atana teşvik veriyor!

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 10:18

Devlet, işçisini atana teşvik veriyor!

ndogru@gazetevatan.com


Çalışma Bakanı biliyor mudur? Her gün kaç işçi işinden oluyor? Biliyorsa acaba ne düşünüyor? Ürettikleri bir çare var mı?

Zamana oynuyorlar.

Amerika’yı bekliyorlar.

Avrupa’yı gözlüyorlar.

IMF’yi süzüyorlar.

Fabrikaların sahipleri, patronlar, genel müdürler, “işçiyi işten atarak krizi fırsata çevirmeyi” çok başarılı olarak uyguluyor. Başta Başbakan olmak üzere, tüm bakanlar da “işçi atan özel sektörü” seyrediyor. Büyük bir işçi kıyımı var, her sektörden her gün onlarca, yüzlerce işçi işsiz kalmakta... Adını da tam olarak koymak gerek; “Dünya Kapitalist Ekonomik Krizi” ülkemizin fabrikalarında derinleştikçe derinleşmekte... Büyük holdinglere bağlı fabrikalar, Anadolu’daki kaplanlar, KOBİ’ler, orta ve küçük ölçekli üretim birimleri, atölyeler hemen hepsi, “işçilerin yükünden kurtulmak için” istihdamı daraltıyorlar.

***

İşçilerin, işlerinden olmaları; gazetelere haber, TV’lere görüntü olmuyor. Türk ekonomi tarihinin yaşamakta olduğu büyük işçi kıyımı gazetelere haber, TV’lere görüntü olsa; “devletin polisinin, jandarmasının aslında işçisini işten atan fabrika sahiplerine destek verdiğini ve işçi atarak krizi fırsata çevirenlerin arkasında devlet güçlerinin yer aldığını” herkes görecek.

Ben bir örnek yazayım.

İstanbul’un Samandıra semtinde; üç taşeron şirketin (Berdan Tekstil, Eda Tekstil, Doğa Tekstil) yüklenici oldukları ve sermayesinin çoğunluğu Hollandalı işverene ait bir ambalaj fabrikası (ÜNSA) var. Geçen hafta bu fabrikada 90 işçi işten çıkartıldı. İşten çıkartılan işçiler içinde yaşları 14-15’e kadar inen çok sayıda kadın emekçi de var. Ordu, Samsun, Amasya’dan istanbula göç etmiş, varoşlarda yaşayan, elektrik ve su faturalarını ödemekte bile zorlanan kişilerdi bunlar... DİSK’in Örgütlenme Daire Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu, bu işçilerin önüne düşerek haklarını aramaya girişti.

İşçiler eylem yaptı.

Fabrikaya girdiler.

İşten atılmayı kınadılar.

***

İşveren Jandarma çağırdı.

Jandarma işçilerin işten atlımasını önlemeye çalışan sendika liderini gözaltına aldı. 12 işçiyle birlikte; güvenlik güçlerini darp, işvereni ölümle tehdit etmek, iş yerini yağmalamak iddiasıyla savcının önüne çıkartılar. Savcı onları salıverdi ancak devlet aslında “işçisini işten atarak krizi fırsata dönüştürmeye çalışan” işvereni de teşvik etmiş oldu.

Bu sadece bir örnek.

Yüzlercesi yaşanıyor.

*****

Dosya size gelmiyorsa, siz dosyaya gidin!


Bugün 131 gün doldu. 130 gündür beklediniz. Dosya gelecekti.

Gelmedi.

Gelemedi.

Gelemiyor.

Sayın Savcım; dosya size gelmiyorsa siz dosyaya gidin. Alman savcılar ile hâkim; “soygunun bir de Türkiye ayağı var, Türk adaleti de bu kokmuş-çürümüş ayağı yargılamak istiyorsa biz elimizdeki bilgileri paylaşmaya hazırız” diye özetleyebileceğim açıklamalar yaptı.

Savcım!

Halk da arkanızda.

Basın da yanınızda.

Dosya sizi bekliyor.


[img]http://haber.gazetevatan.com/images/vatanLogo_yeni.jpg[/img]
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Onat Kutlar’a...

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 10:21

Onat Kutlar’a...

zeynep@zeyneporal.com
faks:0212.257 16 50


Sevgili Onat,

Bugün 11 Ocak... Sen aramızdan ayrıldığında 11 Ocak 1995’ti.

Hepimizi hedef alan o terörist saldırıyı omuzladığında yılbaşını kutlamaya hazırlanıyordu bu dünya.

Canım Onat… Sayfanın başına adını yazdım ve hemen omuz başımda, senin o içten gelen gürül gürül sesini duydum…

“Bir gemiye binmiş gidiyoruz, fırtına koptu, kayalara doğru sürükleniyoruz, parçalanıp yok olacağız... Haykırıyorum; fırtına koptu diyorum, kayalara sürükleniyoruz diyorum; ne fırtınası, ne kayası, sen neden söz ediyorsun diyorlar… Sesimi bir türlü duyuramıyorum…” diyorsun...

Onat, duyuyoruz seni. Fırtınalarda da, baharlarda da hep duyduk, duyuyorum sesini. Bizi hiç, ama hiç terk etmedi ki...

Dostluğunun, dolu dolu kahkahalarının, yaratıcı gücünün özlemini, hasretini, eksikliğini her an hissetsem de, sesin ve yüreğin hep benimle.

Yaşamın her alanına katılan.. merakları, keşfetmeyi, öğrenmeyi kışkırtan.. birikimlerden damıttıklarını hepimizle paylaşan.. tepkisini ortaya koyan.. yorumlarıyla, eleştirileriyle, önerileriyle yarını hazırlayan.. uyaran.. aydın sorumluluğunun bilincinde Onat Kutlar bizimle.

Türk edebiyatında okuduğum en güzel öykülerin yazarı..

Akılla duyarlılığı, bilgiyle birikimi dizelerde buluşturan şair..

Denemeleriyle önümde ufuklar açan arkadaşım..

Evrensel sinema kültürümü borçlu olduğum Onat Kutlar.. Hep benimlesin…

***

Sevgili Onat,

Şu sıralar baharı değil, fırtınaları yaşıyoruz.

Yaşadığımız en büyük en korkunç fırtına, ileri geri savaşında.. zihniyet kavgasında... Kopan fırtına, ayırımcılıkta... Ama duyan yok Onat.

Çok yakında yerel seçimler... Ama önceliğimiz o da değil Onat...

Tuhaf günler yaşıyoruz... Çelişkili zamanlar.. traji komik anlar...

Senin de tanık olduğun, Türkiye’yi onlarca yıl geriye götüren 12 Eylül faşist darbesini gerçekleştirenleri henüz yargılayabilmiş değiliz....

Ama.. darbe girişiminde bulunabilir, darbe tasarlayabilir, darbe düşleyebilir olasılığıyla sayısız insanı gözaltına alıyoruz...

Arama tarama, evlere baskın, kafalarını bastırıp otomobile sokmalar… Medya onları suçlu diye afişe ediyor... Şöyle ya da böyle onları cezalandırıyoruz! Cezalandırdıktan sonra delil arayıp iddianameler yazılıyor...

Yani anlayacağın, işler tersinden yürütülüyor...

Gariplikler bu kadarla kalsa iyi. Asla yan yana gelmeyecek olanları aynı torbaya sokup etiketliyoruz…

Neyle suçlandıklarını bilmeyenlere karşı intikam tamtamları çalıyor, rövanş dansları ediyoruz!

Bir önceki mahkûmiyetin altında imzası olanı, şimdi veya ileride mahkûm etmek için bir çaba, bir çaba…

Başbakan bir davanın, bir soruşturmanın savcısı olduğunu söylediğinde kimse şaşırmıyor, hukuka aykırılığı söz konusu olmuyor… Ama muhalefet lideri “siyasi intikam operasyonu” dedi diye kıyametler kopuyor.

Adalete güven şöyle böyle, iki arada bir derede ilerliyor... Duruşmaya avukat olarak giren, sanık olarak çıkıyor…

Biliyor musun Onat, eski günlerdeki gibi kitaplar, yazılar, dergiler yine arama taramalarda haydaaa toparlanıp emniyete taşınıyor. Eskiden Larousse ansiklopedisini götürdüklerinde gülerdik. Şimdi Fazıl Say’ın CD’sini “ele geçirdiklerinde” çok eğleniyoruz!

***

Sevgili Onat,

Sen gittin gideli dünya daha da berbatlaştı.

Gazze’de dünyanın en korkunç katliamlarından biri yaşanıyor ve dünya sadece seyrediyor.

Ancak bu katliamı fırsat bilip ırkçılığa sarılanlar da yok değil!

Hiç aklına gelir miydi, günün birinde Türkiye’de, Türkiye’nin herhangi bir yerinde “Bu kapıdan Yahudiler ve Ermeniler giremez” ile “Köpeklere giriş serbesttir” yazılı dövizlerin taşınacağı? Böyle bir şey olabilir miydi bizim ülkemizde... Ama oldu, Onat. Eskişehir’de Osmangazi Kültür Derneği Federasyonu’nda...

Bu memleketin Başbakanı, “Biz; dedeleriniz, ecdadınız kovulduğu zaman, sizi bu topraklarda ağırlayan, misafir eden Osmanlı’nın torunları olarak” diye lafa başladıktan sonra gerisini sen düşün artık!..

Eğer bir başbakan, günümüzün İsrail hükümetiyle tüm Yahudileri özdeşleştiriyorsa… Türkiye’deki Yahudi yurttaşlarımızı yok sayıp onları sığıntı mülteci yerine koyup hakaret edebiliyorsa… Bunlar olabiliyorsa, elbet ırkçılık cahil güruhları egemenliğine alır dediğini duyar gibiyim...

Sevgili Onat,

Bir yazında “Umutsuzluk benim işim değil. Ama galiba biraz geç kaldık” diyordun.

İşte canım arkadaşım, galiba biraz geç kaldık...

Dehşet içinde olan biteni izlerken omzuma dokunup beni uyarmaktan geri kalmıyorsun:

“Bizim dünyamızda yine en tatlı yemiş Aydınlık... En güzel çiçek umut” diyorsun.

P. S. - Sevgili Okurlar, cuma günkü Nâzım Hikmet - Altay Dağları anıma sayısız mektup geldi. İlginize teşekkürler… Mezarının Türkiye’ye taşınması konusunu soranlara: Rahat bırakın şairin kemiklerini. Türkiye topraklarında kuracağınız her kitaplık, dikeceğiniz her çınar ağacı ona adanmış bir teşekkür olabilir…


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Türkiye Manzaraları

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 10:25

Türkiye Manzaraları

dkavukcuoglu@superonline.com
http://www.denizkavukcuogluyazilari.blogspot.com


Bu yazının yazıldığı dün öğle saatlerine kadar aranan, “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım’a ve MİT çalışanı Tarık Ümit’e ait oldukları söylenen cesetler bulunamamıştı. Yine söylendiğine göre bilinmeyen birileri, nedeni bilinmeyen bir “hesaplaşma” sonucu bu kişileri öldürmüş, cesetleri Ankara-Gölbaşı’ndaki ağaçlıkta ağaç diplerine gömmüştü. Şimdi güvenlik güçleri, uzmanlar o ağaçlıktaki ağaç diplerini kazıyorlar, ceset arıyorlardı. Daha önce de aynı yerde yapılan kazılarda birilerinin toprağa gömdüğü lav ve suikast silahlarıyla el bombaları, mermiler bulunmuştu.

Bizler için toprağı kazıyarak ceset aramak tanıdık bir Türkiye manzarasıydı; birkaç yıl önce de İstanbul’un çeşitli yerlerinde kazılar yapılarak silahlı İslami bir örgüt olan Hizbullah’ın “infaz” ettiği çeşitli kişilerin domuz bağıyla bağlı durumdaki cesetleri çıkartılmış, konu günlerce gazete manşetlerinden inmemişti.

***

İnsanları heyecandan heyecana, korkudan korkuya, umutsuzluktan umutsuzluğa düşüren olaylar dönen bir sinema filmi hızıyla değişiyordu.

Daha birkaç hafta öncesine kadar küresel krizin ülkemizde yol açtığı derin sarsıntıların heyecanıyla yaşıyorduk; kapanan fabrikalar, kepenk indiren dükkânlar, yüz binlerle ifade edilen yeni işsizler bizi korkutuyordu. Geleceğimiz için endişeliydik. İşçiler sokaklara dökülmüş, haklarını arıyorlardı.

Güneydoğu’da bir türlü kökü kazınamayan terör belası yeni canlar almaya devam ediyordu. Yiten can sayısı 40 bine yaklaşmıştı. Ardı kesilmeyen şehit cenazeleri yüreğimizi dağlıyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait uçaklar arada bir sorti yapıp Irak’taki PKK mevzilerini vuruyorlar, her defasında heyecandan yüreğimiz ağzımıza geliyordu. Türkiye’nin dört bir yanında suikast hazırlığı içindeki canlı bombalar yakalandıkça içimizdeki korkular biraz daha artıyordu.

***

Derken İsrail-Hamas çatışmasıyla sarsıldık; bu çatışma doğal ki bir iç olay, dolayısıyla bir “Türkiye manzarası” değildi.. fakat İsrail’in Gazze şeridini sürekli bombalamaya başlaması ve çoğu çoluk çocuk yüzlerce insanın ölümüne yol açması, daha sonra da bir kara harekâtıyla Gazze’yi işgal etmesi olayı bir Türkiye manzarasına dönüştürdü. Yüz binlerce insan sokağa dökülmüş İsrail’i protesto ediyor, göstericilerin ellerindeki yeşil cihat bayraklarının sayısı her seferinde biraz daha artıyordu.

Gazze, Türkiye gündeminin ilk sırasına yerleşmiş, ekonomik krizle ilgili haberler pek görülmez olmuştu.

***

Uzmanların henüz 9’uncu mu yoksa 10’uncu mu olduğuna tam karar veremedikleri son Ergenekon operasyonu ile her şey bir yana atıldı. Savcı Zekeriya Öz’ün işaretiyle çeşitli kentlerde evler basılarak aramalar yapılmış, deliller toplanmış, yüksek rütbeli emekli generaller, muvazzaf subaylar, emniyet amirleri, profesör unvanlı akademisyenler gözaltına alınmıştı.

Benzer bir olay dünyanın neresinde olursa olsun toplumda derin sarsıntıya yol açardı, Türkiye’de de öyle olmuştu. “Bir terör örgütüyle ilişkisi olduğu” kuşkusuyla gözaltına alınanlar arasında Milli Güvenlik Kurulu eski Genel Sekreteri bir orgeneral ile Yüksek Öğrenim Kurulu eski Başkanı bir profesör vardı ve Yargıtay eski Başsavcısı bir yüksek hukukçunun aynı nedenle evi saatlerce aranmış, bilgisayar belleğine el konulmuştu.

Ağaç diplerindeki zulalarda ortaya çıkan silahların yerlerini gösteren kroki, aynı operasyonda gözaltına alınan Özel Harekât Dairesi eski Başkanı İbrahim Şahin’in evinde bulunmuştu. Şimdi onunla öbür gözaltına alınanlar arasında ne tür bir ilişki olabilir sorusuna yanıt arıyoruz. Bunun için insanda çelik gibi sinir olması gerekiyor.. ki anlaşılan bu bizde var. Yoksa hiçbir normal insan bu manzaraların kendisine yüklediği ağır yükü kaldıramaz.

Belki de biz “normal” değiliz; bilemiyorum.


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Melikoff

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 10:28

Melikoff

hikmetbila@ttmail.com


Bir büyük araştırmacı, düşünür, bilim insanını, bir büyük Bektaşi’yi kaybettik. Ömrünü Alevilik-Bektaşilik araştırmalarına adayan Ord. Prof. İrène Melikoff aramızdan ayrıldı.

Bütün kitaplarını okumuştum Melikoff’un. Ama şahsen tanıma fırsatı bulamamıştım. Dünkü Cumhuriyet’te Miyase İlknur’un Melikoff’la ilgili bir anısını okuyunca ben de şahsen tanımış gibi oldum. Bir kongre nedeniyle bulundukları Ürgüp’te bir günlük rahatsızlığı sırasında bile gösterdiği insancıllık, sevecenlik, sıcaklık, onun ne kadar derin bir yüreğe sahip olduğunu göstermeye yetiyor.

Aleviliğe açılan bir yüreğin kazandığı derinlik değil mi bu?

Türkoloji çalışırken, Doğu kültürleri üzerine, Şamanlık üzerine, Bektaşilik üzerine araştırmalar yapar, kitaplar yazarken Aleviliğin erdemlerini özümseyen Melikoff, kitaplarında hep bilimsel gerçekliğin, gözlemin izinde yürüdü. Ve gördü ki, ve anlattı ki, bugünün çağdaş insanlık anlayışı yüzyıllardır Alevi-Bektaşi felsefesinin içinde zaten vardır.

‘Önce insan’ diyebilen, ‘Enelhak’ diyebilen bir inanış, babası Azeri, annesi Rus, kendi Fransız bir bilim insanının yüreğine işlemiştir. Bakınız Melikoff, yıllar önce Miyase İlknur’a neler söylemiş:

“Alevilik-Bektaşilik artık benim bir parçam oldu. Herhalde ben de onların bir parçası oldum. Bu işe ilk başladığım yıllarda bir Fransız öğretim üyesi arkadaşım bana dudak büktü, bu işten fazla bir şey çıkaramayacağım görüşündeydi. İyi ki onu dinlememişim. Direndim, sabrettim ve amacıma ulaştım.”

***

Melikoff bu sözleri söylerken kendi yaşamının, mesleki seçiminin bir özetini yapmış belki ama, aslında bilerek veya bilmeyerek Alevi-Bektaşilerin yaşamsal ve tarihsel bir ilkesini de dile getirmiş:

‘Direnmek ve sabretmek.’

Haksızlığa karşı direnmek, ayrımcılığa karşı direnmek, zulme karşı direnmek... Hak için direnmek, sevgi için direnmek, eşitlik için direnmek, birlik için direnmek, aydınlık için direnmek…

***

İrène Melikoff sadece bir Alevi-Bektaşi araştırmacısı değil, aynı zamanda bir Alevi-Bektaşi dostuydu. Alevi-Bektaşi törenlerine katılan, onların gelenek görenekleriyle huzur bulan, semaha duran bir dost. Bu dostluk onun araştırmalarındaki, kitaplarındaki bilimselliğe, gerçekçiliğe engel değildir. Alevilik-Bektaşiliği öğrenmek isteyenler için İrène Melikoff’un kitapları bir hazinedir. Bu alandaki birçok çalışmanın aksine Melikoff’un kitapları bu derin felsefeyi tüm yönleriyle ve nesnel bir bakış açısıyla anlatır.

Melikoff’un ölümüyle bilim dünyası da büyük bir değerini yitirdi. Ama Melikoff, arkasında her bilim insanına nasip olmayacak değerler bırakarak gitti. Onun yaşamı ve eserleri ışık tutmaya devam edecek.

Alevi-Bektaşilerin ve onların temeline harç koyduğu laik Türkiye Cumhuriyeti’nin başı sağ olsun.


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

IMF'ye kesinlikle gereksinim yoktur

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 10:32

IMF'ye kesinlikle gereksinim yoktur



Uluslararası Para Fonu (IMF) heyeti Ankara'da görüşmeleri sürdürüyor. Ankara da, ekonomik yorumcular da, IMF ile bir anlaşma yapılmasına kesin gözü ile bakıyorlar. Böylece Türkiye'nin uluslararası borçlanma için gereksinimi olan güvenilirliğin sağlanacağı düşünülüyor.
Bu krizin her aşamasında olduğu gibi, IMF ile yapılacak anlaşmada da Hükümet geç kaldı! Ukrayna, Pakistan, Beyaz Rusya, Macaristan, İzlanda... gibi ülkeler çoktan IMF ile anlaşma yaptılar ve ekonomilerinde istikrar programları uygulamaya başladılar. Ama Türkiye, "ümüğümü IMF'e sıktırmam" sözü ile başlayan süreçte geç kaldı. Fatura da her zaman olduğu gibi bütün halka çıktı.
29 Mart'ta yapılacak yerel seçimler öncesinde Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) bir IMF anlaşması imzalamasını beklemek belki fazla safdillik olurdu. Çünkü IMF, reçetesi ne olursa olsun, mutlaka kamu harcamalarının kısılmasını ve kamu gelirlerinin (vergilerin) artırılmasını isteyecektir. Seçim öncesi böylesi isteklerin bir parti tarafından kabul edilmesinin güçlüğü ortadadır.
Acaba bu aşamada hâlâ IMF'e gereksinim var mı? Eylül ayında, ekim ayında, kasım ayında; hatta bu aylara gelmeden mayıs ve haziran aylarında bile, Türkiye'nin IMF'ye gereksinimi vardı. Yani hasta olmadan "koruyucu hekimlik" hizmeti alınabilirdi. Ama bu yapılmadı. AKP bunu istemedi. Politik olarak tercih etmedi. Ceremesini de çekerler; o başka...
Ama gerçekten Türkiye'nin bugün IMF ile yapılacak bir anlaşmaya gereksinimi var mı? IMF neyi sağlayacak? Türkiye'nin uluslararası borçlanmasının sürmesini ve uluslararası borçlarını ödemesini sürdürmesini sağlayacak. Türkiye'nin gelişmesi ve büyümesi; ya da Türkiye'de istihdamın artması IMF'nin pek umurunda değildir.
Bu çerçevede IMF, Türkiye'deki uluslararası sermayenin bekçisidir. Uluslararası sermayenin Türkiye'de hit yemesini; tatsız bir sürpriz ile karşılaşmasını önlemeye çalışırlar.
Ama Türkiye bu kriz ortamında önemli bir şans yakaladı. 1950'lerde Almanya'nın; 1960'larda Japonya'nın; 1970'lerde Tayvan'ın; 1980'lerde Kore'nin; 1990 ve 2000'lerde Çin'in (belki de 2010'larda Hindistan'ın) izlediği ekonomik kalkınma politikası şu dönemde Türkiye'de de izlenebilir. Bu politika, bütün dünyayı Türk ürünlerinin pazarı olarak gören dışsatıma dayalı kalkınma modelidir. Türk ürünü derken, sadece sanayi ürünlerini de kastetmiyoruz. Turizm de, taahhüt (inşaat) işleri de, gemi inşası da, uluslararası çağrı merkezi hizmetleri de... Uluslararası rekabet gücü olan bir ülkenin gücüdür.
Türkiye gibi (hem nüfus olarak, hem de ekonomi olarak bu kadar) büyük bir ülkenin, her alanda uluslararası rekabet gücü olan ürünleri dünya pazarlarına sunarak kalkınmasından başka bir ekonomik kalkınma modeli yoktur ve kısa zamanda da olmayacaktır.
"Yüksek reel faiz, düşük kur" politikası ile Türkiye kalkınamaz; sadece gününü gün eder. Halbuki bizim gereksinimimiz, sıfır ya da eksi reel faiz ile uluslararası rekabet gücü kazanmak ve bunu sürdürmektir. TL'nin reel anlamda değerli olması sadece gururumuzu okşar; Türklerin yabancı malları (bir süre ülke olarak paramız olduğu bir süre) ucuza tüketmesini sağlar; beyaz Türklerin kolay yurtdışı yolculuk yapmasını sağlar; işte o kadar. Ama gün gelir; sorun başlar. O zaman da IMF gelir ve bu kazanımlar yine kaybedilir.
O nedenle bugün IMF'nin Türkiye'ye önereceği ekonomik reçeteyi artık uygulamamak bizim için en iyisidir. Çünkü IMF, TL'nin değerlenmesini sağlayacak; yani Türk ürünlerinin uluslararası piyasalardaki rekabet gücünü yine gebertecektir. Madem ekonomide bu kadar dibe vurduk; madem bu sıkıntıları (özellikle de refah kaybını ve işsizliği çektik), bundan ders alalım. Bir daha sakın "Yüksek reel faiz, düşük kur" politikasının ağına düşmeyelim.

O cesaretimiz var mı?


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

1997 sonrası piyasada yaşananlar çözülmeden derine inilemez

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 10:36

1997 sonrası piyasada yaşananlar çözülmeden derine inilemez



1997-2001 arasında yaşananları, daha açıkçası hortumlanan bankaları ve bu paraların nereye gittiğini çözemezsek; bugün ne yapsak boş. O para neredeyse oraya bakmak lazım.

Ortalık toz duman. Her gün yeni bir operasyon dalgası geliyor ve bütün iddialar, 1997-2001 arasında "yaşanacaktı" tezine dayanıyor.
Diyelim ki; bunlar oldu, peki para nereden geldi?
Hortumlanan bankaların, batırılan şirketlerin, boşaltılan kasaların parası nereye gitti!
O kadar çok mağdur nasıl yaratıldı!

Kimler mağdur oldu
Peki kimler mağdur oldu!
Daha fazla sormadan bir köşeden sogulamaya başlayalım; kimlere "Mağdursunuz" diyebiliriz?
Hemen arz edeyim: Demirbank, Sabah Yayıncılık, Medya Holding, Çukurova, Kepez gibi halka açık şirketlerde paranızı, varlığınızı devletin verdiği yetkilerle yapılan işler sonucu birilerine kaptırdıysanız, devletin verdiği yetki ile açılan ve yine bu yetki ile para topladığını sandığınız İmar Bankası'na yatırdıysanız; daha açıkçası, hâkim ortaklar tarafından tasarruflarınız transfer edildiyse, sizlere piyasa mağduru diyebiliriz.
Bu noktada aklınıza şu soru gelebilir: Daha somut örneklerle konuyu açabilir miyiz? Açarız... Devletin halka açılma izni verdiği Demirbank, bugün yabancı bir banka olarak takır takır işliyor; Sabah Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) tarafından satıldı, geri alındı, yeniden satışa çıkıyor ve alıcı başka bir şirket adı altında yeniden halka açılmaya hazırlanıyor. Bu örneklerin en önemlisi ve bence en vahimi devletin borç kâğıdını satan İmar Bankası'ndan bono alanlar, ellerinde kâğıtlar sokaklarda geziyor. Kimse dönüp bakmıyor. Ne dersiniz; bu kadar somut örnek yeter mi?

Temiz finansal dinamik
Değerli dostlar, Sabah ve Demirbank'ın durumunu birçok yazıda ele aldığım için bugün konuya İmar Bankası merkezli devam etmek ve soru-cevap yöntemiyle konuyu açarken, aynı zamanda bir taşla iki kuş vurarak; bu mağdurları unutanlara yeniden çağrıda bulunmak istiyorum: Piyasanın bu ayıpları düzeltilmeli. Temiz Türkiye temiz finansal dinamikler ile olur!
Peki geçmişte yaşananlarda suçlu kim?
Sizce kim? Yapılan uygulamaya bakalım.
Değerli dostlar, yapılan uygulamalar ile devletin banka açma yetkisi verdiği, bono satma yetkisi olup olmadığını kontrol etmek zorunda olduğu bir kurumdan, Türkiye Cumhuriyeti Hazinesi'nin bonosunu aldığını düşünenler cezalandırılmış oldu. Alım yapanlar devletin mevduat toplama yetkisi verdiği bir kapıdan girdiler ve üzerinde T.C. damgası olan borçlanma kâğıtlarını aldılar. En azından öyle sandılar. Çıkarılabilecek sonuç: Devlet, bir kuruma para toplama yetkisi gibi modern dünyada aslında para basma-para yaratma yerine geçebilecek bir güç veriyorsa ve bu kurum da bunu halka karşı kullanıyorsa, birincil sorumluluk yetkiyi verenindir.

Sorumluluk kime düşer
Peki bu ödememe durumu, hakça bir yaklaşım mı?
Vatandaşın haklarını koruyan ve bugünden yarına değişmeyen dinamikler hükümetlerin değil, devletin devamlılığı ilkesine bağlıdır. Devletin devamlılığı ise "Ne yapalım bir önceki hükümet denetlememiş, suçluyu bulun" gibi bir açıklama ile geçiştirilemeyecek kadar ciddi bir iştir. Türkiye Cumhuriyeti Hazinesi'nin bonosunu sattığını iddia eden, yıllarca televizyonlarda reklam yapan bir kurumdan "Acaba yetkisi var mı" diye şüphelenmek vatandaşa değil, ilk önce devletin kurumlarına ve siyasi otoriteye düşer. Bu noktada bir ayrıntının da altını çizmekte yarar var: Devletin kurumları ve bürokratları görevlerini yapmış fakat siyasi otorite baskı yaparak süreci engellemişse, bu çok daha vahim ve telafisi olmayan bir suçtur.

Paranın nerde olduğu önemli
Çıkarılabilecek sonuç: Olmayan bonolar satılırken medya kanalları kullanılıyor ve yapılan reklamın altındaki tezler "Doğru mu" diye yetkili kurumlar tarafından sorgulanmıyorsa, devlet bonosu satışı için yapılan bir reklamın içeriğinin sahte olabileceği vatandaşın aklına gelebilecek en son ihtimaldir. Ortada çok vahim, hatta kelimelerle ifade edilemeyecek kadar büyük bir skandal var. Yetkisi olmayan bir kurum yıllarca Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) denetiminde olan TV'lere reklam vererek para topluyor, bazı kurumlar çarpıklıkları daha 1989'da tespit ediyor, fakat devletin hiçbir kurumu ve hükümetler buna dur demiyor.

Sonuç: 1997-2001 arasında yaşananları, daha açıkçası hortumlanan bankaları ve bu paraların nereye gittiğini çözemezsek; bugün ne yapsak boş.O para neredeyse oraya bakmak lazım!!


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Azerbaycan... İsrail... Demokrasinin nimeti...

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 10:41

Azerbaycan... İsrail... Demokrasinin nimeti...


Takvimlerin 10 Haziran 2008’i gösterdiği gün Azerbaycan’ın başkenti Bakü’deki Gülistan Sarayı’nda düzenlenen ‘Medeniyetler Arası Diyalogda Kadının Rolünün Güçlendirilmesi Konferansı’nda kürsüye çıkan Emine Erdoğan, bu toprakların bir başka güçlü sesi Yunus Emre’nin bir şiiri ile yürüklere seslenmeyi tercih etmişti: Gelin tanış olalım / İşi kolay kılalım / Sevelim Sevilelim / Dünya kimseye kalmaz’

Konferansın sahibi, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in zarif eşi Mihriban Aliyeva’ ydı....

Tahminim, Emine Erdoğan’ın gözleri önceki gün, halen milletvekili olan, 2013’te yapılacak seçimler sonucunda da Azerbaycan Cumhurbaşkanlığı makamını eşinden alması beklenen Mihriban Aliyeva’yı çok aramıştır. ‘Filistin Zirvesi’ ne gelmeyip Azerbaycan parlamento Başkan Yardımcısı Bahar Muradova’yı gönderen Mihriban hanımın mutlaka bir mazereti vardır, bu mazeret de Türk dışişleri tarafından dikkatle not edilmiştir...

Geçelim... Diplomaside mazeretler, çoğu kez, gerçeklerin paranavı olmaktan başka bir işe yaramaz...

Türk demokrasisinin zaferi...

Başbakan R.Tayyip Erdoğan’ın, İsrail’in ‘Gazze katliamı’nın başlamasından sonra izlediği ‘sert politika’ -nedense- birilerinin keyfini kaçırıyor. Bu ekibi tanıyoruz... 1 Mart Tezkeresi Meclis’te reddedildiğinde ‘Amerika’nın Türkiye’yi cezalandıracağını’ söyleyen ekip bu... Hatta, Wolfowitz, Abramowitz, Perle gibi kıymeti kendinden menkul bazı Amerikalılar Ankara’ya kadar gelip bize ‘fırça atmaya’ kalktıklarında gazete sütunlarını, ekranlarını açanlar takımı... Bir de... Hamas liderlerinden Halid Meşal Ankara’ya geldiğinde ‘asıl şimdi yandık’ feryadını yükseltenler grubu...(N’oldu, Obama da görüşecekmiş Hamas’la...)

Nedense, bu ekibi, Türkiye’nin Arap gençleri gözünde bir ‘kişilikli bir demokratik efsaneye’ dönüşmesi değil de dünyadaki ‘Yahudi lobisinden’ yağabilecek cezalandırmalar ilgilendiriyor...

Yazık...

Oysa, Türkiye’nin son tutumu, sadece Arap gençliğinde değil, Kafkasya ve Orta Asya’daki geniş halk kitlelerinde de ‘Türkiye sevdasının’ yükselmesine neden oluyor. Çünkü, 1991 yılından bu yana İsrail ile ‘stratejik ilişki geliştirme sevdasına’ kapılan Türk Cumhuriyetleri, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan’da yönetimler halkın tepkisiyle kendi suskunlukları arasında sıkışmış kalmış durumdalar...Müslüman halkın büyük çoğunluğu tepkili... Ama yönetimleri bu tepkiye karşı duyarsız... Çünkü İsrail korkutuyor...

Azerbaycan-İsrail ittifakı...

Mihriban Aliyeva’nın İstanbul’da görülmeme kaygısının temelinde aslında son 15 yılın öyküsü var:

Azerbaycan-İsrail diplomatik ilişkisi 1992 yılında kuruldu. İlginçtir, Bakü’deki İsrail’in ilk büyükelçisi Eliezer Yotvat resmen görevine başlayana kadar İsrail’in Azerbaycan’daki hakları, 24 yaşında, İsrail ordusu özel savaş timlerinde görevli subay Benny Haddad tarafından korundu.

Aynı yıl, Amerikan Kongresi ‘Özgürlük Destek Kanunu’nu çıkarttı, eski Sovyet cumhuriyetlerine yardım programı başlattı, bu kanunda sadece Azerbaycan’ı Kongre’deki Ermeni lobisinin baskısıyla ‘yardım dışı’ bıraktı.

Dönemin Ebulfez Elçibey yönetimi, Ankara’nın da tavsiyesiyle Ermeni lobisine karşı Yahudi lobisine yöneldi ve İsrail ile ilişkilerin güçlendirilmesi politikasını başlattı.

İkili ilişkiler, 1997 yılında dönemin İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun Bakü ziyaretiyle dönüm noktasına ulaştı. Benyamin Netanyahu- Haydar Aliyev, Azerbaycan ordusunun gelişmiş İsrail silahlarıyla donatılması, buna karşılık Azerbaycan petrolünün güvenli bir şekilde İsrail’e akması yönünde anlaşmaya vardılar. İsrail, Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattının önemli destekçisi oldu.

Washington Institute for Near East Policy uzmanlarından Soner Çağaptay ile Alexander Murinson’un araştırmalarına göre Azerbaycan-İsrail işbirliği İran yayılmacılığına karşı gelişti. İsrail, Azeri-İran sınırını erken uyarı sistemleri ile donatmayı başardı.

Bu dönemde bölgede iki önemli İsrailli yatırımcı ön plana çıktı. İkisi de enerji alanında dev yatırımlara yön verdiler: Shoul Eisenberg ve Yossi Maimon. Bakü’deki eski İsrail Ticaret Ataşesi, günümüzün Asya Kalkınma Bankası’nın Azerbaycan Temsilcisi Rafael Abbasov, Azeri-İsrail ‘örtülü enerji çalışmalarını’ organize eden karakterlerden biri olarak dikkat çekti.

1997’de sadece 2 milyon dolar olan Azeri-İsrail ticaret hacmi bugün 1.3 milyar dolara ulaştı! Azerbaycan İsrail’in enerji ihtiyacını karşılayan ikinci ülke konumuna çıktı.

Bakü havalimanı, Azerbaycan’ın tüm enerji alt yapı tesisleri, hatta cumhurbaşkanı ve ailesi İsrailli güvenlik şirketleri tarafından korunur hale geldi.

...Ve İsrail, Ceyhan’dan tankerler ile gelecek Azerbaycan petrolünün Aşkelon-Eliat boru hattı kullanılarak Hindistan’a sevkinde stratejik ülke olmaya hazırlanıyor...

Sanırım fazla söze gerek yok...


[img]http://www.ssm.gov.tr/TR/dokumantasyon/basinbulteni/PublishingImages/stargazete_logo.gif[/img]
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Emine Hanım’a mesaj mıydı

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 10:51

Emine Hanım’a mesaj mıydı


BİR rastlantı mıdır bilmiyorum...

Ama Emine Erdoğan’ın konuşmasının hemen öncesinde gelmeye başladı bu fotoğraflar...

Gözyaşlarıyla "İsrail’i protesto" etmeden hemen önce...

Emine Hanım, "Masum çocuklar öldürülüyor" demeden hemen önce...

"Gazze’de bebeklerin bacakları ağır silahlarla koparılıyor" demeden... Analar adına hesap sorulurken... İsrail ve seyirci kalan insanlık suçlanırken...

O saatlerde geldi bu fotoğraflar...

Tesadüf mü? Birileri bu fotoğraflarla bir şeyler mi söylemek istiyordu acaba?

İşte, Lübnan’da "kar maskeleri" giydirilmiş Filistinli çocuklar... Ellerine oyuncak tüfekler verilmiş, Filistinli çocuklar... Askeri üniformalarla, bombalarla yürütülüyorlar...

Birer İsrail düşmanı olarak...

Evet... Çocuklar... Nefret dolu çocuklar... Öfkenin küçük askerleri...

İşte Ürdün’den başka bir fotoğraf... Ellerinde plastik roketlerle yürütülen Filistinli çocuklar... Yemin ettiriyorlar...

"Gidip İsrailli çocuğu öldüreceksin" diye... Öfkeye, nefrete batırıyorlar çocukları...

Peki böyle olursa bu savaş biter mi?

Bu fotoğraflar diyor ki, "Bitmez"...

Siz BM’de barış için uğraşıyorsunuz. Orada küçücük çocukların ruhuna nefretin ve savaşın tohumu ekiliyor..

Bu yüzden ben de soruyorum:

- Tam Emine Erdoğan İsrail’i protesto ederken geliyor bu fotoğraflar...

- Tesadüf mü?

- Yoksa birileri bir şeyler mi söylemek istiyor?

- Çocuğun İsraillisi, Filistinlisi olur mu?

- Olmaz...

Ama bakın, Hamas vermiş ellerine plastik roketleri, küçücük beyinleri öfkeye buluyor...

Bence o küçücük bebelerin üzerine fosfor bombası atan zalim kadar suçludur bu çocukları böyle ellerinde plastik roketlerle yürütenler...

Ben çıplak ayaklı bebelerin üzerine bomba yağdıran o zalimi elbette kınıyorum...

Ama ya diğer taraf...

Keşke İsrail’i kınayanlar, füze atan Hamas’ın yaydığı bu öfkeyi de kınasalar... Bu kirli savaşı çocuklar üzerinden yürütenler de kınansa..

Keşke çocukların yaşadığı apartmanların tepesinden füze atıp orayı hedef haline getiren Hamas militanları da kınansa...

Çocuk ölümleri İstanbul’da protesto edilirken, Hamas’ın "çocuk askerleri"nin fotoğraflarını gönderenler bunu mu demek istiyorlardı acaba?

Çocukların tarafı olmaz... Çocuğun Filistinlisi, İsraillisi olmaz.

Şeytanın iksiri öfke ve nefretse eğer, zulmün dini, milleti olmaz.

Bu muydu mesaj acaba?

Ne dersiniz?

İKİNCİ YAZI

Siz hiç böyle Alevi töreni gördünüz mü?

YEŞİL türban... Beyaz atkı... Siyah palto... Üçlü kol düzeni halinde bir sokak yürüyüşü.

Resim

Fotoğraf bu... Manisa Turgutlu’dan geliyor. DHA çekmiş.

Şöyle yazıyor altında:

- Hz. Hüseyin’in katli ve Kerbela şehitleri için anma töreni.

Durdum. Fotoğrafa bir daha baktım. Siz de bakın. Bir soruyu büyütmüyor mu fotoğraf?

Ben ilk defa böyle bir Alevi anma töreni görüyorum. Yeşil türbanlı kızların üniformalı düzende yürüyüşü...

Ve aradaki o küçücük türbanlı bebek...

Belki yanılıyorum diye, Cem Vakfı Başkanı İzzettin Doğan’ı aradım.

Sordum:

- Sayın Doğan, Manisa Turgutlu’dan bir fotoğraf geldi. Türbanlı, siyah paltolu, beyaz atkılı kızlar alınlarına "Ya Hüseyin" diye yazmış, yürüyorlar. Bir tören geçişi gibi. Ben ilk kez böyle bir şey görüyorum. Acaba bir değişim mi var? Acaba ben mi yanılıyorum?

İzzettin Doğan çok açık bir cevap veriyor:

- Sayın Çekirge, bunları daha çok göreceksiniz. Çünkü herkes kendisine göre bir Alevi kültürü yaratmak istiyor. İran’ı ayrı, Suudi Arabistan’ı ayrı...

- Peki Alevilik’te böyle bir görüntü var mı? Örneğin türban var mı?

- Yok tabii... Ama ne yazık ki, birileri bunu yaratmak istiyor. Bizde kızlı erkekli semah vardır. Ne yazık ki bu toplumu kaşımak isteyenler var. Kendilerine göre bir yapıya sokmak isteyenler var.

Doğan’la konuştuktan sonra bir kez daha baktım fotoğrafa...

Siz de bakın... Ve sorun:

- Ne oluyor?

Sahi ne oluyor? Anadolu’nun en büyük zenginliklerinden birisi olan bu 1326 yıllık gelenek, inanç şekli ve köklü kültür dönüştürülmek mi isteniyor?

Bu fotoğraf işte bu sorunun belgesidir. Bulun bakalım cevabını...

ÜÇÜNCÜ YAZI

Ankara’da bir şövalye

YILBAŞINDA kar yağıyorsa Arjantin Caddesi’nden yürünür... Kapı açıktır... İçeri girilir... Oğul elinde bir kadeh şarap ya da yeni açılmış bir şampanyayla gülümsemektedir...

Ve hemen şarabı anlatmaya başlar. Bu klasik ve karlı bir Ankara görüntüsüdür...

Keyif Shop böyle bir yerdir işte. Oğul Türkkan böyle bir şövalyedir. Yanlış anlamayın, gerçekten de Bordeaux, Saint Emilion bölgesi şövalyesidir.

Ankara’da lezzetin sembolüdür Oğul Türkkan... Son olarak Merite Agricol yani Fransa Devleti’nin en önemli nişanı olan Legion d’honneur’u aldı.

Ankara’dan dünyaya böyle bir lezzet şövalyesi çıkması gurur vericidir.

Bunun adı şudur:

- Şarap ve lezzet bir kültürdür... Ve henüz Ankara’da ölmemiştir.

DÖRDÜNCÜ YAZI

Türkiye Güvenlik Konseyi’nde mi yoksa güvenlik görevlisi mi

İSRAİL-Filistin savaşının barış süreci Fransa ve Mısır öncülüğünde gelişti. Oysa uzun süredir Türkiye bu konuda çalışıyordu... Dahası Başbakan Erdoğan, barış için arabulucu rolündeydi. Ciddi bir mesafe de alınmıştı. Son dönemde Türkiye’nin Ortadoğu politikasının temel taşı haline gelmişti bu gelişme...

Çünkü eğer bu barış Ankara tarafından sağlanırsa, Türkiye Ortadoğu’da büyük bir rol oynamış olacaktı. Ama öbür tarafta Mısır var. Her zaman Türkiye ile rakip olmuştur.

Nitekim İstanbul’da yapılan "Barış İçin Dayanışma Toplantısı"na Mısır ve Fransa first lady’leri gelmedi.Bize de Lübnan, Suriye, Ürdün ekseninde duygusal konuşmalar yapmak kaldı.

Tabii bir şey daha var... Şimdi oraya Türk askeri istiyorlar. Her zamanki gibi yani... Diyorlar ki:

- Sen büyüklerin işine karışma. Öyle arabuluculuk, diplomatik liderlik filan hayal etme. Biz yaparız, sen asker gönder yeter...

Bosna’da, Kosova’da, Somali’de, Afganistan’da bu hep böyle oldu. Sen masada belirleyici olma. Liderlik gösterme. Salonda değil, sokakta ol. Güvenlik görevlisi olarak çalış yani.

Oluyor mu şimdi bu?

BEŞİNCİ YAZI

Karayalçın’a kaset bombası

MELİH Gökçek, Murat Karayalçın’a, "Gel TV’lerde hesaplaşalım’ diyor. Karayalçın, "Olmaz" diyor. Biliyorum, şubat ayından itibaren Melih Gökçek her yerde Karayalçın için "Kaçtı, korkuyor. Çünkü söyleyecek bir şeyi yok" diyecek. Belli ki kampanyasının bir bölümü bu olacak..

Bir konu daha var... Gökçek, Karayalçın’ın, SHP Genel Başkanı olarak yaptığı mitinglerin kasetlerini dağıtacak. Çünkü şimdiden Gökcek’in karargáhından her yere fısıldanıyor:

- O kasetler Karayalçın’ı çok zor durumda bırakacak...

ALTINCI YAZI

Egemen Bağış ve Oğuz Demiralp

EGEMEN Bağış Başmüzakereci oldu...Bu önemli bir gelişme... Şimdi soru şu:- Peki bu konuda nasıl bir yöntem izleyecek? Başmüzakereci mi olacak, yoksa bir "postacı" mı?

Egemen Bağış’ın postacılıktan öte bir çalışma sistemi kuracağını umuyorum. Yani "Bir dakika, bir Ankara’ya sorayım" ezikliğine düşmemesi gerekiyor. Bunun için AB Genel Sekreteri Oğuz Demiralp gibi çok değerli bir büyükelçi var orada... Demiralp, yalnızca bir diplomat değildir, çok değerli bir edebiyat adamıdır. Rahat bırakılsa çok şey yapabilirdi. Ama olmadı... Son dönemde diplomatik kararlarda Dışişleri Bakanlığı’ndaki tecrübeli diplomatların ikinci plana atıldığını görüyorum. Müsteşar Ertuğrul Apakan zaten geri çekilmiş durumda. Umarım Bağış, Demiralp konusunda bu hataya düşmez.


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Arada kaynamasın

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 10:54

Arada kaynamasın

skucuksahin@hurriyet.com.tr


CNN Türk’ün Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın damadı Mustafa Çubuk ve yakın arkadaşı Bülent Sungur’un Ankara Büyükşehir Belediyesi’yle "ballı takas" yaptıkları haberi Ergenekon’un son dalgasıyla aynı anda çıktı.

Çubuk’un nikáhını kıyan Melih Gökçek’le Haşim Kılıç arasında su sızmadığı herkesin malumu olunca haber tam ilgi görüyordu ki Ergenekon ezip geçti.

Kılıç, "Damadımın ticari işleriyle ilgili bilgim yok" dedi.

İki gün sonra, bu kez Kılıç’ın asker oğlunun, yemin töreni sonrası valinin makam otomobiliyle ağırlanması gündeme geldi.

Kılıç, bu kez de, "Törene gidecektim. Dostumuz vali, protokol gereği bizi karşılayacaklardı. Acil işim nedeniyle gidemedim. Çocuğu Çorlu merkeze götürmüşler. Sistemli bir yıpratma kampanyası" açıklamasında bulundu.

BİR OĞUL İDDİASI DAHA

Kılıç’a basit bir sorum var.

Alman Federal Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın oğluna da aynı muamele yapılsa, Alman yargıç bunu yıpratma kampanyası mı sayar, özür mü dilerdi?

Dünyanın her ülkesinde böylesi yargıçların ve aile bireylerinin bu tür sorgulamalar altında olması en doğal tutumdur.

Ama, Türkiye’de bazı yargıçların ilişkileri ele alınınca hemen ’yıpratma’ bahanesi dillendiriliyor; oysa Kılıç’tan beklenen doğru tutum kendi verdikleri görüntüleri sorgulamasıdır.

Bu sadece Kılıç için değil, her yargıç için geçerli.

Çubuk’a şu soruyu da sormak lazım:

"Takas yapılan sinema binasının gerçek değeri ile fatura değeri arasında fark var mı? (’Gerçek değer 3 milyon 750 bin TL, fatura ise 6.5 milyon TL’ gibi dedikodular var da.) Elden büyük miktarlarda para teslimi kara para soruşturmasına tabi olduğundan, banka dekontları açıklansa bu tür dedikodular da ortadan kalkmaz mı?"

Daha da ileri gidelim, paranın kaynağını açıklamakta ne sakınca var?

BAĞIŞ ŞANSLI

Türkiye’de AB için çalışan çevrelerin başmüzakereciliğin Ali Babacan’dan alınması yönündeki görüşlerini kaç kez yazdım anımsamıyorum; ama sonunda doğrusu yapıldı, Egemen Bağış dün görevi devraldı.

Genel kanı Bağış’ın, Babacan’dan daha başarılı olacağı; çünkü en azından Babacan’dan sonra gelmesi en büyük şansı görülüyor.

Babacan döneminde AB için bir arpa boyu yol alınmadı; daha sosyal, görüşlerini açıklamaktan çekinmeyen, Başbakan’a daha etki edebilecek ve doğru adres olarak öncelikle Başbakan’la temas edecek, dış medyayla ilişkileri iyi olan Bağış döneminde kervanın yeniden yürümesi olası.

Hele bir de dinlemeden mahkûmiyet kararları vermekten kaçınırsa.


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Rusya neden gazın musluğunda ısrarcı?

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 10:56

Rusya neden gazın musluğunda ısrarcı?

ftinc@hurriyet.com.tr


DÜN akşam saatlerinde Rus gazı Avrupa’ya gitmek üzere Ukrayna topraklarına gelirken, Avrupa kulislerinde, Türkiye’nin adı yine öne çıktı.

Enerji konusu, bu yıl Avrupa gündeminde ilk sıradaki yerini korumaya devam ediyor. Avrupa’nın, Rusya’nın enerji kartını gerektiğinde siyasi bir koz olarak kullanacağını anlaması için 2006’yı, Turuncu Devrim’in çalkantısını yaşayan Ukrayna’ya gazı kestiği yılı beklemesi gerekmişti.

O kış Avrupa yine soğukta kalma tehlikesiyle yüzyüze gelmişti. Bu ikinci deneyim.

Doğal gaz ihtiyacının beşte birini Ukrayna’dan gelen Rus gazı ile karşılayan Avrupa’nın 18 ülkesi bu yıl ikinci şoku yaşadı.

Rusya gazı kesince kara kışta soğukta kaldı.

Neyse ki görüşmeler çok uzamadan sonuç verdi. Avrupa Birliği, Ukrayna ve Rusya’nın göndereceği temsilcilerden oluşacak bir heyet, Ukrayna ve Rusya’da beş ayrı merkezde Ukrayna ve Rusya’nın Avrupa’ya taahhütlerini yerine getirip getirmediğini denetleyecek. Rusya’nın iddia ettiği gibi çalınıyor mu, yoksa Ukrayna’nın söylediği gibi gaz mı kesildi, belirlenecek.

Avrupa önümüzdeki günlerde doğal gazı ihtiyacının belli bölümünü başka bir kaynaktan almak için harekete geçecek. Rusya buna izin verecek mi?

***

PUTİN 22 Aralık 2005 yılında Ulusal Güvenlik Konseyi’nde yaptığı konuşmada "Rusya’nın egemenlik kuracağı tek alanın enerji" olduğunu açıklıyordu.

Rusya bir enerji süper gücü değil, uluslararası gözlemcilerin görüş birliğinde oldukları gibi bir "energokrasi".

İhracatının yüzde 80’ini enerji ürünleri oluşturuyor. Ve bunu uluslararası ilişkilerinde istediği gibi kullanıyor.

2005- 2006 yıllarında Avrupa’ya verdiği doğalgazın 1000 metre kübüne 235 dolar fiyat biçen Rusya, eski Sovyet bloku ülkelerinden kendisine yakın olanlara aynı miktar için 46 ile 54 dolar arası bir fiyat istiyor. Batı yanlısı olarak gördüğü Ukrayna için 220 dolar fiyat biçebiliyor. Ama örneğin dostu Belarus’a ise 46,70 dolardan satmaya devam ediyordu gazını.

Rusya energokrasisi, bu kozdan vazgeçemez. Bunu zaten Avrupa’da gaz dağıtım yollarına ortak olarak da garanti altına almakta. Dağıtım şebekelerinin ve enerji yolarının kontrolü Rusya’yı energokrasi yapan bir diğer araç. İtalyan ENİ, Gaz de France, Penine Naturel Gas Limited gibi Avrupa şirketlerini alması ya da ortak olmak istemesi bu ihtiyacın gereği.

Ayrıca eski Almanya Başbakanı Gerhard Schröeder ve AB Komisyon başkanlığından sonra İtalya Başbakanlığı yapan Romano Prodi’yi Gazrom’a danışman olarak maaşa bağlaması da, Ukrayna gibi bazı sorunlu ülkeleri aşarak Avrupa’ya Rus gazını taşıyacak olan iki alternatif yol stratejisinin North ve South Stream’in gerçekleşmesi de ne içindi?

***

ŞİMDİ Türkmenistan ve belki de Kazakistan gazının Hazar Denizi üzerinden Türkiye’ye, oradan da Avrupa’ya ulaşmasını amaçlayan Nabukko Projesi yeniden ciddi biçimde konuşuluyor.

Enerjide tek bir kaynağa bağımlılık, ister istemez siyasi bağımlılık demektir. Bu proje, Türkmenistan, Azerbaycan gibi ülkelerin ekonomik ve siyasi gücünü arttırır. Bu açıdan destekliyorum. Türkiye’nin enerji haritasında daha etkili rol almasını ve Avrupa Birliği ile yakınlaşmasını sağlar, bu açıdan da destekliyorum. Ama Avrupa’nın, Rusya’nın itirazı ve engellemeleri karşısında etkili bir cephe oluşturabileceğine inanmıyorum. Göreceğiz.

Rusya enerji musluğunu elinde tutmaya kararlı, çünkü elindeki tek güç o.


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Gazze’yle ilgili bilmedikleriniz!

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 11:00

Gazze’yle ilgili bilmedikleriniz!

austel@stargazete.com


Gazze’yle ilgili bu güne değin, hem Türk hem de dünya basınında çıkan bir çok şey hem eksik hem de çoğu yanlış.

Her şeyden önce, New York, Colombia Üniversitesi Arap Kültür ve Siyaset Araştırmaları Kürsüsü Profesörü, Raşid Halidi’ye kulak verin hele. Yakında da Soğuk Savaş ve Orta Doğu’da Amerikan Egemenliği adında bir kitabı yayınlanacak. Hem Halidi’ye hem diğer kaynaklara başvurduğunuz zaman Gazze konusunda çok değişik bir tablo çıkıyor önünüze ki, gerçekten akıllara ziyan:

GAZZE’DE oturan insanların çok büyük bir çoğunluğu ‘Aman burası ne hoş bir yer’ dedikleri için orada değiller!

Aşağı yukarı, 700 kilometre karelik bir alana 1.5 milyon insan resmen tıkılmış! Bunların çoğu, Gazze’nin çevreşindeki Aşkelon ya da Merşeba gibi köy ve kasabalardan buraya sürülmüş. İsrail ordusu bunları 1948’de yerlerinden yurtlarından alıp getirmiş Gazze’ye!

GAZZE’liler, ta 1967’den, altı gün savaşından bu yana, İsrail işgali altında yaşıyor. Her ne kadar 2005 yılında askerlerini bu bölgeden çektiyse de, hala ‘işgalci güç’ olarak algılanıyor. Gazze’ye giriş çıkışları, ithalat ve ihracatı ‘a’ dan ‘z’ ye denetliyor. Dahası, Gazze’nin hava sahası ve deniz kıyısı da İsrail denetim ve gözetiminde. İsrail, Dördüncü Cenevre Konvansiyon’u hükümleri çerçevesinde, bu insanların, huzurlu ve sağlıklı bir biçimde yaşamasından da sorumlu.

GAZZELİLER’e uygulanan ambargo, ABD ve AT’ın da katılımıyla, hele de HAMAS seçimleri kazanınca, bu bölgeye tıkılan 1.5 milyon insanı demir bir kafese soktu. Yakıt, elektrik, ithalat, ihracat ve Gazze’ye giriş çıkışların durdurulması, yavaş yavaş, soluk alamaz hale getirdi bu insanları; sağlık,ulaşım, su ve kanalizasyon sorunları akıllara ziyah boyutlara ulaştı!

Bunun nedeni HAMAS’ın 2006 seçimlerini kazanması! Yani demokratik haklarını kullandı diye, Gazze’liler cezalandırılıyor!

İSRAİL’le HAMAS arasında yapılan ‘ateş kes’ anlaşması Haziran’da imzalandı. Buna göre, HAMAS roket atışlarını durduracaktı. İsrail hükümetinin verdiği sayılara göre, daha önceleri her ay yüzlerce roket atılırken Gazze’den İsrail’e, haziran anlaşmasını izleyen dört ay içinde bu sayı, toplam 20’ye düştü. Kasım ayı başlarında, İsrail ordusu hava ve kara saldırısı başlattı, altı HAMAS militanı öldürüldü.

SİVİLLERİN öldürülmesine gelince. İster İsrail ister HAMAS öldürsün, sivillerin öldürülmesi, savaş suçudur! Ancak, lütfen sayılara kısa bir göz atalım: Şu ana kadar, İsrail saldırılarılarında, yaklaşık, çoğu sivil, 700 kişi öldürüldü 2500 kişi yaralandı. Buna karşılıksa, 12 İsrail askeri hayatını yitirdi. Eğer İsrail, haziran ayında imzaladığı anlaşmaya saygı gösterse ve Gazze’ye uyguladığı ambargoyu kaldırsaydı, bu gün yaşananlara hiç gerek kalmayacaktı.

Bakınız...Gazze’ye uygulanan saldırıların roketlerle ya da İsrail’i bölgedeki varlığını savunma ve sürdürme isteğiyle ilgisi yok! İsrail basın olayı böyle sunuyor dünyaya. Dahası, İsrail basınının dışında, dünyadan hemen hemen hiç bir basın kuruluşu bölgeye giremiyor! Çünkü Lübnan saldırıları sırasında olanları bütün dünya, televizyondan izledi diye, İsrail hükümeti çok rahatsız olmuştu; bu kez gerekli önlemleri aldı!

Peki o zaman GAZZE SALDIRILARININ NEYLE İLGİSİ VAR?

Hemen 2002 yılına dönelim lütfen.

İsrail Savunma Kuvvetleri Kurmay Başkanı Moshe Yaalon’un şu sözlerine kulak verelim: ‘Filistinliler yenilmiş bir ulus olduklarını artık beyinlerine kazımak zorundadır!’

İşte bu demeçten dilediğiniz sonucu çıkarabilirsiniz. Eğer eski Tophane ağzına merakınız varsa; ‘Ben vurdum mu oturturum anam; annadın mı?!’ dır bunun tercümesi... ‘Gıkını çıkarırsan da ümüğünü sıkarım!!’

ZiLi ÇALDIK YA!

Las Vegas’da bir randevu evinin zili çalar...

Kızlardan biri kapıyı açar.

Bi de ne görsün...

Kolu bacağı olmayan, tekerlekli iskemlede bir adam duruyor eşikte.

Kız, eli belinde, sırıtarak bakar adama:

‘Burası randevu evi...’

‘Biliyorum...,

‘Ne yapabileceğini sanıyorsun burda?’

‘Zili çaldım ya!!’

Ordunun sabrı tükeniyor mu?

Başta İngiliz ve ABD basını, hala TSK’yı 12 Mart ve 12 Eylül dönemindeki reflekslere göre değerlendiriyor bence.

İngilizler’in Guardian Gazetesi ‘Ordunun sabrı tükeniyor’ derken NY Times, ‘TSK’nın kaygısı derinleşiyor!’ diye yaklaşıyor Ergenekon soruşturmalarına...

Genel Kurmay Başkanı, Orgeneral İlker Başbuğ’un Başbakan ve Cumhurbaşkanı’yla görüşmesini, ‘TSK’nın sabrı tükeniyor ‘biçiminde yorumlamak için biraz kötü ya da ard niyetli olmak gerekmiyor mu?

Bu gazetelerde çıkan haberler, hep bunların Türkiye’ye gelen ya da ülkede yerleşik muhabirlerince kaleme alınmış.

Tabi bunların kimlerle görüşüp böyle bir kanıya vardığını bilemem.

Ancak Sayın Başbuğ’un, başında olduğu kurumdan emekli kimi kişilerle ilgili soruşturma açılmış olmasını ya da o kurumda hala görevli beş on kişi konusunda kovuşturmaya gerek görülmesini, Sayın Erdoğan ve Sayın Gül’le görüşmeyecek de benimle mi görüşecek ya da bu gazetelerin muhabirleriyle mi? TSK, herkesten önce bu Ergenekon pisliğinin temizlenmesini istiyor. Herkesin eteğindeki taşlar dökülsün; herkes ne biliyorsa çıksın ortaya açık açık anlatsın! Bu gün Türkiye’de demokrasiye yönelik bir kısıtlama mı vardır? Ergenekon soruşturmasıyla ilgili savcıyı yerin dibine batırıp sorguya alınanları göklere çıkaranların yazı yazması ya da televizyonlarda dilediğince konuşması mı engellenmektedir?

Sayın Baykal, Sayın Kılıçdaroğlu dilediğini ve de ağzına geleni söylüyor gerek Başbakan’a gerek hükümete gerekse de soruşturmayı yürüten savcıya! Ne oluyor peki? Hiç! Yanıt vermek isteyen çıkıp veriyor. Ona ne oluyor? Hiç.

Eğer TSK, Ergenekon soruşturmasını, Türkiye’yi İran’a dönüştürme ya da NAZİ Almanyası’na benzetme çabaları olarak değerlendirse, o zaman sabrı tükenebilirdi! Demokratik kurallar ve bütün dünya basınının önünde olan biten bir soruşturmadır bu! Bilmem kaç yaşında adamlar alınılır mı evinden? Telefon edip çağırsan, kendi gelmez mi? Ha bunlar tartışılabilir. Ama Türkiye’yi iki kez, kimi senaryolar tezgahlayarak ihtilale taşıyan insanların uzantısı ya da yardımcısı kimi kişilerin, bir kez daha aynı senaryoları sahneye koyup oynamalarına izin vermek hangi akla hangi mantığa sığar birader?!


[img]http://www.ssm.gov.tr/TR/dokumantasyon/basinbulteni/PublishingImages/stargazete_logo.gif[/img]
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Sonraki

Şu dizine dön: Gazete Köşe Yazarları

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 1 konuk

x