Bu yazımızda, özelde ülkemizdeki siyasi değişim; genelde Türkiye`deki değişim ve tüm bunların toplamında da bölgemizdeki değişimi irdeleyeceğiz...
İnsanlar, yapan-eden konumundaysa veya destekledikleri kişiler icraat makamındaysa; çoğunlukla, değişimin gerekli olduğunu savunurlar. Ancak; Türkiye gibi, demokrasiyi anlayamamış ve içselleştirememiş insanların çoğunlukta olduğu toplumlarda, neyi, nasıl, neden yaptıklarının hesabını vermedikleri gibi; sorgulanmasını da istemezler. Oysa demokrasi gereği, her icraat ve bu icraatın yol açtığı her değişim; eleştirilerek, aklın denetiminden geçirilerek, tutarlılık değerlendirmesi sonucunda doğru mu veya yanlış mı olduğu ortaya konulmalıdır. Çünkü değişim, olumlu yönde olacağı gibi; olumsuz yönde de olabilir. Örneğin çürüme de bir değişimdir. Böyle bir değişimin, neresi yararlı ve savunulabilir...
Son yıllarda, ülkemize epey zarar veren bir siyasi ekip; önce hep değiştiklerini söyleyerek işe başladılar. Neredeyse millilikten nefret eder ve kendi geçmişlerinden kaçarcasına, değiştiklerini ispat edebilmek için, her fırsatta `milli gömleklerini çıkardıklarını` abartarak ısrarla vurguluyorlardı. Bölgemizle ilgili hesapları olan ve çıkar ilişkileriyle, bunları kendilerine bağlayan dış odaklar da; ortağı oldukları sermaye medyası aracılığıyla, bunlara: “yenilikçi” diyerek; televizyonlardan insanımızın gözüne gözüne bunları soktular. Ki bu parlatma sayesinde, kitlenin teveccühünü kazansınlar; onlar da bu ilkesiz kaypakları kullanabilsin. Nitekim öyle oldu…
İnsanımızdan yetkiyi aldıktan ve işbaşına geldikten sonra; gerçekleştirecekleri her bozgunculuğa itiraz edenleri, sanki kötü bir şeymiş gibi: "statükocu"lukla suçluyorlardı. Oysa her zaman her yerde; değişimin yararlı ve zararlı olanı gibi; sabit durumun da yararlı ve zararlı olanı vardır. Önemli olan, akli değerlendirme, karşılaştırma ve ölçme sonucunda, o an için hangisinin gerekli olduğunu göstererek; kitleyi yararlılık konusunda ikna etmektir...
Kameralar önünde ve mikrofon başında, değişim değişim diye cırladıktan sonra; koltuğu kapınca ve şahsi çıkarları yönünde icraatları (değişiklikleri) yapınca; sanki insanların hafızası yokmuş gibi insanlara hakaret edercesine; bu kez alabildiğine kendi sabit durumlarını (statükolarını) korumak için, gözleri dönmüş şekilde despotluklar uygulamaya başladılar...
Bölgemizde her türlü sömürgeci işgal gerçekleşirken; hurafeciler, işbirliği yaptıkları sömürgecilerin, ülkemizi bölmesine yarayacak ve bulundukları kendi konumlarını da kalıcı (statik) hâle getirmek uğruna anayasa yapmaya koyuldular. 2007 yılında, sömürgeci stratejistler tarafından hazırlanan ve ÖCALAN’ın son düzeltmelerini yaptığı yeni anayasanın gerekçesini hurafeciler: “Renksiz, sivil, ideolojisiz anayasa ve ileri demokrasi” şeklinde açıklayarak; yalnızca kendi akıl bulanıklıklarını ortaya döktüklerinin, çelişkileri içinde debelendiklerinin ve gerçekte, hayvanlar gibi dışkılarını toprak altına gömmeye çalıştıklarının farkında değildirler. Anlamazlar ama; biz yine de bunlara bilimsel bir hatırlatmada bulunalım: İdeolojinin "düşünce" olduğunu ve her insanın "düşünce"li olduğunu; "düşünce"siz insanın olamayacağı gerçeğini kreş çocukları bile bilirken; hurafeciler, bu basit gerçeği dahi öğrenmekten acizler...
Yeni anayasayla beraber tartışılması istenen başkanlık sisteminde; oluşturulacak bölgesel özerklik yapısıyla sözde bölgelere ödünler verilerek, onları şimdilik sorun çıkarmayan duruma getirmek; kısa vadede sömürgecilerin telkinlerine teslim olmaktan başka bir şey değildir. Çünkü akli gelişimini tamamlayıp demokrasi bilincinin yerleşmediği toplumlarda; başkanlık sistemi, var olan despot kişilikli uygulamaları daha da ağırlaştıracaktır. Kudurmuş sömürgeciler, insan psikolojisine ait bu gerçeği bildiklerinden; başkanlık sistemi sonrası, ülkemizi tamamen çözecek ve özerk eyaletleri devletleştirecek adımları da, strateji merkezlerinde şimdiden hazırdır...
Peki; başkanlık sisteminde, despot uygulamalardan bunalan ve eyaletlerle oluşan gruplar nasıl çözülür? Günümüze bakarsak: “Arap baharı” adıyla anılan ve bölgemizde çıkarılan değişik ayaklanmalarla görüldü ki, sömürgeci denetimindeki toplumlarda, başkana ve yerel krallara karşı öfkesi biriken insanları sokağa dökmek çocuk oyuncağıdır. Belirttiğimiz gerçeklerden hareketle, başkanlık sisteminin oluşacağı Türkiye’nin geleceğine ışık tutarsak şu dehşetli iç karışıklığı görürüz: Önce, yerel gruplar arasında güç savaşları olacak; iktidar savaşları olacak; sömürgeciler, bunlara karşı, istihbaratla çok yönlü oyunlar oynanacak. Sonunda sömürgeciler, o toplumun insanlarını, bu gruplardan birini seçmeye zorlayarak; onları yapay bağımsızlık düşüncesiyle kandırıp ebedi kendilerine bağlayacaklar. Üstelik bu isyanlar, bir zamanlar yine AB-D`nin kullandığı başkana karşı çıkarılmış olacak. Yani günümüzde de olduğu gibi, sömürgeciler, hem isyan edeni, hem de isyan edileni denetleyerek; tüm odakları ellerinin altında tutacaklar…
Sömürgeciler, bölgemizde her türlü işe yarar değerlerle (örneğin din), bilinçsiz kitleleri şaşırtıp onlara zarar verirler… Sömürgecilerin, etkinlik alanındaki ülkelerde, tez-antitezi kontrol ederek, mutlak anlamda egemen olmayı hedefledikleri, bilinen bir başka gerçektir. Toplumumuz ve insanlık yararına; sorunları kendi özgür aklımızla çözebilmek için; her şeyden önce bölgemizde olanlar hakkında, kitlelerin bilgisi ve merakı olması gerekir. Bir de, ülkemizde ve bölgemizde, o kadar çok yanlış seri hâlde oldu ki, artık insanlar, neye, nasıl tepki vereceğini şaşırdılar. Bu psikolojik savaşı, önceden kurgulayanlar; elbette bunu bilerek yapıyorlar. Amaçları, yormak ve duyarsızlaştırmak...
Batının, kanlı sömürgeci tarihinden gelen alışkanlığıyla; daha önce Suudi Arabistan ve Ürdün`de yaptığı gibi, böldüğü ülkelerde kendine bağlı prensler atadığını biliyoruz. Aldığı eğitimle değil; bulunduğu yere vatanına ihanet ederek gelen yetersiz BARZANİ de, bu durumun günümüzdeki örneklerindendir…
Yukarıdaki tarihi somut gerçeklerden hareketle; gelecekte, sömürgeciler tarafından atanan yerel krallarla karşılaşmamak için, birlikçi (üniter) yapıyı, tehlikeye atacak her türlü uygulamayı, her ne olursa olsun tartışmaya açmamalıyız…
İlla birileri demokrasinin gelişmesini istiyorsa; kendilerine seve seve sunacağımız, akli, demokrasi örnekleri vardır. Bir toplumun ve demokrasisinin gelişimi; kuvveti (yetkiyi), kişi veya kişilerde değil; olabildiğince çok kurumlar arasında paylaşılmasıyla ilişkilidir. Tüm yetkiler, bir kişide toplanırsa; o kişinin yapacağı yanlışları, kim denetleyip durdurabilecek? Böyle ilkel bir anlayış olabilir mi? Elbette olamaz. Nedense, demokrasi deyince, sömürgeciler ve onların güdülediği kişiler, her türlü bölücü, yıkıcı etkinliğin serbestliğini anlamaktadır. Oysa demokrasi, o akılsızların düşündüğü ya da düşündürmek istedikleri gibi hiç değildir. Demokrasi, yetkisi, makamı her ne olursa olsun, her an, her şeyin, döngüsel denetime tabi olmasıdır. Demokraside, anayasaya uygunluk, kamu yararına olduğuna dair gerekçe gösterilmeden, hiçbir icraat gerçekleştirilemez. Öyle ki, hukuksuz ve kamu zararına olacağı önceden fark edilen uygulama örneği, icraata geçmeden, denetçi kişi (müfettiş) veya kurum tarafından önlenir. İşte burada, güçler ayrılığı devreye girerek; herhangi bir görevle yetkilendirilen “her” kişi veya kurum, bir başka kişi (müfettiş) veya kurumla teftiş edilir…
Özetle demokrasi, apaçık akli, bilimsel düşüncelerle uzlaşarak karar verilen veya ihtiyaç duyulan, doğruluğu ispatlanan yararlı görüşlerin, uygulamaya yönelik hukuki-felsefi işleyiş düzeninin adıdır. Demokrasinin, bireyin nerde doğduğu (bölgecilik), nasıl doğduğu (renk-cins), kimlerden olduğu (kan-ırk) ile hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü birey, bunları kendi özgür iradesiyle belirleyemez. Demokrasi, bireyin özgür iradesine ait; bizzat kendi özgür iradesiyle belirleyip gerçekleştirebildiği, eleştiriye açık tüm olanaklardır. Demokrasinin toplumsal yönü ise, her alan için özel kurum oluşturarak, o alan için, en ehliyetli kişinin ilgili kurum tarafından atandığı; akla, bilgi birikimine, ehliyete, yetkinliğe dayalı; uygulanan hukuk kurallarının tümüdür…
Ancak hurafecilerin, kendi geçmişlerinin kanıtladığı gibi, demokrasi konusunda hiç de samimi olmadıkları ortadadır. Hatırlatmak gerekirse; 12 Haziran 2011 seçimleri öncesinde, Mayıs ayında meclis tatile girmeden, 5 aylığına kanun hükmünde kararname çıkarılarak, başbakana tek başına kanun yapma fırsatı sunuldu. Ekim ayına kadar geçerli olan bu yetki sayesinde, başbakan tek başına, 30`dan fazla kanun çıkardı. Yine aynı şekilde, ilgili bakanların yayınladıkları (veya yayınlayacakları) genelgelerle, milli bayramlarımızın kutlanması kaldırıldı. Bölücü dilin, seçmeli ders olarak alınabileceği de hazırlananlar arasında. Şimdi burada sormak gerekiyor; ileri demokrasi bunun neresinde? Bu yapılanlar ve yapılacak olanlar, neden insanımıza danışılmıyor? Despotik kral, insanımıza danışmayı bırak; kanun hükmünde kararnameyle, kendi partisinin vekilini bile devreden çıkarıyor...
İktidarın, demokrasi konusunda samimi olmayan tavrını kanıtlayan bir başka örnek de hükümetin icraatlarını, devlet sırrı kapsamına alıp 70 yıl kapalı tutmak istemesidir. Demokrasi gereği, bizim için neyin yararlı ve zararlı olduğunu, bu bilgilere ulaşmadan nasıl bileceğiz? Hurafeci hükümet, ihanetlerini gizleyerek ve toplumumuzun bilgilenmesini önleyerek, suç işlemektedir. Oysa demokraside, şeffaflık ve bilgiye erişim de olmazsa olmazlardandır. Doğru düşünebilmemiz ve uygulamaya dönük yararlı görüşler üretebilmemiz için, tüm olanları (şeffaflık gereği) bilmek zorundayız…
Ülkemizde, iktidarın siyasi icraatları böyleyken; geçmişten gelen ve toplumuzun genel kültür ortalamasıyla ilişkisi olan parti içi demokrasi uygulamaları, muhalefet partilerinde de farklı değil...
Şu bir gerçek ki, kurulu siyasi düzende, belirleyici olan taban değilse; mutlaka bir “tepe” belirleyici grup devreye girer. Yukarıda, bölgemizde gerçekleşen sömürgecilerin kral atamalarını verirken; epey bozulsa da, ülkemizde her şeye rağmen var olan yarım-yamalak demokrasi sayesinde, sömürgeciler tarafından krallar, ülkemizin başına değil, partilerin başına atanıyor. Ülkemizde de var olan bu “tepe” belirleyiciler, genellikle yabancı sermayedarlar ve onların ortaklıkla bağlantılı olduğu içerdeki gündem belirleyen sermayedarlardır. Yerli ve yabancı sermaye, hedef aldıkları toplumları devamlı sömürmek için, kendilerine en çok hizmet edecek kişileri özenle ararlar. Bulunan bu kişilere, dış odaklar talimatlar gönderir ve bu talimatlar parti tüzüğüne konur. Bu şekilde; parti başkanları dışarıdan kararlaştırılır. Partilerin başına, dışarıdan yerleştirilen bu kişiler de, dış odakların memnun kalacağı vekilleri seçimlerde aday olarak gösterir...
Ülkemizin yararına, tüm düşünce hareketlerini yönlendirmek için; bilinçsizce değişime itiraz etmek veya kabul etmek değil; bizzat "değiştiren" olmak gerekir. Bu anlamda, partilerin tabanları edilgenliklerinden derhâl kurtulup bilinçli ve etkili adımlar atmalıdırlar. Bu yönde her siyasi grubun tabanı, tüzüğünü sil baştan gözden geçirmelidir. Sömürgeci denetimden mutlak anlamda kurtulmak için; her zaman, her yerde; her iş, oluş, hareket; tabanı tarafından bilinçle, anlaşarak, uzlaşarak ve seçimle kararlaştırılmalıdır...
Sömürgecilerin dayatmaları değil; tabanın belirleyici olması için bazı örnekler vermek gerekirse:
1- Seçimlerde, parti başkanları vekilleri atamamalı. Böyle olunca, vekil mecliste özgür iradesini ortaya koyamıyor; vekil, iradesi ipotekli devamlı sadık bir köle gibi hareket ediyor… Bunun yerine, örneğin x şehrinin seçimlerde çıkaracağı vekil sayısı 6 olsun. Y partisine, x şehrinde 19 kişi vekillik başvurusunda bulunduğunu varsayalım. Y partisi, x şehrinde 19 milletvekilinin tamamını zorunlu olarak aday göstermelidir. Diyelim ki Y partisi, x şehrinden 3 vekil çıkardı. Y partisi seçmeni tarafından, oy pusulasında en çok işaretlenen 3 vekil, seçimi kazanmalıdır...
2- Seçimler tamamlandıktan sonra; hükümeti kuracak partinin bakanları, genel başkan tarafından değil; isteyen vekil tek bakan adaylığı hakkı olmak üzere; istediği bakanlığa aday olmalı ve vekiller de, adaylar arasından bakanları seçmelidirler...
Çok küçük ve sade örneklerle verdiğimiz bu ve benzeri düzenlemeler yapılırsa; siyaset dışarıdan içeri veya tepeden aşağı değil; içeriden dışarı veya alttan yukarı gerçekleşmiş olur. Ancak bu sayede, özgür iradeli saygın bireyler olup sömürülmeden yaşayan bir toplum haline gelebiliriz. Aksi halde; kuklalardan kurtulamayız...
Deniz KAÇAĞAN