Terör örgütleri açısından Güngören katliamı gibi bir eylemde olayı doğrudan üstlenmenin bir önemi yoktur çünkü bu şiddetin ardında PKK terör örgütü olduğunu gösterir yaygın bir kanı kamuoyunda oluşmuş ve ardında kim olursa olsun bu eylem amacına ulaşmıştır. Masum insanları katlederek toplumda istenilen korku ve panik yaratılmış, toplum gittikçe artan bir hızla kabuğuna çekilerek tepkisiz bir hale getirilmeye çalışılmıştır. Eyleme karşı kamuoyunun tepkisi olayda can verenlerin cenaze namazında atılan sloganlardan öteye geçememiş ve toplum yönetenlerden hesap sorma yetisini yitirme noktasına getirilmiştir.
Böylesi bir durumda bir terör örgütünün ortaya çıkıp bir eylem sonrası olayı üstlenmesi ya da üstlenmemesinin bir anlam olmadığı halde ve oluş şekli açısından PKK terör örgütünün bir eylemi olarak kendini açığa vurduğu halde son resmi beyanatlarda halkı kuşkuya düşürecek nitelikte ifadeler kullanılması ne anlam taşımaktadır?
Bir yandan Alman istihbaratı bu eylem PKK eylemi değil derken öte yandan İçişleri Bakanı Atalayın eylemi gerçekleştiren örgütün adını söylememesi, İstanbul Valisi Gülerin ise propaganda olmaması gerekçesiyle böylesi bir katliamın sorumlusunun PKK terör örgütü olduğunu açıklamamasının altında ne yatmaktadır?
Haklı olarak bizi düşünmeye sevk eden bu sorular cevabını, ABD ve AB ile Türkiyedeki siyasi iradenin PKK terör örgütüne yönelik yeni uygulamaya koydukları stratejik hamlelerde bulacaktır.
PKKYI YOK SAYMAK ÇÖZÜM DEĞİL
Etnik farklıları bir araç olarak kullanan ve masum Türk milletini hedef seçerek şiddete başvuran Türkiyede bir tek bölücü örgütü vardır o da; PKK terör örgütüdür. Bu örgütün terör amaçlı gerçekleştirdiği eylemler yeni değildir; otuz yıldır süregelen mücadelede binlerce vatan evladı şehit düşmüş, binlerce insanımız hayatını kaybetmiştir. Yıllardır terörle iç içe yaşayan bir toplumda sanki adı ve sanını ilk kez duyurmak için eyleme kalkışmış bir örgütün silahlı propagandasına engel olmak düşüncesinden yola çıkarak örgüt adının söylenmemesini bir terörle mücadele taktiği olarak düşünmek mantığa aykırıdır.
PKK terör örgütü 1978 yılında kurulmuş olup şiddete yönelik eylemlerini de tam otuz yıldır sürdürmektedir. Geçtiğimiz yıllarda ulusal niteliğini yitirmiş medya başta örgüt başı olmak üzere sözde lider kadronun boy boy resimlerini yayınlayarak çocuklarımızın dahi hafızalarına bu örgütün kanlı eylemlerini bir nakış gibi işlemiştir.
Bununla da yetinmeyen işbirlikçi medya bu terör örgütünün Irak kuzeyindeki yuvalarına ve Lübnan Bekaa vadisindeki eğitim kamplarına dahi giderek sayfa sayfa röportajlar yayınlamış; o dönemde adı sanı bilinmeyen bir örgüt olan PKK, medyanın bu desteğiyle uluslararası bir üne kavuşmuş ve Türkiyede de bu örgütü tanımayan kimse kalmamıştır.
Son hava harekatının hedefi durumunda olan sözde örgüt liderleri Murat Karayılan ve Cemil Bayıkın boy boy resimlerini ekranlara yansıtan ve örgütün yayın organı ROJ TVnin nerdeyse Türkiye şubesi gibi çalışan işbirlikçi medya PKK talimatlarını kamuoyuna açıktan duyurur hale gelmiştir.
Hal böyle iken 18 vatandaşımızın canını kaybettiği ve yüzü aşkın vatandaşımızın da yaralandığı bir eylemin sorumlusu olarak bölücü terör örgütü deyip de PKK dememenin propaganda taktik ve tekniği açısından hiçbir anlamı yoktur. Önemli olan; yönetici zihniyetin var olan bir tehdide karşı ne gibi önlemler aldığı ve Güngören katliamındaki rolünün sorgulanmasıdır. Yoksa halkımız zarar gördükten sonra failin bulunmuş ya da ardındaki örgütün kimliğinin açıklanmış olmasını bir teselli aracı olarak kabul etmek mümkün olabilir mi?
Türkiyede bir PKK gerçeği vardır ve bu örgütü yok saymak yaşanılan gerçeğin varlığını ortadan kaldırmayacağı gibi mantık dışı yaklaşımlarla toplumda yaratılan kuşku da tedirginliği arttıracak ve toplumu içine kapanık tepkisiz bir yapıya dönüştürecektir, terörün ardındaki siyasetin istediği de budur.
ABD ve PKK
ABDnin PKK terör örgütü ile ilişkilerini silahlı siyaset platformuna çeken olay 1991 Körfez harekâtıdır. O tarihten günümüze her gelen siyasi iradenin destek verdiği Çekiç Güç sayesinde PKK terör örgütü hiç umut etmediği bir güce kavuşmuştur. Saddamın silahlarını ele geçirmek ve Irak kuzeyinde kendilerine sağlanan hareket serbestisini avantaja dönüştürmek suretiyle Şırnak ve Cizrede halkı devlete karşı isyana zorlayabilecek ve güçlü jandarma karakollarına imha amaçlı saldırılar düzenleyebilecek bir potansiyele kavuşmuştur. 92 Eylülünde Şemdinli- Derecik Komando taburuna 600 kişilik bir terörist gurubuyla yapılan saldırı bu tespiti doğrulayan örneklerden yalnızca bir tanesidir. Bu dönemde ABD, PKK terör örgütüne karşı bir tavır almadığı gibi aksine güçlenmesi için her türlü olanağı sağlamıştır.
PKK terör örgütü üzerinden oynadığı stratejik hamlelerle Kürt sorununu yaratan ABDnin 2003 Irak savaşından sonra artık silahlı siyasete ihtiyacı kalmamıştır. Çünkü bu sorunu siyasi platformda geliştirecek bir Barzani liderliğini yaratmıştır. PKK terör örgütünü ise İrana karşı kullanmayı planlamış, Türkiyede ise PKKnın silahlı terörü bırakarak legal siyasi aktörler arasında yer almasını sağlamaya çalışmıştır. İran üzerinde kurguladığı senaryo işlerken Türkiye üzerindeki planları PKKnın radikal sözde lider kadrosunun direnişi nedeniyle sekteye uğramıştır.
Bu dönemde ABD, ayrılıkçı Kürt hareketinin bölünmesine yol açmamak için PKK terör örgütüne doğrudan bir tavır almamış ancak bu örgütü dağılma sürecine taşıyıp Barzaniye yönlendirmeyi amaçlamıştır.
5 Kasım Erdoğan-Bush görüşmesi sonucu PKK Müşterek Düşman, Anlık İstihbarat Paylaşımı söylemiyle başlatılan TSKnin hava harekatıyla PKKlı teröristlerin direnişi büyük ölçüde kırılmış, darbe almış, hırpalanmış ve planlandığı gibi dağılmalar ve kopmalar Barzaniye yönlenmiş ancak yok edilememiştir.
Bu yeni strateji; PKK terör örgütünü adı ve sanıyla ortadan kaldırmak ve ayrılıkçı Kürt hareketini Barzani liderliğinde toplamak amacını gütmektedir. Bu çerçeveden bakıldığında PKK, ABD için müşterek bir düşman değil kılık değiştirerek varlığını sürdürmesi gereken taşeron bir güçtür. ABD yörüngesinde hareket eden siyasi zihniyetin terörle mücadele adına yaptıkları ise PKKyı zayıflatıp Barzaniyi güçlendirmekten başka bir amaca hizmet etmemiştir. Oysaki her ikisi de Türkiyenin üniter yapısına potansiyel tehdit özelliği taşımaktadır.
AB ve PKK
PKK terör örgütünün siyasi cephesi 80li yıllardan bu yana ERNK adıyla Avrupa ülkelerinde faaliyet göstermektedir. AB ülkelerinin sağladığı imtiyazların sonucu olarak bugün ERNK; dernek, büro, vakıf, federasyon, konfederasyon, temsilcilik, yazılı ve görsel medyası ve milyon dolarları aşan yasa dışı gelirleriyle kurumsal bir nitelik kazanmış bulunmaktadır. Siyasi mülteci adı verilen teröristler hükümet sözcüsü Cemil Çiçekin deyimiyle Avrupada cirit atmaktadır. Emekli kuvvet komutanlarını terörist suçlamasıyla tutuklamaya sevk etmek hassasiyetini gösteren cumhuriyet savcıları ile Türkiyenin aydın insanlarına yönelik bir soruşturmaya terörle mücadele başarısı olarak yapışan bir siyasi zihniyet nerdeyse her yerde cirit atan bu teröristlerin ve faaliyetlerinin etkisiz hale getirilmesi için parmağını dahi oynatmamaktadır.
AB, PKKyı terörist örgütler listesine almıştır ancak uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde bu örgütlere karşı alınması gereken tavrı göstermemektedir. Yine hükümet sözcüsü tarafından Avrupada bulunduğu söylenen 116 teröristin bir tanesi dahi yakalanarak Türkiyeye iade edilmemiştir. Örgütün kara parasından bir kuruş dahi BM kararları gereği dondurulmamış, el konulmamış, örgütün para trafiği ortaya çıkarılmamıştır. ABnin bu tutumu ABD stratejisiyle tam olarak örtüşmektedir.
Türkiyedeki siyasi zihniyet de PKK terör örgütüne karşı AB ve ABD siyasetiyle paralel bir rota izlemektedir. Yönetenlerin teröristlere hitaben yaptıkları silah bırakın, şehirlere inin, siyaset yapın çağrılarının açık anlamı AB ve ABD siyasetiyle örtüştüğü için önem kazanmaktadır.
ABD, AB ve bizi yöneten siyasi zihniyetin var olan ama yok sayılan PKKya yönelik geliştirdiği bu strateji karşısında örgüt nasıl bir arayış içerisine girebilecektir?
PKKnın Seçenekleri
Örgütün AB ülkelerindeki siyasi kazanımları ile Irak kuzeyinde sağlanan hareket serbestisi varlığını sürdürebilmek için yeterli değildir. Aldığı darbeler sonucu her geçen gün eylem gücünü kaybeden PKK terör örgütünün varlığını gösterebilmek için fazla seçeneği kalmamıştır; Barzani çatısı altında toplanacak ya da kolay hedeflere yönelmek suretiyle ayrılıkçı Kürt hareketinde söz sahibi taraflardan biri olduğu yolunda ABD, AB ve bizi yöneten siyasi zihniyete güçlü mesajlar vermeyi tercih edecektir.
Birinci seçenek zayıftır çünkü yakın tarihe kanlı eylemleriyle geçen bir örgütün bir siyasi hedefe yönelik olarak başlattığı hareketten bir anda vazgeçerek oyun sahnesinden ineceğini düşünmek mümkün değildir. Örgütün sözde lider kadrosunun Barzani liderliği altında toplanabileceğini düşünmek de olası değildir her şeyden önce Barzani hakimi olduğu bir yönetimi başkasıyla paylaşmak istemeyecektir.
Bu durumda örgütü yöneten sözde lider kadronun iki seçeneği kalmaktadır; ya teslim olup cezaevine girecek ve ömür boyu orada kalarak gerçekten yok olacak ya da eylemlerini sürdürüp halkı devlete karşı silahlı isyana sürüklemek suretiyle ayrılıkçı hareketteki önderlik durumunu korumaya çalışacaktır. Teslim olup ömür boyu hapse mahkum olmayı göze almaları seçeneği karşısında, eylemlerini sürdürüp varlığını korumaya çalışmak seçeneği daha güçlü olarak karşımıza çıkmaktadır.
Peki, bu durumda örgütün hedefinde kim ve ne olacaktır?
PKKnın Eylem Hedefleri
Örgütün son dönemde gerçekleştirdiği eylemlere bakıldığında; kırsalda varlığını göstermek ama askeri birliklere doğrudan eyleme geçmemek, gece karanlığından faydalanarak gizlenmesi kolay bulunması zor şehir merkezlerinde polis noktalarına kısa süreli saldırıda bulunup kaçmak, askeri birliklere uzaktan taciz ateşi açmak suretiyle sesini duyurmak gibi aktif savunmaya yönelik eylemleri seçtiği görülmektedir. Bununla birlikte son dönemin eylemlerinde teröristler istedikleri sonuca ulaşamamış, çoğu sonuçsuz kalmış, kırsalda yeri tespit edilen teröristler ise yok olmaktan kurtulamamıştır.
Bu olumsuzluk örgütü ses getirici, riski az ve kolay hedef durumundaki masum halka yönelmiştir. 6 Ağustosta bir polisin şehit olması ve üç polisin yaralanmasıyla sonuçlanan Malazgirt Emniyet Müdürlüğüne yönelik tek atışlı roket saldırısıyla da bundan böyle kalabalık yerleşim birimlerinde görevli milislerini doğrudan eylem için kullanacağının sinyallerini vermiştir. Geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen Karacaahmetteki havan atışlarını bu çerçevede okumak gerekmektedir.
Dolayısıyla örgütün önümüzdeki sonbahara kadar olan dönemde, benzer eylemlerle savunmasız masum halka yönelebileceğini ve milis güçleriyle şehir merkezlerinde zayıf polis ve asker noktalarına karşı eylem yapabileceğini varsaymak doğru bir yaklaşım olacaktır.
MASUM HALKI HEDEF YAPAN KİM?
Bu tablo içerisinde örgütün olası eylem hedeflerine bakıldığında ilk hedefin Türk Ordusu olacağından şüphe yok. Ancak böylesi bir hedef seçimi örgütü ortadan kaldıracak kadar büyük riskler taşıdığından gerçekleşme olasılığı çok düşüktür.
Bu durumda örgütün önümüzdeki dönemde varlığını koruyabilmek için hem ses getirici hem de yandaşlarına umut verici hem de kolay gerçekleştirilebilir riski az hedeflere yöneleceğini söylemek gerçekçi bir yaklaşım olacaktır. Bu özellikleri taşıyan olası hedef sıralamasında ise savunmasız masum halkın birinci sırayı, şehir merkezlerindeki asker ve polis noktalarının ikinci sırayı alacağını söylemek bir kehanet olmayacaktır.
Bu durumda, görevi terörle mücadele etmek olan polis ve askerin olası eylemlere karşı kendilerini koruyabilecek savunma mekanizmalarına karşın terörle mücadele etmeyen bir siyasi zihniyetin eline düşmüş ve savunma refleksine sahip olmayan Türk milleti kendini nasıl koruyacaktır? Teröristle mücadele alanı kırsala yoğunlaşmış olan bir Türk Ordusu; sahip olduğu imkan ve kabiliyetleri hala ne tür bir terör örgütü olduğu dahi bilinmeyen hayali bir oluşuma karşı seferber etmiş ve Güngören katliamını dahi önleyememiş bir polis gücü, çoğunluğu şehir merkezlerinde yaşayan Türk milletini terör hedefi olmaktan nasıl kurtaracaktır?
Terörle mücadele bir bütündür ve bir siyasi sorumluluktur. Dağdaki teröristle mücadele bir bütünlük oluşturan bu mücadele stratejisinin küçük bir parçasıdır, tek başına çözüm değildir çare de değildir. Her şeyden önce terörün ardındaki ABD ve ABden gelen dış desteklerin ve finansmanın kesilmesi şarttır ve bu siyasete düşen bir sorumluluktur. Dağda süren askeri operasyonların başarıya ulaşabilmesi için dağa çıkış sürecinin durdurulması, Doğuda sosyal hukuk nizamının tesis edilmesi şarttır ve bu da; siyasete düşen bir sorumluluktur.
Son altı yıldır ülke yönetiminde söz sahibi olan siyasi zihniyet teröre karşı proaktif politika izlememekle Türk Ordusu ve Türk milletini bir yandan terörün açık hedefi haline getirirken öte yandan Barzaniyi desteklemek suretiyle üniter yapımızı yakın ve ağır bir risk altına koyarak çocuklarımızın geleceğini de tehlikeye düşürmüştür.
Türk milleti siyasetin bu tutumu yüzünden bir yandan evlatlarını sınır boylarında şehit verirken öte yandan şehit merkezlerinde örgütün eylem hedefi olarak can güvenliğinden kuşku duyar hale gelmiştir. Bunun böyle devam edebileceğini düşünmek artık mümkün değil. Şimdi karar Türk milletinindir; ya varlığını tehlikeye düşüren bu siyasi zihniyete dur diyerek demokratik yoldan bu siyaseti değiştirecek ya da her an tehlike altında olduğunu düşünmenin endişesiyle tepkisiz bir topluluk olarak yokluk ve yoksulluk içinde yaşamaya devam edecektir.
İçişleri Bakanının Güngören katliamının sorumlusu olarak PKK terör örgütünü göstermemesi, İstanbul Valisinin eylemi yapan PKKdır dememesi, Alman istihbaratının eylemin ardında PKK olmayabilir şeklindeki açıklamaları hep bu stratejinin bir parçasıdır ve amacı; PKK bu eylemi yapabilecek kadar güçlü bir örgüt değildir, mesajını kamuoyuna ileterek PKKnın Avrupa ve Türk kamuoyundaki baskısını kırmaya yöneliktir. Ne acıdır ki yetkililer bu eylemin ardında bu terör örgütünün olduğu bilmekte ama neden mücadele edilmiyor, sorusunun ortaya çıkmaması için adını dahi telaffuzdan kaçınmaktadır.
Erdal SARIZEYBEK - İÇ GÜVENLİK VE TERÖR
