
Son günlerdeki uğraşım, çok eskiden okuduğum kitapları – gezi, öykü, tarih kitaplarını - yeniden okumak. Bir de ta 1960’lardan günümüze kadar gelen yüzlerce ders kitabını yeniden, bugünkü aklımla okuyorum. Bunların her bir ayrıntısını, sözünü, resmini uzun uzun inceleyip, üzerinde düşünüyorum…
Bu kitapların çoğunu kütüphanelerdeki eski kitap satışlarından almıştım. Kendi eski ders kitaplarım, çalışırken, bakanlığın yurtdışında çalışan öğretmenlere gönderdikleri kitaplar, çocuklarımın kitapları, yurtdışında Türk çocukları için özel bastırılan kitaplar…
Bugünlere nasıl geldiğimizin ipuçları var onlarda. Yaşarken kaçırmışız…
Daha kitap, kapak resmiyle ele veriyor kendini. Bunu yazanın, yayınlayanın, ihanet batağında debelendiğini, ülkesine kurşun sıkan hainlerden bir farkı olmadığını görüveriyorsunuz. Bir gerçek daha ortaya çıkıyor bu kitaplarla: Bizde ders kitapları altmışlı yıllardan beri zaten parasız dağıtılırmış. Şimdiki açıkgözlerin bir yalanı daha yüzümüze sırıtıyor… Çoğu kitabın arkasında “parasızdır” yazıyor.
Çocuklar için yazılmış bir tatil kitabı elimde son günlerde. Bir, dizi kitap, tüm bölgelerimizi çocuklarıyla gezen bir babanın çocuklarına anlattıkları. Arada anne de bir şeyler diyecek oluyor ama, o kadın(!), cahil, asıl bilgili baba. Anne, babanıza sorun diyor, babanız anlatsın diyor, sık sık…
“Tatilde Adım Adım Anadolu” kitabı. Yazan Ali Rıza Alp. İkinci kitabı bu elimdeki. Hepsi beş mi yedi mi kesin bilmiyorum. Üçü bende var.
Kitap 1985 basımı. Hadi daha önceden yazılsa, 80’li yılları anlatan bir kitap. Özallı yıllar. Bozulmanın gözle görülür olduğu yıllar…
Burada, her yörenin, her kentin mutlaka eski adı anılıyor. Eski adı şuydu… Muğla’nın eski adı… İsparta’nın eski adı… yok oranın eski tanrısı, falan tanrıçası… Ortalık soslu, poslu adlardan geçilmiyor. Yunan bizden nasıl söz ediyor kitaplarında bir söyleselerdi ya bize? Belki bu kadar aptal olmazdık eğer hain değilsek… Tarih haritaları eski dönemlerden olduğu gibi kalmış onlarda. Anadolu onların gösteriliyor. Sınıflarında onlarca Anadolu haritası, hepsi, her yer onların gösterilmiş. Türkçe tek ad yazmamışlar. Sanki biz yokmuşuz, buralar en az yedi bin yıllık Türk vatanı değilmiş gibi anlatıyorlar çocuklarına, açın bakın görün onların kitaplarını… İşin tuhafı aynısını da biz yapmışız çocuklarımıza. Onların ağzıyla konuşmuşuz… İlkokul çocuğuna memleketi böyle mi anlatılır? Yabancı birinin diliyle…
Sonra el oğlu, gelir gezerken oraları, kendine hizmet eden, yediren içiren, denizine sokan, tatil yaptıran yaş yaşamış Türk kadınlarına, “Aslında buralar bizimdi, siz sonradan geldiniz.” der. “Elimizden aldınız!” der. Bunu o yörelerin kadınlarından işittim.
Ne eski ad meraklısıymışız biz… Dünyada tek olmalıyız bu kafada. Kendi yurdunu başkalarınınmış gibi anma, gösterme, kendini konuk kabul etme…
Dilini bırakıp el diliyle ad verme ; el diliyle konuşmayı, dilimizde olmayan harfleri dilimizde kullanmayı yazmayı bir matah sanma!
Bu hastalık şimdi meyvelerini ne de güzel veriyor!
Burada söz edeceğim yer, Aydın. Kitapta Söke’ye giriş anlatılırken denilenler.
Çocuk şaşırmış soruyor:
“Bu yörede ne kadar çok turist arabası var?”
Baba: “ Turizme açık bir bölgede ilerliyoruz. Turistler yörede çoğunlukla aradığını buluyor."
Çocuk, adı Zafer, yeniden soruyor:
“ Turist neler arar?”
Burada kız kardeşi (ablası) Fatoş soruyu yanıtlıyor:
“ Turist tarihi eser ister, kirlenmemiş deniz ister, bol yeşillik ister. Temiz bir yatacak yer, ucuz ve bol yiyecek ve eğlence ister.”
Baba kızının eksiğini tamamlıyor:
“ Kuzeyli turistler bir şey daha isterler ki ülkelerinde en çok onun hasretini çekerler.”
Kitaptan olduğu gibi alıyorum, buraya dikkat ediniz:
-O da dedi. Akdeniz de var. Akdenizin de en güzel ve temiz yerleri bu sahillerdir.
Zafer: - Bilmece gibi konuşuyoruz. Ne imiş memleketlerinde bulamadıkları şey.
Baba:- Kuzey ülkelerinde ne yoksa, kuzeyli turistler işte onu arıyorlar.”
Tartışma böyle uzar. Baba sonunda açıklar:
“- Güneş! Güneş… Pussuz, sissiz bir gökyüzü. İşte kuzey ülkelerinde güneş yok! Yakıcı ve parlak güneşi ülkelerine götürmenin olasılığı da yok. Güneş götürülemediği için, onlar güneşin parladığı ülkelere koşuşurlar.”
O zamanlar turist ( gezgin) gezmeye gelirmiş. Güneş götürülemediği için güneşin parladığı ülkelere koşarlarmış…”
Kitapta yazanlar böyle.
Şimdi? Bu kuzeyli dedikleri, Avrupalı gezginler, buralara gezmek için gelmiyorlar. Ülkeyi satın alıyorlar. Yerleşiyorlar. “Benim”, diyorlar.
“ Hepsi benim!”
Yabancılara toprak satışlarını engelleyen, köyü, beldeyi koruyan, kırsal alanlarımızı, dağlarımızı, ormanlarımızı koruyan Cumhuriyet yasaları bir bir indirildi, yıkıldı.

“Ruslar Antalya’nın doğusunu, İngilizler batısını seçti.” Buralara onbinlercesi yerleşiyor. En çok şuralardan geliyorlar: “ İngiltere, Rusya, Almanya, Hollanda, Belçika, Norveç, Lüksemburg, Fransa, Avusturya, İsviçre, İsveç…”
Ne kadar Ermenistan,Yunanistan vatandaşı nerelerden ne aldı, bilmek isteyen var mı? Bunu dert eden var mı?
Diğer yanda, bizi yönetenler bize kalan yerleri(?) bile bize ait saymıyorlar, şunu dayatıyorlar, onların aklınca şöyle demeliyiz:

Görmediniz mi ibretlik resmi? Devletten maaş alan, devletin meclisinde seçilmiş vekil gibi çıkıp yemin eden, daha geçen gün Sinop’ta oyun sergilemeye kalkışan vatan millet düşmanları canibaşının resmi altında buluşmuşlar.
Bizden istenilen ne?
“Canilere, sözde vekil adında ne oldukları belirsiz bir takım kadın erkek gönderecekler; bu cani sevicilerin, devletimizle denk gördürülen bu örgütlü katillerin, katilbaşının resmi altında, asılı çaputlar önünde oturmalarını bile övünçle izleyeceğiz… Bu işlenen suç, suç sayılmayacak. Meclis ayağa kalkmayacak… Savcılar harekete geçmeyecek.Tam tersine, teröriste terörist denmesi yasaklanmış basın yayında, öyle deniyor, “Katibaşı”na bebek katili, cani demek suçmuş bundan böyle…”
Ha, unutmayın gâvura gâvur(Hıristiyan) demek de yasak!.. Halk kendi arasında yabancı dillere “gâvurca” da diyemez bundan böyle…
Turist( gezgin) ne isterdi? Fatoş babasına demişti: “Tarihi eser ister.” Gelen yabancı ne diyor: “Buralar bizim. Bizim tarihimize ait bu eserler, siz de diyorsunuz, hepsi zaten bizim. “
Eğlence derseniz, ülkesi bu durumdayken gece gündüz göbek attırılan, tıngırtı duysa göbek kıvırtan başka bir ülke insanı biliyor musunuz? Bu duruma getirildik, eğlence baygını. Televizyon dizisi baygını… “Evlendir beni”, “Eşim bilir” baygını… Gelen yabancı daha ne ister? Bu derece aklı karışık bir toplumda, ne kendisini farkeden, ne ne yaptığını gören, anlayan, ne de bu durumdan rahatsız olan olur…
Kim kime dum duma… Aynen öyle…
Güneş kaldı en sona. Onu bulmanın yolu yerleşmeden geçiyor. Sanki Türkiye’nin başka bir Akdenizi, Akdeniz bölgesi varmış gibi, buraları karşılıksız yabancıya peşkeş çekmişiz… Biz büyük kentlerde göğe direk uyduruk apartmanlarda, varoşlardaki biçimsiz beton yapılarda tıkışmış kalmış, üst üste yığılmışız. Eloğlu yeşillikler içinde, bağda dağda yurdumuzun keyfini sürüyor… Dağı yıkıyor, tepeyi dümdüz ediyor, karışanı yok. Memleketimin kayasını parçalıyor, ağacını kesiyor, denizde kıyıya tabela bile asıyor: “Çıkmak yasak!” Vatanında işgal toprakları nasıl olurmuş görüyorsun. Yöre halkı hizmetlerini görüyor, bunların paralarına muhtaç boyunları bükük yaşıyor. Sonra, biz, değil toprak satın almak, onların memleketlerinde, vizesiz bir adım bile atamayız, onlar ise bizim ciğerimize kadar neyimiz varsa alır…
*
Hafta pazarlarını bilirsiniz. Köylü ürettiğini, yetiştirdiğini, topladığını burada satar.

Kendi memleketinde İngilizce konuşanlar arasında kalırsın. Burası neresi diye kafanız karışır, sorarsınız: “Kim bunlar? Ben nerdeyim?”
Öyle gemileriyle, otobüsleriyle gelip gezip gidenlerden değil bu anlattıklarım. Yerleşikler… Güneşi götüremiyenler…
Güneşli sıcacık bir Ekim gününde pazardayız. Kara mersin arıyoruz. Yaban mersini. Beyazı aşılı bir yemiş. Her yerde bulunuyor. Bu yabanda yetişir. Gider toplarsın. Kaş pazarında bir adam, bu yemişi devamlı getirir, arayın bulun dediler.
Yanımda oralı bir arkadaşım var. Pazarda herkes onun tanıdığı. Her üç adımda yolumuz kesiliyor, arkadaşım biriyle kucaklaşıyor, biriyle konuşuyor.
Neyse sora sora mersinciyi bulduk. Tam yanına gittik, arkadaşımın yine yolu kesildi, rastladığı eski arkadaşıyla hoşbeşe tutuldu.
Mersini bir genç adam satıyor. Kavruk bir köylü. Tezgahında başka meyveler de var. Ceviz, üzüm, elma, armut…
Yerde bir küçük çuvalda mersin. Çuvalın üçte biri dolu. Mersin var mı diye soruyorum, var diyor. Benim önümde bir yabancı kadın. Kısa sarı boyalı saçlı, yaşı epey geçkince, tombalak bir kadın. Yanında gençten biri var, Türk, afili giyinmiş, kuşanmış, oğlu yaşında. Bu genç adam kadına yardım ediyor. Mersin soruyor. Adam ona da, mersin var, ne kadar istersin diyor. Çuvalcığı kaldırıp tartıyor, hepsi dört kilo, ne kadar istersiniz, paylaştırayım, diyor. Bu arada bir şehirli kadın daha var sırada. Mersin almaya gelmiş. Geçen hafta söz verdiydin getirecektin, diyor adama. Satıcı bu hafta az toplayabildim, siz çok istiyorsunuz, size haftaya vereyim diyor ona. O kadın dönüp gidiyor. Şimdi, benimle yabancı kadına bölüştürecek elindeki meyveyi.
Yabancı kadının yanındaki adam devamlı beni tersliyor, bekleyin deyip duruyor. “Önce bu hanım alacak.” Yabancı kadın çat pat Türkçesiyle, satıcıya çuvalı gösteriyor: “ Hepsi benim!” diyor, bana kıçını dönerek.
Olamaz, afallıyorum. Ne demek hepsi benim? Satıcıya durumu yeniden anlatıyorum, sırf bu meyve için uzaktan geldim, haftaya gelemem, en azından yarım kilo, bir kilosunu bana verin, diyorum.
Çocukluğumdan beri özlemini çektiğim, uzun yıllardan sonra yeniden beni çocukluğuma getirecek bir tat bu. Oradan meyve değil, ben çocukluğumu alacağım aslında.

Satıcı tamam diyor , bir kısmını bana verecek, yabancı kadın, çuvala atılıyor: “Hepsi benim.”
Etrafımıza toplanıyorlar. Anlaşın. Birazı sana, kalanı sana. Kadın yineliyor: “Hepsi benim!”
Kendime söz geçiremiyorum, çuvalda yaban mersini yok, sanki ülkemin toprakları var. Havası var. Suyu var. Atalarımın kökleri, geçmişim, geleceğim var:
“Hayır bir kısmını ben alacağım!”
Kadın beni ittiriyor: “Hepsi benim!”
Artık ben, ben değilim. Uzun gurbet yıllarının acısı, oralarda horlanma, iteklenme, küçümsenme yüze çıkmış… İçimdeki ben bağırıyor:
“Şuna bak! Dağdan gelmiş, bağdakini kovuyor! Burası benim memleketim! Burası benim memleketim!”
Kadınla adam biraz uzaklaşıyorlar, sonra adam küfür ederek üzerime geliyor:
“Kimmiş dağdan gelen? O buranın vatandaşı oldu. Nikahımız var. Bak nüfusuna! Sen kimsin? Dağdan gelen sensin!”
Bu arada gürültü patırtıya arkadaşım yanıma koşuyor: “Ne oldu?” “ Sapsarısın, herkes buraya toplanmış, nen var?”
İçimdeki ses çılgın gibi bağırıyor:
“Burası benim memleketim! Burası benim memleketim!”
Kulaklarımda hep kırık bir Türkçeyle söylenen o ruhsuz, duygusuz, bencil ses:
“Hepsi benim!”
*
Bir gün, bize bunu hep birlikte söyleyecekler. Hepsi bizim diyecekler, böyle giderse, biz kendimize gelemezsek!
Güneşi getiremeyecekleri için değil, buraları eskiden beri kendilerinin bildikleri için buradalar. Gezip görüp gitmiyorlar. Buraya yerleşiyorlar. Dünyanın en güzel yeri burası… Başka bir yerde benzeri, eşi yok… Bunların da paraları çok… Daha çok yerleşecekler…
Bölücülerle birlikte, atbaşı gidiyor bu yabancı yayılmacılığı. Sezdirmeden sızıyor, ilerliyor, bir arada yerleşim yerleri oluşturuyorlar…
Bencillikleriyle, yayılmacı genleriyle, hepsi benim anlayışıyla geliyorlar…
Cumhuriyet yıkıcıları bunlarla kolkola. İki değil üç koldan geliyorlar üstümüze. Bölücülerin PKK’lı vekili ne demişti, “Bana Türk ulusuyla, Kürt millîyetini bir gösteremezsiniz!” diyen kadın milletvekilimiz Birgül Ayman’a :
“Siz uzaklardan geldiniz, burası bizim!”
Ne zaman ayınacağız?
Feza TİRYAKİ, 8 Mart 2013