
Kulaklarıma inanamadım, karşımda devrimci gençlik döneminden bir parti lideri konuşuyor sanki! Ahalisine, devrimci dönemin pek gözde söylemlerinden biri olan “proleterleşme” öğütlerinde bulunuyor:
- Malın mülkün ne önemi var!
Emekleriyle kazandıklarını sanıyorlar edindikleri mal ve mülkü!
Bilmiyorlar ki onlar kendilerine Allah’ın lütfudur!
Hele bazıları “kızıma da oğluma da karıma da birer daire alayım” diyor!
Bunlar Fethullah Hoca’dan cemaat üyelerine nağmelerden seçmeler! Böylece bildik bir sırrı, bizzat dinleyerek çözüyorum yeniden!
Mürit ne, inanmışlık ne, biat ne… Okullar, bankalar, gazeteler, televizyonlar...
Paraların nasıl cemaat hedeflerine akıtıldığını görüyorsunuz.
Karşımda, insanların varını yoğunu seferber ettiği, bir “cennet-cehennem”, “tanrı” elçisi var! Diyor ki ayrıca, açık ve net: “Ne kadar yüksek hedefiniz varsa, ona ulaşmak için çektiğiniz eziyet de o kadar büyük olur!”
Hoca’nın hedefleri Kaf Dağı, tanrı katı gibi ulaşılmaz olunca, tabii ki cemaatine seslenişi de o derece ağır, amansız, kıskıvrak, yüksek perdeden oluyor!..
Hoca, iktidar işinin büyük paralarla kotarılabileceğini biliyor. Bu paralar kaçak vermeden hedeflere akıtılmalı! Bu din ve tanrı buyruğu olarak müritlerinin kafalarına çakılmalı durmadan!
Cemaat zenginleri arasında kaçamak yapanlar var! “Kızımın, oğlumun, karımın geleceği için” diyen ve onlara da birer kat – ev edinmeye kalkanlar!
Hoca, devreye giriyor!!!
***
Devrimciler arasında mal mülk edinme ve para kazanma (fazlası) ayıplanırdı!
Bunlar “küçük burjuva eğilimler” olarak görülürdü!
Almanya’da okurken üniversiteden aldığım bursun bir kısmını “devrimci örgüte” verirdim! Sonra parasız kalınca üniversiteye gelen kısa süreli öğrenci iş tekliflerine bakar, yardımcı eleman olarak saat ücretiyle çalışmaya giderdik! İnşaat işiymiş, Coca Cola dağıtımı veya ev taşımaymış, hiç fark etmezdi!
Hiçbir “burjuva eğilime” kapılmamalıydık! İşçi gibi, köylü gibi yaşamalıydık! Kütüphanelerimizi bile bağışladık! Herkesin evde kütüphane kurması gereksizdi ve masraftı!
Ancak toplum için, halk için bunu yapardık. Ortada ne cehennem ne cennet korkusu, ne tanrı ne din emri vardı!
Pek çoğumuz yoksulduk, zengin çocukları da vardı aramızda… Onların pek çoğu tez elden “asıllarına” dönmüştü! Ve bugün, vaktiyle mücadele ettikleri düzen ve kişilerin gardiyanlığını yapmaya vardırdılar işi…
Acı olan: Kendilerinin efendileri bile olamadılar!
***
Hoca efendiyi dinliyorum. Çok inandırıcı bir üslupla, başında beyaz takkesi, el kol hareketleriyle vaaz ediyor, müritlerine kurdurduğu televizyonda.
“O mal mülk sizin değil. Onları emeğinizle kazandığınızı sanmayın, tanrının lütfudur onlar sizlere… Tabii ki tanrı yolunda harcayacaksınız…
“Mürid”ler birer köle düzeyinde, ne kimsenin yaratıcılığı var ne yeteneği ne alın teri ve emeği… Sahip olduklarının hepsi kendilerine tanrı tarafından verildi! Ve karşılıklarını da Hoca efendiye verecekler. Hoca’nın iktidar hedefleri için. Tanrı ile Hoca efendi arasında, böylece pratik bir yol kurulmuş!
Bu dünya yok, kazancın senin değil, dünya zevklerine kapılmak yok, burada geçiciyiz, hepiniz öbür dünyaya hazırlanın… Cenneti düşünün.. Cehennemden korkun!
Hiçbirinin aklına, Hoca efendi acaba neden bu dünyaya doğduk, diye sormak geliyor mu? Ama yanıt hazırdır: Burada test ediliyoruz! Neye layıksak, oraya gitmek için doğduk!!!
Peki madem burada test ediliyoruz ve geçiciyiz: Nedir sende bu iktidar hırsı, egemenlik hırsı, insanları gütme hırsı, bütün insanları kendi iktidarın için sıradan kalabalıklar haline dönüştürme çaban! Nedir bu para ve güç imparatorluğun! Tanrı ile cemaat arasında bu kestirme köprünün, tanrısal belgesi, kaydı kuydu var mı!
***
Cemaatin baş gazetesi Zaman’ın evlere dağıtılan “tiraj” rakamlarını inceliyorum geriye doğru, 600’lere doğru inmeye başlıyor bazen.
O zaman anlıyorum ki, hımmmmmm, cemaatte kaçak var! Müridlerden bazıları, gazete dağıtımından kaytarıyor, karısına çocuğuna malk mülk derdine düşüyor.. Veya biraz da dünya zevklerine vuruyor kendini!
Hoca efendi de ekrana çıkıyor tam zamanında, “bana bak ey fani, o paralar babanın değil!..”
Ve Zaman’ın tirajı yine 800’lere tırmanıyor!
Başka neler oluyor, kapalı kutunun içine bakma olanağımız yok ki bilelim! Zaman’a bakıyoruz; bize yetiyor!
obursali@cumhuriyet.com.tr
Orhan BURSALI, Cumhuriyet, 13 Aralık 2009