I. Ali Kemal Ödülleri

I. Ali Kemal Ödülleri

Çandarlı Alicengiz
5
19%
ALTAN Brothers
18
67%
Jasmin Chong-R
2
7%
Bayramın oğlu Ali
1
4%
Ay-şenaat Hür
1
4%
 
Toplam Oy : 27

I. Ali Kemal Ödülleri

İletigönderen Ram » Pzt Şub 02, 2009 1:03

Altemur KILIÇ'dan fikri, Türk Kahvesi'nden ilhâmı aldık. Siz üyelerimiz, Ali Kemal ödüllerini sahiplerine buradan ulaştıracaksınız.

Not: Aday çoktur, bir dahaki ankete, ankete giremeyenler de dâhil edilecektir.

Resim
Mevzuubahs olan; millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız¿? meselesi değildir. Mesele, zaten emrivâki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehâl, olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usûlü dairesinde ifade olunacaktır.

Fakat ihtimâl, bazı kafalar kesilecektir!
Kullanıcı küçük betizi
Ram
Zûlme Karşı İsyan!
 
İletiler: 8167
Kayıt: Sal Şub 20, 2007 1:06
Konum: Aç haritaya bak!

İletigönderen receylan » Pzt Şub 02, 2009 1:36

merhaba...yıllar önce kuvay-ı medya dergisinde ali kemal ödülleri dağıtırdık...ama dağıt dağıt bitmiyor bu meretler...hatta taha kıvanç (fehmi koru)ın ağğabeyi(!) baha kıvanç her hafta şaplağı indirirdi bunların enselerine ama...son zamanlarda iyice boş buldular meydanı...haydi hayırlısı...
Kullanıcı küçük betizi
receylan
Üye
Üye
 
İletiler: 398
Kayıt: Çrş Eyl 26, 2007 5:15

İletigönderen kaye » Pzt Şub 02, 2009 1:37

Gör şeytanın gör dediğini!!!
Kullanıcı küçük betizi
kaye
Üye
Üye
 
İletiler: 1036
Kayıt: Pzr Oca 06, 2008 0:57

İletigönderen Türk-Kan » Pzt Şub 02, 2009 1:40

Bu seferlik Candarli, AP'de güven tazeledi ödül icin.
Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir.

Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Kullanıcı küçük betizi
Türk-Kan
Kuvva-i Milliye
 
İletiler: 6735
Kayıt: Pzt Şub 19, 2007 20:56

İletigönderen kaye » Pzt Şub 02, 2009 2:01

AL(da)TAN biraderler kazanırlarsa, ödülü ortadan mı bölecekler acaba!!
Kullanıcı küçük betizi
kaye
Üye
Üye
 
İletiler: 1036
Kayıt: Pzr Oca 06, 2008 0:57

İletigönderen Ram » Pzt Şub 02, 2009 2:23

kaye, sırt sırta verip paylaşırlar. :)

Benim favorim Çandarlı Alicengiz, fakat oyum son aylarda âdeta bu ödül için çırpınan Ay-şenaat Hür'e dir.
Mevzuubahs olan; millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız¿? meselesi değildir. Mesele, zaten emrivâki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehâl, olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usûlü dairesinde ifade olunacaktır.

Fakat ihtimâl, bazı kafalar kesilecektir!
Kullanıcı küçük betizi
Ram
Zûlme Karşı İsyan!
 
İletiler: 8167
Kayıt: Sal Şub 20, 2007 1:06
Konum: Aç haritaya bak!

İletigönderen İlteriş » Pzt Şub 02, 2009 2:37

Ay senaat Hur kimdir dostlar? Beni favorim de Candarli, yahu adamin her yazisi bastan asagi ihanet ve kepazelik. Bence bunca cabanin sonunda bu odulu hakediyor.
"Temel ilke, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam istiklâle sahip olmakla gerçekleştirilebilir"

Mustafa Kemal Ataturk
Kullanıcı küçük betizi
İlteriş
Üye
Üye
 
İletiler: 1197
Kayıt: Cmt Eki 20, 2007 23:05

İletigönderen bezgin » Pzt Şub 02, 2009 2:53

Siayey muhbiri, pardon muhabiri Jasemine Johngaur. :kikirik: :kikirik:
İşgâlciler ölmeli! :turkiye:

"Bir ülkenin nüfusunun yarıya yakın bölümünün bir bölgede, dörtte birinin bir şehirde yaşaması, başlı başına tezgahtır."
Kullanıcı küçük betizi
bezgin
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 1394
Kayıt: Prş Eki 30, 2008 1:35

İletigönderen kaye » Pzt Şub 02, 2009 2:54

gokturkmehmet yazdı:Ay senaat Hur kimdir dostlar?

Dur ben yardımcı olayım :)




“Atatürk Dersim’i vuracağız dedi, vurduk”

Bu hafta, daha önce sözünü ettiğim gibi, 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın kızı Sayın Dr. Nilüfer Bayar Gürsoy’un, 3 Ağustos 2008 tarihinde bu sütunlarda yayınlanan ‘Kürtleri imha etmek fikri kime aitti?’ başlıklı yazıma yaptığı itirazları ve benim bunlara verdiğim cevaplarımı okuyacaksınız. Mektubun ilk bölümleri Celal Bayar’ın Doğu (veya Kürt, veya Dersim) politikasına ilişkin. Geçen haftaki ‘1937-1938’de Dersim’de neler oldu?’başlıklı yazımda bu politikalar hakkında epey bilgi verdiğim için, bu yazıda, sadece eksik kalan yerleri tamamlamakla yetineceğim.

SON KEZ . Celal Bayar’ın örgütleyicilerinden olduğu 1913’te başlayan Ege’deki ‘Rum kaçırtması’na ilişkin itirazlara cevaplarımı ise biraz daha geniş tutacağım. Böylece Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün tartışmaya açtığı mübadelenin arka planı biraz daha aydınlanacak. Her iddiaya ilişkin cevabımı Sayın Gürsoy’un mektubundaki ilgili paragrafların altında görebilirsiniz. Ancak, Sayın Gürsoy bu yazıma da, şimdi yaptığı gibi, babasının kitapları dışında bir kaynak göstermeden itiraz ederse, bir daha mektubunu yayınlamayı düşünmüyorum. Çünkü bu yolla bir yere varamayacağımız gibi, uzayan bu tartışmanın, siz okuyucuların değişik konularla buluşma hakkını ihlal ettiği kanısındayım.

* * *

NİLÜFER GÜRSOY’un itirazı: 3 Ağustos 2008 tarihli gazetenizde çıkan Ayşe Hür’ün “Kürtleri imha etmek fikri kime aitti?” başlıklı yazısı, daha önce yazmış olduğu 13 Temmuz 2008 tarihindeki “Kımıl olayından 49’lar davasına” başlıklı yazısına vermiş olduğum cevaba cevap teşkil ediyor. Bu yazısında da bazı tarihi olaylarla ilgili yanıltmalar ve gerçekle bağdaşmayan yorumlar var. Bunların gazetenizde düzeltilmesi için yazmak gereğini duydum. Bu yazıma da yer vermenizi ve yanlışların düzeltilmesini isteyeceğim.

Değineceklerime yazı başlığı “Kürtleri imha etmek fikri kime aitti?” sözünden başlayacağım. Konu, bir kısım Kürtleri asmak iken ve cezalandırılacakların sayısı kaynaklara göre bin ile beş bin veya iki bin beş yüz arasında değişirken; iki makale arasında ne oldu da bu tartışmadan ileriye gitmeyen sözde kalmış bir iddia “Kürtleri imha etmek...” şeklini aldı, tırmandırıldı, soykırıma dönüştürülmeğe çalışıldı?

AYŞE HÜR’ün cevabı: ‘Kürtleri imha etmek’ ifadesini Sayın Gürsoy’un ‘Kımıl Olayı’ndan 49’lar Davası’na adlı yazıma gönderdiği tekzip mektubundan ödünç aldım. Sayın Gürsoy, ‘bin ile iki bin beş yüz kadar Kürt’ün asılması’ fikrinin Celal Bayar’dan değil de Cemal Gürsel’den çıktığını ispatlamak için, Ferzende Kaya’nın kitabından şu alıntıyı yapmıştı: “49’lar tutuklanmadan önceki günlerde, Reisicumhur, Başbakan, Dışişleri Bakanı, İçişleri Bakanı ve Genelkurmay Başkanı toplantı halindedirler. Konu, Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel Paşa’nın Doğu ile ilgili raporunun konuşulması. Özet olarak, Kürtler silahlanmışlar; devlete başkaldırabilirler; tedbir olarak beş bin veya iki bin beş yüz kişiyi toparlayıp imha edelim veya kamplarda alıkoyalım, fikri tartışılıyor...” (Ferzende Kaya, Mezopotamya Sürgünü, Anka Yayınları, İstanbul 2003, s. 133). Benim tek yaptığım, koyu renkle gösterdiğim ifadeyi başlığa taşımak oldu.

* * *

NİLÜFER GÜRSOY’un itirazı:Celal Bayar’ın Şark Raporu’na gelince; yazar tekrar tarafsız bir gözle ve dikkatle okuyacak olursa görecektir ki, şiddet değil, Doğu halkını korumaya alan fikir hâkimdir. Genel olarak yöre halkını kalkındırmayı hedeflemiştir:

“Doğu illerinde hâkimiyet ve idare bakımından göze çarpan açık bir hakikat vardır: Şeyh Sait ve Ağrı isyanları’ndan sonra Türklük ve Kürtlük ihtirası, karşılıklı şahlanmıştır. İsyan edenleri cezalandırmak için şiddetin manası, anlaşılır ve yerindedir. İsyandan sonra, fark gözetmeksizin idare etmek de, bundan ayrı ve mutedil bir sistemdir.” (C. Bayar, Şark Raporu, Kaynak Yayınları, s.64).

Yurt içinde herhangi bir çatışma, kaynaşma varsa bunun tedbirini almak ve sükûnu sağlamak devletin görevidir. Nitekim 1937’deki Dersim isyanında Başbakan olarak elbetteki Bayar, sorumluluğu üstlenen kişidir. Ancak “harekâta bizzat katılmıştır” sözü gerçek dışıdır. Katıldığı 23 Ağustos 1938’deki askerî manevradır.

AYŞE HÜR’ün cevabı:O günün gazetelerine bakan herkes rahatça görebilir ki, Bayar Hükümeti’nin Dersim’de yürüttüğü harekâtı, dünya ve Türkiye kamuoyunun gözünden kaçırmak için olay gazetelere ‘Fırat ve Murat kıyılarında yapılan manevralar’ olarak aksettirilmişti. Birinci Dersim Harekâtı’na katılan Sabiha Gökçen’e verilen madalya bile gazetelerde “gerek kurslarda, gerek Türk hava ordusu mektep ve kıt’alarında [gösterdiği] büyük muvaffakıyetler ve son atışlı tatbikatta kahramanca hizmet” yüzünden verilmiş gibi sunulmuştu. (Havacılık ve Spor, 15 Haziran 1937, S.193)

Yani o yıllarda, ‘manevra’, ‘tatbikat’ gibi terimler, kanlı bir askerî harekâtın kod adıydı. Dersim’de olanlara dair resmi anlatıyı öğrenmek bile, ancak 1972 yılında Genelkurmay Harb Tarihi Başkanlığı’nın Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938) adlı kitabının yayımlanmasıyla mümkün olmuştu. Ama işin ‘gayri resmi’ yanını hâlâ tam bilmiyoruz.

Bu ‘manevra’lardan birinde Dersim’in kaderi belirlemişti. Bu olayı Celal Bayar’ın ağzından dinleyelim: “Şimdi, Mareşal, Erkan-ı Harbiye Reisi (Genelkurmay Başkanı), ben başbakanım. Atatürk malum... Üçümüz Dersim’de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Manevranın da sonuna gelmek üzereyiz. Üçümüz bir arada ‘Ordunun emniyeti bakımından strateji ne olmalıdır?’, onu görüşüyoruz. İkisi de Birinci Cihan Harbi’nde muharebe etmişler. Ben daha çok izleyiciyim. Malumatları geniş... Oradaki her şeyi biliyorlar. Hatta şahsen casusları bile biliyorlar. Dersim’in o halde kalırsa her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlikeli olacağını görüşüyorlardı... O sırada biz konuşurken, Dersimlilerin jandarma karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk’le göz göze geldik. Birbirimizi anlıyorduk. Atatürk benim yüzüme baktı. ‘Ne olacak?’ dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. ‘Anlıyorum efendim, bana hitap edişinizin manasını’ dedim. Atatürk: ‘Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim’i’ dedi ve vurduk...” (Kurtul Altuğ, “Celal Bayar Anlatıyor”, Tercüman, 17 Eylül 1986.) Bu mülakatta, Celal Bayar, asıl sorumlunun Atatürk olduğunu ima ediyor, ama kendisinin ‘etkisiz’ eleman olduğunu kabul etmek zor.

Geçen hafta yayınladığım İhsan Sabri Çağlayangil’in konuşmasından anlaşıldığına göre ‘Dersim’i vurmak’ için zehirli gaz kullanılmış, mağaralara sağınmış Dersimliler (Çağlayangil’in deyimiyle) ‘fare gibi zehirlemiş’, ‘yediden yetmişe kesilmişler’ di. Eğer, Sayın Gürsoy, bu tarz bir müdahaleyi, ‘sükûnu sağlamak’ faslından mubah görüyorsa benim kendisine söyleyecek sözüm yok.

* * *

NİLÜFER GÜRSOY’un itirazı: Adı geçen Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, tabii senatör değildir. Senatoya kontenjan senatörü olarak girmiştir.

AYŞE HÜR’ün cevabı: Sayın Gürsoy haklıdır. Muhsin Batur tabii senatör değil kontenjan senatörüydü. Bu bilgiyi, Celal Bayar üzerine bir doktora tezi hazırlayan Sayın Nurşen Mazıcı’nın kitabından (Celal Bayar Başbakanlık Dönemi (1937-1939), Der Yayınları, s. 84) almıştım. Bilgiyi, başka kaynaklardan kontrol etmeden kullanmakla hata etmişim, özür dilerim.

* * *

NİLÜFER GÜRSOY’un itirazı: Rumların Ege Bölgesi’nden çıkarılma/çıkmasına gelince; yazarın iddia ettiği gibi “Halbuki bu işlerin yapıldığı günlerde ne Rum halkının Osmanlı Devleti’ne ihaneti, ne başka bir devlete tabiiyeti ne de Yunan askerinin Batı Anadolu’yu işgali söz konusuydu. Yani bir devlet, kendi vatandaşını, kendi tebaasını ülkeden zorla çıkarmaya çalışıyordu” sözleri o günlerin tarihi hakikatleri ile hiç örtüşmüyor. Anadolu topraklarını işgal niyeti, işgalden çok önceki yıllardan başlıyor. Anadolu’yu işgal konusunda iddia edilenin aksi kanıtlarını General Metaksas’ın Venizelos’a verdiği raporda görürüz (Celal Bayar, Ben de Yazdım, c.5, s.111-116.) İşgal niyetleri 1913’de masaya yatırılan raporla anlaşılmaktadır.


Bayar’ın Eşref Kuşçubaşı’dan naklen verdiği kısımlarda da o günlerin gerçek manzarası ortaya çıkmaktadır:

“...İzmir ve havalisi, cidden büyük bir tehlike içindeydi. İkinci Abdülhamit’in tamamen gayrı milli olan siyaseti, Yunan megalo-ideasını öylesine pişirmiş, Etniki-Eterya’nın faaliyeti, öylesine dal budak salmıştı ki, kasten kıyılara ve stratejik noktalara teksif edilmiş olan Rum unsuru, bir anda ayaklanacak ve ordumuzu arkadan vuracaktı.

“Elimizdeki vesikalar, inanılmaz hazırlığın ne derece ilerlediğini gösteriyordu... Bunlardan Edremit’ten İzmir’e kadar olanlar Midilli’ye, Urla ve İzmir çevresi ise Yunan genelkurmayı tarafından nazari olarak Sakız’a bağlanmıştı. Askerlik çağına gelenler, bir vesile ile bu adalara gidiyorlar, orada eğitim görüyor, terbiye ediliyorlardı...” (Bkz. Ben de Yazdım, s. 104.)

“1- İstanbul’dan itibaren Milas’a kadar bütün sahil, maharetle teksif edilmiş Rum ekseriyetle dolu idi. 2- Bunlar, kadroları Midilli, Sakız ve Sisam’da olan üç Yunan kolordusunun bölgelerine taksim edilmişlerdi. Askerlik çağına gelen Rum delikanlıları bu adalara gidiyorlar, askerî eğitim ve terbiye görüyorlar, kendilerine dahili isyan ve harici harp vukuunda ifa edecekleri hizmetler talim ve tebliğ edildikten sonra yerlerine dönüyorlardı.” (A.g.e., s.106).

AYŞE HÜR’ün cevabı: Sayın Gürsoy, bu iddialarını sadece babasının hatıratına dayandırabilmiş. Babasının şahidi de, bu kaçırtma operasyonunu uygulamaya koyan İttihatçı Kuşçubaşı Eşref. ‘Minareyi çalan kılıfını hazırlar’ lafını akılda tutup, başka kaynaklardan olayın arka planına bakalım:

Balkan Harbi sonrasında devletlerarası ilk nüfus mübadelesi 29 Eylül 1913’te Bulgaristan’la yapılan anlaşma uyarınca sınır bölgesindeki 9714 Müslüman aile ile 9472 Bulgar ailenin karşılıklı olarak değiştirilmesi biçiminde olmuştu. (Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, cilt II, Kısım II, TTK Yayınları, 1983, s. 486) Osmanlı Hükümeti Bulgaristan’la yapılan mübadelenin bir benzerini Yunanistan’la yapmak istediğini Venizelos’a 21 Mayıs 1914’te bildirmiş; Venizelos 22 Mayıs 1914’te prensip olarak benimsediğini bildiren bir mektup yazmış, resmi Yunan görüşü ise 27 Haziran 1914’te iletilmişti. Buna göre Yunanistan sadece halkın arzusu ile olursa mübadeleyi kabul ediyordu. (Canlı Tarihler, Galip Kemali Söylemezoğlu Hatıraları, Atina Sefareti (1913-1916), Türkiye Yayınevi, 1946, s. 56-66, 102-103.)

Ancak İttihat ve Terakki, anlaşmanın imzalanmasını beklemeden Ege ve Trakya bölgesinde, devlet için bir risk veya tehdit kabul edilen Hıristiyan varlığını asgari ölçüye indirmek için daha 1913’te harekete geçmişti. Zorunlu göçler 1914 Mart’ından sonra sistematik hal aldı ancak gerek büyük devletlerin, gerekse Yunanistan’ın ve Osmanlı Devleti’ndeki Rum cemaatinin tepkisi üzerine Hükümet, Talat Paşa başkanlığında bir delegasyonu, çeşitli elçiliklerden birer memur eşliğinde, inceleme yapmak amacıyla Ege bölgesine yollamak zorunda kaldı. 1 Temmuz 1914’te Osmanlı kabinesine bir rapor sunan Talat Paşa, raporunda bölgede Rumlara terör ve şiddet uygulandığını itiraf ediyordu. Sadece Haziran 1914’te Ayında Foça’da meydana gelen katliamda Amerikan ve Alman kaynaklarına göre sadece bir hafta içinde 50 kişi katledilmişti. 25 Haziran 1914 tarihli bir başka rapora göre, bu dönemde İzmir ve civarında katledilenlerin sayısı ise 500-600 civarındaydı. (NA/RG 59, 867.00/630 ve 632.)

Venizelos Ekim 1914’teki bir görüşmede, Atina Büyükelçisi Galib Kemali Bey’e bu durumdan açıkça şikâyet edecek ve Rumların sürgününe son verilmesini ve anlaşma yapıldıktan sonra sürülmelerin yapılmasını isteyecekti. Bir Alman belgesinde şöyle yazıyordu: “Talat Bey...hiç çekinmeden hükümetin Dünya Savaşını bahane ederek, dış ülkelerin diplomatik müdahalelerine aldırmaksızın, ülkeyi iç düşmanlardan –her türlü mezhebe bağlı tüm Hıristiyanlardan– tamamen temizlemek istediğini anlattı.” (PA-AA/Botschaft Konstantinopel/Bd. 169. Halep Konsolosu Rößler’den İstanbul Büyükelçiliğine 6 Haziran 1915 tarihli rapora Büyükelçi Mordtmann tarafından düşülen not.)

Bunlar olurken Birinci Dünya Savaşı patlak vermiş, Osmanlı Devleti Almanya’nın yanında savaşa girmek için Goeben ve Breslau olayını örgütlemişti. İstanbul Alman Büyükelçiliğinde askerî ataşe olarak görev yapan Hans Humann, 1 Kasım 1914’te yolladığı bir raporunda, Venizelos’un Almanya’nın Atina büyükelçisine, Türkiye ile İttifak güçleri arasındaki savaşta kesinlikle ‘tarafsız kalacağı’ sözünü verdiğini aktarmıştı. Venizelos’un savaşta tarafsız kalmak için iki önemli şartı vardı: Osmanlı Devleti, Ege adalarına yönelik provokasyon yapmayacak ve Rum vatandaşlarını zorla sürgün etmeyi durduracaktı. (Ernst Jaeckh Papers, Yale University Papers, Grup no. 467, Kutu 1, Dosya 17.) Ancak köy boşaltmaları devam etti. Örneğin 25 Nisan 1915’te Konya vilâyetine çekilen bir telgraftan, sadece sahil bölgelerinde şüpheli görülen Rumların yerlerinden kaydırılması konusunda 23 Ocak 1915’te alınmış bir Başkumandanlık kararı olduğu, bu kararın iç bölgelerdeki Rumlara uygulanmaması gerektiği bildiriliyor ve merkezden habersiz olarak Isparta’dan sürülmüş olan 30 civarında Rum’un tekrar çıkartıldıkları yerlere iadesi isteniyordu. (BOA/DH.ŞFR., nr. 52/104.)

1916’ın bahar aylarında Midilli, Sakız ve Sisam adalarının İttifak güçlerince işgal edilmesi; Doğu’da Rus birliklerinin ilerlemesi ve Yunanistan’ın Rusya ve İngiltere’nin yanında her an savaşa girmesinin bekleniyor olması üzerine köy boşaltmalarına hız verildi. Örneğin Teşkilat-ı Mahsusa’nın has adamlarından Bahaettin Şakir’in Aralık 1916’da Samsun bölgesine gelmesinden sonra 18 köy tamamen 15 köy kısmen yakıldı. 1917 Ocak ayında Samsun’dan 4 bin kişi önce Havza sonra Çorum’a sürüldü. Rumlar, daha önce boşaltılmış olan Ermeni köylerine yerleştirildiler. Bunu, Giresun ve Amasya yöresinin boşaltılması takip etti.

Celal Bayar’a göre savaş öncesi sadece İzmir ve civarından 130.000 dolayında Rum zorla Yunanistan’a göç ettirilmişti. Bayar’ın şahidi Kuşçubaşı Eşref ise sadece 1914 içinde ve harbin ilk aylarında, Ege mıntıkasında ve bilhassa sahillerde yuvalanmış ve kümelenmiş olan Rum-Ermeni nüfustan 1.150.000 kişinin sürüldüğünü belirtmişti. (Bayar, Ben de Yazdım, Baha Matbaası, 1967, C. 5, s. 1568, 1576.) Rumlardan boşaltılan köylere ise sistematik biçimde Müslüman muhacirler yerleştirilmişti.

* * *

NİLÜFER GÜRSOY’un itirazı:1913 yılında Rumların İzmir’den göçmesini, Milli Mücadele’nin başarı ile sonuçlanmasını sağlamış olan hareketler arasında görmemek ve kınamak mantığını, bu ülkenin vatandaşı olarak anlayabilmek mümkün değil. Yazar neyin müdafaasını yapmaktadır? Eli kolu bağlı olarak vatanın istilasını mı beklemeliydi?

Milli Mücadele sürecinde o günün şartlarıyla mukabil tedbirler alınmaya çalışılıyor ve başarı ile alınıyor. Çıkartma olayı bu süreç içerisinde ve istihbarata göre alınmış müşterek bir karardır. Mahmut Celal Bey (Bayar) da bu kararın, bölgedeki siyasi baş sorumlusu olarak üstüne düşeni yapmıştır. Rumlar evlerindeki saksılarını da alarak yabancı gemilerle yurdu terk ediyorlar.

AYŞE HÜR’ün cevabı: Elimizdeki belgeler, 1913-1916 kaçırtmasının ‘Rum ihaneti’ yüzünden değil, Balkan Savaşı’nın ardından Anadolu’ya akan Müslüman muhacirlere yer bulmak için yapıldığını gösteriyor. (Elbette, esas ‘devletin ve sermayenin Türkleştirilmesi’ başlığı altında toplayabileceğimiz ideolojik ve ekonomik gerekçeler var ama yerim az olduğu için o kadar derine inmeyeceğim.) Dünyaya sadece milliyetçilik gözlüğü ile bakanlar, bunları ‘kutsal’ bir misyon olarak görebilirler ama Dr. Gürsoy gibi aydın birinin, o günün az gelişmiş hukuk anlayışına göre bile, belirli kurallara uymadan yaptırılan yer değiştirmelerin, ‘savaş suçu’ veya ‘insanlık suçu’ kapsamında değerlendirildiğini bilmesi gerekir.

‘Rum kaçırtması’ sayesinde Milli Mücadele’nin başarıya ulaştığı iddiasına gelince, aksine Yunan ordusunun 27 Haziran 1917’de İtilaf Devletleri’nin yanında savaşa girmesi ve 1919’da Ege’ye çıkartma yapmasının nedenlerinden biri, 1913-1916 arasındaki olayların intikamını almaktı. Belki 1922 çekilişi sırasında, Ege bölgesinde büyük katliamlara imza atmalarının nedenlerinden biri de buydu. Ne demişler, ‘rüzgâr eken, fırtına biçer...”

* * *

NİLÜFER GÜRSOY’un itirazı: Yazarın köşe adı “Tarih defteri” olduğuna göre, yazıların tarih metoduna sadık kalarak yazılmasını beklemek okuyucunun hakkıdır. Bir araştırmacının uyması gereken hususları sıralayacak olursak: ele alınan konuların gerçeklere uyması; dayanılan kaynakların sağlam olması; çelişkili görüşler varsa, karşıt kaynakların da incelenmesi ve dikkate alınması gerekir. Yazarı da en çok ilgilendirecek olan, alınan tarih dilimi zamanındaki şartlara ve gerçeklere sadık kalınması; anakronik ideoloji ve kasıtlı yorumlarla bunların çarpıtılmamasıdır. Aksi halde ‘Tarih Defteri’ maksatlı bir karalama defterine dönüşür. İmza: Dr. Nilüfer Bayar Gürsoy.

AYŞE HÜR’ün cevabı: Bildiğim kadarıyla Sayın Gürsoy tıp doktorudur. Ben ise tarih eğitimi almış, 1992’den beri yoğun biçimde tarihle uğraşan, halen tarih doktorası yapan biriyim. Sayın Gürsoy’un tarihle ilgisi babasının hatırasını korumakla sınırlı görünüyor. Ben ise, sadece bilimsel merakla tarihe bakıyorum. (Bu arada, ‘maksatlı bir karalama’ iddiasını yakışıksız bulduğumu söylemeliyim.) Sayın Gürsoy, babasını savunmak için, sadece babasının anılarına dayanıyor, ben ise Bayar’ın anılarının yanı sıra, yerli ve yabancı arşiv belgelerine dayanıyorum. Kimin ‘tarih metoduna sadık kalarak’ yazdığının kararını okuyuculara bırakıyorum.

Elbette, hâlâ çok eksiğim var. Hatalar yapıyorum. Her hafta, değişik bir konuda, değişik bir döneme ait ciddi bir tarih yazısı hazırlamak kolay değil. Karşılaştığım zorluklardan biri, konularımla ilgili belgelere ulaşmak. Bunun nedenlerini arşivler hakkındaki yazımı okuyanlar tahmin edebilir. İlginçtir, doktorasını Celal Bayar hakkında yapan Nurşen Mazıcı’nın kitabının önsözündeki satırlar, Sayın Gürsoy’un da, belge konusunda pek eli açık olmadığını düşündürüyor. Mazıcı şöyle yazmış: “Araştırmamıza başlarken döneme özgü belge bulabilme umuduyla, Bayar’ın kişisel kitaplığından yararlanmak üzere kızı Sayın Nilüfer Gürsoy’a başvurdum. Ancak yaklaşık 100 kolideki bu kaynakların sınıflandırılmasının yapılmadığı ve Umurbey’deki Celal Bayar Vakfı’nda da gerekli belge ve kaynaklara ulaşamayacağım iletildi... Bayar’a özgü kaynaklar ve belgelerin sınıflamasının kısa sürede yapılarak bilim adamlarının yararlanmasına sunulmasını diliyor ve bu çalışmadaki tüm eksik ve yetersizliklerden kendimi sorumlu tutuyorum.”

Bu satırlar 1996’da yazılmış. O tarihten bu yana Celal Bayar’ın 100 kolilik arşivi araştırmacılara açıldıysa, Sayın Gürsoy’dan özür dilerim. Ama açılmadıysa bana ‘bilimsel metodoloji ve kaynak’ konusunda ders veren Sayın Gürsoy’un, biz araştırmacılara özür borcu olduğu açık.

KAYNAKÇA: Rum kaçırtması ile ilgili bilgileri Taner Akçam’ın Ermeni Meselesi Hallolunmuştur (İletişim, 2008, s. 79-131) kitabından derledim. Ayrıca, geçen haftaki yazımda geçen ‘Geç Dersimliler’, ‘Erken Dersimliler gibi kavramların Dersimli Seyfi Cengiz adlı araştırmacıya ait olduğu, halbuki adının kaynakçada geçmediği yolunda eleştiriler aldım. Kasıttan değil, bilgisizlikten doğan bu eksikliği düzeltir özür dilerim. Seyfi Cengiz’in bu konuda kitabı var mı tespit edemedim ama internette Dersim hakkında makaleleri var. İlgilenenlere duyururum.

* * *

AÇIKLAMA VE ÖZÜR: Geçen haftaki ‘1937-1938’de Dersim’de neler oldu?’ başlıklı yazının internetteki nüshasındaki tarih hataları için özür dilerim. Geçtiğimiz hafta bilgisayarımı ve mail adreslerimi felç eden bir virüs saldırısına maruz kaldım. Bu dönemde üzerinde çalıştığım belgelerin tümünde, bazı düzeltmelerin hafızaya kaydedilmediğini sonradan fark ettim. Bunlar arasında sözünü ettiğim yazı da varmış. Bu yazıyı Taraf’ın web sayfasından kendi sitelerine taşıyanların, eski nüshayı düzeltilmiş bu nüsha ile değiştirmelerini rica ederim.

Kaynak:
İm (Kod): Tümünü seç
http://www.taraf.com.tr/makale/2797.htm
Kullanıcı küçük betizi
kaye
Üye
Üye
 
İletiler: 1036
Kayıt: Pzr Oca 06, 2008 0:57

İletigönderen Panzehir » Pzt Şub 02, 2009 3:42

Seçim yapmak zor. Hepsinde bir ALİCENGİZ'lik var fakat bu konuda kimsenin eline su dökmeyen öyle antenlektüeller varki..

Onlar da "Altan'lar"...

kaye yazdı:AL(da)TAN biraderler kazanırlarsa, ödülü ortadan mı bölecekler acaba!!


Arka arkaya geçerlerse rahat bir şekilde ödüllerini alabilirler bence. Yan yana olurlarsa sizin dediğiniz olabilir ama bu durumda haz alamaz, mutlu olamazlar.

Gün gelir devran döner
Adımıza türküler söylenir bu şehirde!..
...
Kullanıcı küçük betizi
Panzehir
Site Yöneticisi
Site Yöneticisi
 
İletiler: 3483
Kayıt: Pzr Şub 18, 2007 20:02

İletigönderen maydonos » Pzt Şub 02, 2009 3:52

rte de odulledi babalatani bence de dalton kardesler
Resim


Ne MuTLu TüRkÜm DiYeNe
Kullanıcı küçük betizi
maydonos
Üye
Üye
 
İletiler: 1651
Kayıt: Çrş Haz 04, 2008 1:53

İletigönderen kaye » Pzt Şub 02, 2009 9:12

.Mehmet. yazdı:Arka arkaya geçerlerse rahat bir şekilde ödüllerini alabilirler bence. Yan yana olurlarsa sizin dediğiniz olabilir ama bu durumda haz alamaz, mutlu olamazlar.

Ya ne kadar haklısın, aslında burayı okuyan bazıları iftira attığını düşünebilirler ama bilmelerim lazım bu sözlerin çok benzerlerini ve daha beterlerini (maydonos'un tabiriyle) dalton kardeşin ettiğini. Mesela:

Taraf gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan’ın geçmişte skandal denilebilecek sözler sarf ettiği ortaya çıktı. 1985 yılında, aylık yayınlanan “Kadınca” dergisinin Eylül sayısı için açıklamalarda bulunan Altan, “Ensest ilişkiyi onayladığını, hayvanlarla cinselliği normal karşıladığını ve bütün kadınlarda bir fahişe eğilimi olması gerektiğini” söylemiş. Hayatında cinayet işlemek istediği dönemler olduğunu ifade eden Altan, ayrıca yaşlı kadınlardan hoşlandığını dile getirmiş.

Anne-oğul, baba-kız! arasındaki TABULAR kalkar mı?
Kalkmalı. İki kardeş arasındaki cinsel ilişki Mısır’da, Roma’da var. Birbirini çok seven insanların, sevişmeye ulaşmamasında yanlışlık olduğunu iddia ediyorlar. Katılıyor musunuz buna? Cesaretimi mi deniyorsunuz. Sekste sınıra inanmıyorum. Evet. 2 insan istiyorsa her şey olur.


Ya da arkadaşlar böyle tek tek, tüm dediklerini yazmaya yetişemeyeceğim, ben haberin hepsini paylaşayım..


HER TÜRLÜ SAPIKLIĞA TARAF


* Her çeşit ilişkiyi onaylarım Kadında fahişelik olmalı Hayvanla cinsellik normal



* Günde 8-10 kişiyi öldürmek isterim. Böyle bir vahşet var insanlarda...
Benim de bir yakınlığım var vahşete...
Cinayet benim için çekici!




İçinde olanları döktü
Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan, bir kadın dergisine verdiği röportajda sado mazohizmden ensest ilişkiye, tabuların kalkmasından cesaretine, cinayet işleme isteğinden yaşlı kadınlara olan zaafına kadar içindekileri bir bir ortaya döktü. İşte kendisine sorulan bazı sorular ve Altan’ın verdiği cevaplar:



Mazohizm aykırı değil!
KahramanlarInIz sevişirken acı çekmeyi ve çektirmeyi seviyorlar. Neden?
Herkeste sado mazohist eğilimler var. Böyle bir sevişmede vahşet olabilir, kardeşlik olabilir, öfke olabilir. Ben sevişmeyi böyle algılıyorum, onun için de sado mazohist eğilimler ortaya çıkabilir. Bu bana çok aykırı gelmiyor.



Anne-oğul, baba-kız!
TABULAR kalkar mı?
Kalkmalı. İki kardeş arasındaki cinsel ilişki Mısır’da, Roma’da var. Birbirini çok seven insanların, sevişmeye ulaşmamasında yanlışlık olduğunu iddia ediyorlar. Katılıyor musunuz buna? Cesaretimi mi deniyorsunuz. Sekste sınıra inanmıyorum. Evet. 2 insan istiyorsa her şey olur.








ALTAN’ın gerçek yüzü
Taraf gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve köşe yazarı Ahmet Altan’ın yaptığı açıklamalar mide bulandırdı, okuyanların kanını dondurdu



Haber: Selda Öztürk KAY
Taraf gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan’ın geçmişte skandal denilebilecek sözler sarf ettiği ortaya çıktı. 1985 yılında, aylık yayınlanan “Kadınca” dergisinin Eylül sayısı için açıklamalarda bulunan Altan, “Ensest ilişkiyi onayladığını, hayvanlarla cinselliği normal karşıladığını ve bütün kadınlarda bir fahişe eğilimi olması gerektiğini” söylemiş. Hayatında cinayet işlemek istediği dönemler olduğunu ifade eden Altan, ayrıca yaşlı kadınlardan hoşlandığını dile getirmiş. İşte Altan’ın sorulara verdiği çarpıcı cevaplar:




SADO-MAZO İLİŞKİYE DESTEK VERDİ
* Kendi hayatını anlattı sözlerinin yanı sıra romanlarınızda seksi, şiddeti ve ölümü öne çıkarmanız da ilgi ile karşılanıyor. Gerçekten niçin bu konular öne fırlıyor.
- Bence seks, şiddet ve ölüm yaşamı oluşturan öğelerden bazıları. Ve insanlar seksle, şiddetle ilgimi çekiyor.

* Kahramanlarınız sevişirken acı çekmeyi ve çektirmeyi seviyorlar. Kadın ve erkekleri sado - mazohist mi görüyorsunuz ki böyle anlatıyorsunuz ?
- Zannediyorum herkeste sado - mazohist eğilimler var. Bu derece derece ortaya çıkabiliyor... Ben sevişmenin, hayatın bir çok rengini içinde taşıdığını zannediyorum.

* Örneğin neler ? Hangi renkler ?
- Böyle bir sevişmede vahşet olabilir, kardeşlik olabilir, öfke olabilir... Ben sevişmeyi böyle algılıyorum, onun için de sado mazohist eğilimler ortaya çıkabilir. Bu bana çok aykırı gelmiyor...




AİLE İÇİ İLİŞKİ OLABİLİR SINIR TANIMIYORUM
* Kadınla erkek arasında bir fark gözetmiyorsunuz ama aşkla etsel çekimi ayırıyorsunuz... Romanınızda aşıkken insanlar müthiş ışıklarla sevişiyorlar. Etsel çekimli sevişmelerse ışıksız... Niçin böyle ?
- Zaman ve mekan kavramları değiştiği zaman zengin duygular sevişmeler olabilir....

* Neler olabilir peki o zaman ? Tabular, yasaklar kalkar mı ?
- Aslında kalkmalı. Eski kültürlerde var aslında. İki kardeş arasındaki cinsel ilişki Mısır’da, Roma’da var.

* Veya anne - oğul, baba - kız arasında olan ilişkiler...
- Tabii... Bunlar yeni teoriler değil. Bu benim fikrim değil. Özellikle araştırmacılar Amerika’da bunu araştırıyor. Birbirini bu kadar seven iki insanın mesela bir erkek kardeşle kız kardeşin, bir anne ile oğlun, bir baba ile kızın... Birbirini bu kadar çok seven insanların, kadınla erkek arasındaki sevginin son noktası olan sevişmeye ulaşmamalarında bir yanlışlık olduğunu iddia ediyorlar. Doğru olabilir...

* Katılıyor musunuz buna ?
- Benim cesaretimi mi deniyorsunuz. Sekste sınıra inanmıyorum. Evet... İki insan da istiyorsa her şey olabilir.

* O zaman hayvanlarla da seks doğal...
- Eğer insan istiyorsa... Eğer insan istediğini yaşamıyorsa çok acıklı.







‘Eşcinsellik bence doğal’
* Normal şartlarda anormal diye adlandırılan ilişkiler yaşanıyor ama...
- Olabilir... Yani adam eşcinselse bu onun seçimi. Demek ki bundan zevk alıyor.

* Bazı uzmanlar eşcinselliği sizin gibi karşılamıyor... Eşcinselliğin tedavi edilebilir bir sapma olduğunu iddia ediyorlar. Doğal görmüyorlar eşcinselliği.
- Hayır. Bence doğallığı yasaklar ortadan kaldırıyor. Andre Gide de tam tersine eşcinselliğin çok normal olduğunu anlatmış. Zannediyorum doğada kedilerde var. Ama bu işin uzmanı değilim. Beni de eşcinsellik çok fazla ilgilendirmiyor.





KADINDA FAHİŞELİK EĞİLİMİ OLMALI
* Gündüz Güzeli filmi... Oradaki kadın gizlice fahişelik yapan evli bir kadın olduğuna göre kadınların içlerinde fahişelik yapma isteği taşıması gerektiğine mi inanıyorsunuz kötü ve çekici olabilmeleri için.
- Evet. Böyle bir eğilim olması gerektiğine inanıyorum. Ama fahişelik derken para ile yatmak değil. Bazen kadınlar bunu da özleyebilirler. Mesela eski Roma’da Aristokrat kadınlar kölelerle yatarlardı. Böyle bir düşmüşlük özlemi olabilir kadınların içinde.

* Niçin böyle bir düşmüşlüğün özlemini çekiyorlar peki ?
- Şu veya bu nedene bağlarken çok dikkatli olmak gerekli. Belki bilmediğimiz nedenleri vardır. Kadın ve erkek ilişkisinde çekiciliklerin nerede saklı olduğunu tam bilemeyiz.

* Kadın da, erkek de cinsellikten uzak yetişiyor. Hele kadın... “Cinselliğin yok deniyor. Dürtülerini bastır deniyor. Aşk başka cinsellik başka. Cinsellik kirlenmedir deniyor.” Ve sonuçta da bölünüyor. Eğer böyle bir düşüklük özlemini çekiyorsa bu yüzden çekiyordur bence.
- Evet kadın bölünüyor ama. Bizim gibi baskılı toplumlarda bu böyledir.

* Ama batı toplumu da sınırsız özgürlüğe sahip değil ki. Orada da kadınların bizimle çakışan evrensel sorunları var.
- Var tabii. Mutlaka bunda toplumsalın büyük bir payı vardır. Ama benim söylediğim bir çok şeyin de payı vardır. Yani yasağın, ayıbın, aşağılanmanın çekiciliği vardır.

* Aşağılanmanın çekiciliği mazoşistliği akla getiriyor. İnsan bu kadar mazoşist değildir. En azından doğuştan. Mesela siz aşağılansanız zevk alır mısınız ? Alırsanız nasıl bir zevk?
- Ben aşağılanmaktan zevk almam. Zevkler genel şeyler değildir. Böyle ortak parçaları vardır ama aynı şey değildir. Ben cinsellikte sağlıksızlığın, insanın isteğini yapamamasından kaynaklandığına inanıyorum. Cinsel hayatta yasakların çok acı olduğuna inanıyorum. İnsanın kısa bir ömrü vardır. Bir şeyler yapmak istiyorsun. Üstelik bunun kimseye zararı yok ama yaptırmıyorlar.




YAŞLI KADINLARDAN HOŞLANIRIM
* Kaç yaşındasınız onu öğrenmek istiyorum.
- 35

* Romanlarınızdaki kahramanlar da takriben sizin yaşınızda. Kahramanlarınız özellikle baştakiler yaşlı kadınları çekici buluyor. Niçin böyle ?
- Burada benle ilgili bir şey ortaya çıkıyor. Evet, ben yaşlı kadınlardan hoşlanırım.

* Niçin ?
-Orasını bilmiyorum, kendimi çözmeye çalışmadım.

* Yaşlı kadınlara duyduğunuz çekimde şefkatin etkisi olabilir mi?
- Belki böyle bir şey vardır., tam bilemiyorum. Belki benim çocukluğumdan kalan bir şeydir. Ama yaşlı kadın derken anneanne kadar yaşlı kadınlardan hoşlanmam.

* Ama psikolojiye göre yaşlılara duyulan ilgilerde Oedipus ve Elektra kompleksi vardır...
- Ben bu kadar kolay çözümlemenin doğru olacağını sanmıyorum. Bu çok basit bir mekanizma, bizde çok geçerli olan bir sokak psikolojisi vardır. Ben insanların bu kadar kalıplara gireceğini zannetmiyorum.

*Yaşlılara duyulan bu ilgi hiç mi böyle gerçeklik taşımaz...
- Belki bir gerçeklik payı vardır ama ben hemen insana bakıp gözünden anlamaya inanmıyorum. Şap diye iğnenin deliğinde Hindistan’ı görmek. Büyük erkekten hoşlanıyor, tamam babasını arıyor... bence bu kadar basit değil... Belki yaşlı kadınlarda beni çeken onların o dünyayı bilir halleridir.


GÜNDE 8-10 KİŞİYİ ÖLDÜRMEK İSTEYEBİLİRİM
* Cinsellikten başka romanlarınızda ölüm ve cinayetler önemli. Cinayetler çekiyor, niçin?
- Bir şeyi geri dönülmez bir şekilde yok etmenin, bu kadar kesin ve geri dönülmez bir şeyi yapmanın nasıl bir duygu uyandıracağı beni ilgilendiriyor... Çok küçük bir eylemle bu kadar büyük bir sonuca ulaşan işlemi yapmak ilginç.

* Cinayet ilginizi çekiyor işlemek ister miydiniz?
- Cinayet işlemek ister miydim, belki... Ama bazı şeyler sadece fikir olarak çekici gelir. Cinayet işlemek istediğim zamanlar da olmuştur. Somut bir kişiye karşı değil sadece. Günde 8 - 10 kişiyi öldürmek isteyebilirim. Böyle bir vahşet var insanların içinde. Benim de vahşete bir yakınlığım var. Ama somut bir cinayet bana çirkin gelebilir. Kanlar akacak, adam yıkılacak, düdükler çalacak, polis gelecek... Uzun iş...Ama soyutta cinayet çekici benim için.




ZEHİRLE DEĞİL SİLAHLA HALLETMEK DAHA İYİ
* Peki nasıl bir cinayet işlerdiniz ?
- Tabii silahı tercih ederdim. Zehir işin dehşetine pek uygun düşmüyor. Fazla sinsice.

* Ölümden çok söz etmeniz akla ölüm korkusunu getiriyor.
- A, evet ölümden korkuyorum. Belki biraz da seviyorum. Belki beni korkuttuğu için seviyorum. Ama ben insanların ölüm korkuları olabileceği gibi yaşamaktan da korkuları olacağına inanıyorum. Çünkü yaşamın tehlikeleri karar verme zorunlulukları, eyleme geçme zorunlulukları, bütün bunlar var.

* Yani yaşamak ölümden daha zor.
- Bazıları için... Oscar Wilde’nin güzel bir sözü vardır. İnsanların yüzde 90’ı yaşamazlar, sadece vardırlar. Bence de bir çok insan yaşamın tehlikelerini göze almaktansa yaşama taklidi yaparak ölmeyi bekliyorlar.

Kaynak
Kullanıcı küçük betizi
kaye
Üye
Üye
 
İletiler: 1036
Kayıt: Pzr Oca 06, 2008 0:57


Şu dizine dön: Anketler

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x