İĞNE
Bir 24 Kasım daha geçirdik.
Öğretmeyi öğretti bize yüce önderimiz Atatürk. Öğretmene çok değer verdi. O Türk ulusunun başöğretmeniydi. Elinde tebeşir, kara tahta başında dilimizin seslerini, okumayı, yazmayı öğretendi. Türk devrimlerinin öğretmeniydi…
“Türk demek dil demektir!”
“Kesin olarak bilinmelidir ki, Türk ulusunun ulusal dili ve ulusal benliği, bütün hayatında egemen ve temel olacaktır.”
Atatürk’ün bu iki sözü ilk öğrenmemiz gereken, çevremize de ilk öğreteceğimiz öğretidir. Atatürk, Cumhuriyeti kurar kurmaz, kültürel bağımsızlığımızı da sağlamaya yöneldi:
“Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır!” sözü, o yıllardan beri yol göstericimizdir. Güzel Türkçemizin bugünkü durumunu, güçlü bir bilim- edebiyat(yazın) dili oluşunu, gelişmesini, güzelleşmesini bu sözle başlayan Türk Dil Devrimi’ne borçluyuz…
Atatürk, Kurtuluş Savaşı biter bitmez dil çalışmalarına başlamıştı. 1922’de, 26 Ağustos’taki Büyük Taarruz’dan önce bile Türkiye’nin gelecek günlerini düşünüyor, Türk harfleri üzerinde çalışıyordu. 27 Ekim 1922’de, Bursa’da öğretmenlere seslenirken kadın erkek hepsine “ Muallimler!” (öğretmenler) demişti. Kadın öğretmenlere “Muallime” dememiş, onları erkeklerden ayırmamış, bu ayrımın dilimizde gerekli olmadığını sanıyorum, diyerek de dinleyenleri şaşırtmıştı. Türk dilini yabancı dillerden ve yabancı dillerin kurallarından kurtaracağının ilk belirtileriydi bu sözler…
Daha 1924 yılında millî terbiye (ulusal eğitim) üzerine Samsun’da öğretmenlere dedikleri, günümüze aynen uyan, değerini o günden bugüne dünyada yaşanmış örneklerle kanıtlamış sözlerdir:
“Efendiler; yeryüzünde üç yüz milyonu mütecaviz (aşkın) İslam vardır. Bunlar ana, baba, hoca terbiyesiyle, terbiye ve ahlak almaktadırlar. Fakat maalesef hakikati hadise (gerçek) şudur ki, bütün bu milyonlarca insan kütleleri şunun veya bunun esaret ve zillet zincirleri altındadır. Aldıkları manevi terbiye ve ahlak, onlara bu esaret zincirlerini kırabilecek meziyeti insaniyeyi ( insanlık değerleri) vermemiştir, veremiyor. Çünkü hedefi terbiyeleri (eğitimlerinin amacı) milli değildir.”
Atatürk yine aynı konuşmada Türk tarihini, eserlerini Cumhuriyet’e şöyle bağlar:
“Milletimizin hayatı asarını düşünelim. Bu düşünce bizi elbette altı yedi asırlık Osmanlı Türklüğünden, çok asırlık Selçuk Türklerine ve ondan evvel bu devirlerin her birine muadil (eşit- uygun) olan ne büyük Türk devirlerine kavuşturur. Bütün bu edvarda (çağlar), dikkat buyurunuz, Türk kendi ruhunu, benliğini, hayatını unutmuş, nereden geldiği belirsiz bir takım rüesanın (başkanlar) şuursuz vasıtası olmak mevkiine düşmüştür.”
Atatürk sonra sözü öğretmenlere getirir:
“”Efendiler, izah etmek istiyorum ki, ilk ilham, ana baba kucağından sonra mektepteki mürebbinin(okuldaki öğretmen) lisanından (dil), vicdanından, terbiyesinden alınır.”
Atatürk’ün bu sözlerini okuduktan sonra günümüz Türkiye’sine baktığımızda ne görüyoruz?
Karşı devrimcilerin, Cumhuriyet yıkıcıların, bölücülerin ilk saldırdıkları değerimiz, dilimiz Türkçemiz, sonra da eğitim sistemimiz, öğretmenlerimiz değil mi?
Bu gün, 24 Kasım Öğretmenler Günü, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, yüce önderimiz Atatürk’ün 1928’de “Başöğretmen” sanını aldığı gündür. Ülkemizde bu gün, Öğretmenler Günü olarak 1981 yılında ilk kez kutlanmıştır. Sonraki yıllarda kutlama bir yönetmeliğe bağlanmıştır.
Öğretmen sözü, Türkçemizin en güzel sözlerinden biridir. Öğreten kişi demektir.
İlk öğretmenimiz, yaşamın ilk öğreteni çocuğu büyüten kişidir. Bu kişi, anadır, babadır. Evde kardeştir. Büyük anne büyük baba, teyze hala diye sırayla sayacağımız aile bireyleridir… Hısım akrabadır… Öğretmen mahallendir, köyündür, sokağındır… Yeri gelir arkadaş da bir öğretmendir, kitapların yanından ayrılmayan öğretmenlerin… İzlediklerin, gittiğin filmler, tiyatrolar, dinlediğin şarkılar, türküler, konuştuğun, görüştüğün insanlar hepsi hepsi bir süreliğine de olsa öğretmenindir…
Öğretmen, öğreten demekse, bunu görev olarak yapanların dışındakiler de öğretmendir.
Öğretmenler Günü bu nedenle toplumun tümünü ilgilendirir. Herkes kendine pay çıkarır. Özellikle mesleği öğretmen olanların, gerçek öğretmenlerin, Atatürk devrimlerinin koruyucusu olanların, bu gün, kendileriyle onur duydukları bir gündür, kendi kendilerine sözler verdikleri, yeniden bilendikleri, öz eleştiri yaptıkları gündür öğretmenlerimizin bu günü…
Şimdi gelelim kendimize iğne batırmaya. “İğneyi kendine çuvaldızı ele batır.” denmemiş mi?
Öğretmenler olarak görevimizi yaptık mı? Bu olanlarda bizim suçumuz yok mu?
Ülkemizde öğretmenler nereye doğru götürülüyorlar? Bu kadar kısa bir sürede nasıl değiştirildiler, nasıl dönüştürüldüler?
Durumu, çok başka örnekler vermeye çalışmadan, ülkemizin en çok satan bir gazetesinden yola çıkarak göstermek istiyorum:
Dünkü gazetede (Posta) gazetenin tam ortasında bir resim vardı. “Boynu bükükler” başlığıyla verilmişti. Aynı yerde, aynı büyüklükte bir resim var bugün. “Yemin ettiler” başlığıyla büyük harflerle yazılı resmin üstü.
Dünkü resimli haber atanamayan 330 bin öğretmenin haberiydi. Resimde öğretmenler ellerine üstü yazılı kartonlar almışlar, hak arıyorlar. Öğretmen olarak gösterilen, daha doğrusu resimleri çekilen bu adayların görünüşleri şöyle:
Öndeki siyah kısa gömlekli erkeğin gömleği İngilizce yazılı. “Pointback” yazısı iyice okunuyor göğsünde. Ortadaki kadın öğretmen adayı kafayı yana bükmüş elindeki kartondan şu sözleri okuyoruz:
“Bu yılda atanamadım annem! Bu bayram sana kurbanı ben alacaktım, bizi kurban ettiler.”
Boynu bükük, saçları öne dökük poz veren bu kadın eğer öğretmense vay halimize. Kurduğu iki tümcede bile yazım yanlışı var. Bu yılda yazmış, bu yıl da yazacağına. Bitişik yazım, adın "de" durumunu gösterir, ayrı yazarsan, "bile, dahi" anlamına gelir. “Bu yıl da” diye yazacaktı. Bu yıl yine atanamadım anlamında. İkinci tümcede virgül imi eksik. Hem sonra ne demek anneye kurban almak? Öğretmenlikle kurban kesmek, kurban hediye etmek arasındaki bağı kurabilen varsa açıklasın. “Sana kurbanı ben alacaktım” yazmış. Dini, dinci iktidarın gözüne girmek için işine mesleğine karıştırmış karıştırmasına da yanlış karıştırmış. Dinimizde gücü yeten kurban keser. Başkasının bağışıyla olur mu? Vah kızım vah! Vah ki vah!
Yanındaki türbanlı kadın hepten şaşkın. Alnı kara bantlı, rahibe kılığı benzeri başına örtü sarmış birinin öğretmenlik yaptığını bağışlayın, hayal bile edemiyorum.
“Şu an gelecek yetiştirmemiz gerekirken mebe laf yetiştiriyoruz” sözünü tutmuş önünde. Yazısı baştan sona büyük harfli. MEBE demiş orada. MEB’in açılımı Milli Eğitim Bakanlığı” olmalı. Kısaltılmışı MEB yazılır. Kısaltma sözler ek aldığında aldığı ek üstten kesme imiyle ayrılmalıdır. Örneğin, MEB’e denmelidir. Hani burada kesme imi? Gelecek yetiştirmek sözü yanlıştır. Eksik ögeli bir tümcedir. Geleceğe ne yetiştiriyorsun? Yazsana!
Hemen bu kadının arkasında asık suratlı bir türbanlı kadın daha. Bunlar tıpkı eskide kalmış “bohçacı kadınlar” gibi giyinmişler… Kemal Sunal filmlerinden çıkıp gelmişler. Arkada bir yazı, kimin tuttuğu belirsiz:
“Ekmeğimizi çalanlara, emeklerimizi hiçe sayanlara hakkımızı helal etmiyoruz!”
İşte yine dinsel bir söz. Hakkını helal etmek. Sanki musalla taşındaki cenazeye imam soruyor. Yasaların geçerli olduğu bir çağdaş ülkede böyle bir sözle hak aranır mı?
Gömleği İngilizce yazılı öğretmen adayının arkasındaki kartonda şu yazılı:
“Evlerdeki 300 bin rehine öğretmenleri ne zaman kurtaracaksın başbakanım” Bu söz de büyük harfle yazılmış. Yazıda hiçbir noktalama imi kullanılmamış. “Evlerdeki 300 bin rehine öğretmenleri” sözüne ne demeli? Ölür müsün, öldürür müsün? Öğretmen olan biri, Türkçede sayıların yazımını, tekil çoğul durumunu bilmez mi? Üç elma mı deriz, üç elmalar mı? O zaman 300 bin rehine öğretmen diyeceğine neden 300 bin rehine öğretmenler diyebiliyorsun? Yanlışın bu kadar büyüğü bir öğretmene yakışır mı? Sen Türkçe bilmiyorsun ki öğretesin! Ya bu tümcedeki güce yapılan yaltaklanma! Sanırsınız başbakana değil, padişaha, krala, reise, şıha şeyhe, sesleniyor: “ Ne zaman kurtaracaksın başbakanım?” Tutsakları düşmandan mı kurtaracak? Irak’taki sahte rehine olayından iyi esinlenmişler…
Gelelim bugünkü “Yemin ettiler” haberine. Rezillik olur ama bu kadarı olamaz. Bu derece çirkin bir görüntü Türkiye Cumhuriyeti’nin bugününe yakışmaz!
Yukarda bir noktada birleşmiş beyaz tüller aşağıya doğru parça parça ayrılıyor... Görüntünün üstünde kırmızı kocaman bir kurdelâ. Bir kutuyu bağlar gibi orta noktayı bağlamışlar. Hani görgüsüzler, lükse gösterişe düşkünler düğün salonlarındaki sandalyeleri böyle süslüyorlar ya, aynı öyle bir süsleme. Bu süslemenin önünde havada yatay, dümdüz duran, kartondan yapılmış gibi görünen bir bayrak. İki sıralı duran on kişi bu bayrağın uçlarına parmaklarını dokundurmuşlar. Her sırada iki erkek en arkada, üç kadın onların önünde duruyor. Bir erkek de bayrağın altında kalmış, kafası görülmüyor. Bu nasıl bir rastlantıdır ki resimdeki toplam altı kadın öğretmenin altısı da türbanlı. Hepsinin alınları bantlı. Bir yere temizliğe gider gibi giyinmiş bazısı. Ver eline toz bezi okulu temizlesin. Öğretmenle, bu giyim kuşam arasında en küçük bir bağlantı kuramıyorsun. Ne ülkemizin çağdaş öğretmenlerine benziyorlar, ne Batılı öğretmenlerle bir ilgileri var giyimlerinin. Kimi türbanının ucunu göğsüne indirmiş. Kimi sırtına doğru çevirmiş. Dört kadın, hepsi de genç; boyu parmak ucuna kadar uzayan, uçları yeri süpüren etek giymiş dördü de. İkisi pantolonlu. En öndeki, bayağı bir dar pantolon giyinmiş. Ayakkabısı topuklu. Bunlar boynu büküklerden değiller. Bunlar, göreve yeni başlayanlar. Resmin altına yazılmış:
“ Kayseri’de dün “Öğretmenler Günü” nedeniyle Kültür ve Turizm müdürlüğü salonunda kutlama vardı. Bu kutlama sırasında Kayseri’de göreve başlayan öğretmenler de meslek yemini etti. Tüm yeni atananları temsilen sahneye altısı kadın on bir öğretmen çıktı.”
Öğretmenleri temsilen çıkan altı kadın da türbanlıymış anlayacağınız. Dördü de uzun etekli. Uzun değil etekleri yerde, gericiliğin simgesi uzun pardösülü bazısı… Hem Başöğretmenimiz Atatürk’ü andığımız, öğretmenleri kutladığımız bu günde, sahnede Atatürk resmi bile yok. Bayrağı da öyle eğreti, parmak uçlarıyla dokunur gibi tutan öğretmenler!
Sözün bittiği, anlayacağımızı anladığımız yerdeyiz.
Atatürk Cumhuriyeti’ne meydan okunuyor!
Yeni nesil (kuşak), bu öğretmenlerin eseri olsun isteniyor. Yalakalık yapan, istenilen her kılığa çıkarı için giriveren, işi için yalvaran, yerini, konumunu imamlara terk eden, köylerden çekilen, yayılmacılara tutsak işçi, boynu bükük dilenciler yetiştirmeyi onursuzluk saymayan, hakkını, yasayla değil, dinsel sözlerle arayan, bilime değil, doğru diye dayatılana inanan, emir kulu, diline saygı duymayan, dilini iyi bilmeyen, diline yerel ağızları ortak koşmalarına ses etmeyen… bir yeni kuşak öğretmen isteniyor.
Öğretmen Günü kutlamasında 15 bin yeni öğretmen atamasının müjdesi verilmiş. İktidar yönetiminin başınca şöyle denmiş: “Bunu size bir tür öğretmenler günü hediyesi olarak tevdi etmek istiyorum.”
1928 yılının eski sözcüklerini hortlatıyorlar. Biri çıkıyor ortada dolaşan bir gerçeğe, gerçek değil diyeceğine, sözü eski dile, Arapçaya bulayıp hilafı hakikat diyor, diğeri hediye vermiyor, nereden buluyorsa eskimiş, hiç kullanılmayan bir sözü, “tevdi ediyor.” Devlete, Milli Eğitim’e hizmet etsin diye değil, bir bağış yapar, iyilik yapar gibi öğretmenleri göreve atıyorlar artık. Sadaka verir gibi tüm işler…
Kadınsan başını örttün mü, erkeksen Cuma’da göründün mü, bazı vakıflara bağış yaptın mı, yalandan din iman dedin mi, asılmış vatan hainlerini saygıyla andın mı, işin tamamdır…
Başöğretmenimiz Atatürk’ün bu sözlerini bir kez daha okuyalım mı?
Artık ne yararı olacaksa…
“Öğretmenler; yeni nesli, Cumhuriyetin fedakâr öğretmen ve eğitimcileri sizler yetiştireceksiniz, yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır.”
“Hiçbir zaman hatırlarınızdan çıkmasın ki, Cumhuriyet sizden "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür " nesiller ister.”
Feza Tiryaki, 25 Kasım 2014