İHANET

İHANET

İletigönderen Feza Tiryaki » Çrş Oca 24, 2018 1:27

(Okuduklarım- 2)

İHANET

Zaman çok hızlı akıyor.

Bir şeyi, bir durumu merak ediyorsun, daha konunun üstünde düşünüp dururken, nedenleri kafanı kurcalarken, sorunun yanıtı kendiliğinden geliyor. Neyi nereye kadar gizleyecekler?

Geçen gün, okuyanlara sordum, “Elia ile Yolculuk” kitabını eleştirirken, “Bu kitabı, Livaneli, “Eniştem beni niye öptü?” misali neden yazmıştır, sorsalar da açıklasa!”diye. Gerçi doğrudan yanıt verilmedi ama soruma, gündemdeki bir haber başlığı, bir gazetecimizin yorumu sorumu yanıtladı:

“Kanal İstanbul”cular, İstanbul’da “Pontus” sergisi açtırdı!..”

Bu yazıda, eski Milli Savunma Bakanlığı Genel Sekreteri Kurmay Albay Ümit Yalım:

“Kanal İstanbul’un, 3. Boğaz Köprüsü ve Körfez Köprüsü gibi atıl olacağı şimdiden belli. Sözde Kanal İstanbul’un Kanal Bizans’a dönüşmesi kaçınılmazdır. Kanal Bizans Projesi ile tarihi yarımadanın Trakya’dan ayrılarak Vatikan statüsünde bir yapılanma olacağı ve böylece Türk topraklarında Bizans Devletinin kurulacağı açıkça görülmektedir.” diyor ve “Yunanistan’ın Bizans’ı inşa etme çalışmalarını” olayların ayrıntılarıyla, tarih ve belgeleriyle açıklıyor.

Nerede mi bu açıklama? Yeniçağ yazarı Ahmet Takan’ın son yazısında.

Demek ki, bu işler bireysel değil, küresel çetenin dayatmaları, hepsi sırasıyla uygulanacak. Küresel çetenin elemanları da boş durmayacak tabii, elinden yazı gelen yazacak, ikiyüzlü siyasetçi, ağzı laf yapan sözde aydın çetesi ise, bölücü – yıkıcı konuşacak, toplum el birliğiyle aptallaştırılacak.

Bölücü söylemli, Rumcu- Ermenici- HDP’ci birinin aynı anlarda İstanbul’a CHP il başkanı seçtirilmesi boşuna mıdır? Suriye’de gerçekten Amerika’ya karşı savaş olacağını, bu iktidarca bizim iyiliğimize bir durum yaratılacağını sanıyor musunuz?

Bu son “savaş” kargaşasıyla, Suriye’den büyük bir göç daha alınarak, bu kez Arap’ın yanında, Suriye’nin kimlik bile vermediği, devletlerine düşman, teröre bulaşmış etnik bölücüler sürüsüyle gelecekler, dün itibariyle gelmişler çoktan resmen açıklanıyordu, üç yüz bine yakın sığınmacı. Ülkelerindeki “Savaştan kaçan kardeşlerimiz”miş (?) onlar.Bu gidişle Cumhuriyetin kuruluşundaki tüm dengeler değişecek, kuruluşta yapılan iyi işler bozulacak, bölücülerin istediği ortam doğacak. Ülkemizin toplum yapısı başkalaştırılacak. Yönetim biçimimiz, Atatürk Cumhuriyeti’nin meclisi öne çıkaran yapısı, önceki yıl, sonucu çok tartışılan, hileli denilen bir oylamayla, bir oldubittiyle dönüştürüldü, TBMM önemini yitirdi, sistem başkanlığa çevrildi. Siyaset bilimcileri, yurtseverler, “ulus devlet” tehlikeyi girecek, yalnızca geri kalmış, parçalanmış Ortadoğu ülkelerinde benzeri olan “tek adam” sistemi, bölünmüş yapılanmalara (eyalet, kanton) kapı açacak” diye az uyarmadılar o gün bu gündür. Ermeni açılımı zaten vaktiyle yapılmıştı. İktidarın ilk yıllarında Ermenistan’la maçlar, onların Ağrı Dağı simgeli uçaklarıyla gelmeleri, bizden onlara sözde soykırım için özür dilemeler, sınır kapılarını açma toplantıları, “Hepimiz Ermeniyiz!” çığlıkları, bir anda düzenlenen, aynı elden çıkma pankartlarla yürüyüşler… Cemaatsiz kiliseleri boşuna mı açıldı, çanları takıldı? Yabancıya toprak satışı, karşılıksız, serbest bırakıldı ülkemizde çoktandır. “Gelin, Doğu’da, istediğiniz yerde yerleşin! Sizlere vatandaşlık da vereceğiz”, denmedi mi açılımda onlara?

Yazarımız (Ahmet Takan) tarihleriyle açıklıyor Rumlara, papazlarına verilen tavizleri. Kanal İstanbul’la birlikte, yeni Bizans’ın alt yapısı hazırlanıyormuş, Bursa –İznik çevresine Yunanistan’dan Rumların geri getirilmesi, yerleştirilmesi düşünülüyormuş, Bizans yavaş yavaş kurulacakmış.

Trakya bölgemizin idaresinin vatandan koparılacağı da söyleniyor. Bu kanalla, akıntı yönü, yüksekliği, iki yönlü doğal akışı değişecek olan Marmara Denizi’nin ölü deniz olacağını, kokacağını, hatta bu bozulmanın Akdeniz’e kadar ineceğini, Karadeniz’i de derinden etkileyeceğini anlatan bilim insanları da var.

Boşuna mı 2017’nin en çok satan kitabı dediler, saçma sapan bu anı kitabına. Satmasa bile sattı denilecek ki, ilgi, Yunan, Rum güzellemelerine, onların yurdumuzla ilgili tek taraflı, kurgulanmış, “mağdur edilme – haksızlığa uğratılma” anlatılarına çekilsin. Bu arada da, “Anadolulu” olma bölücü kavramı işlensin, ülkemizin Rumların – Ermenilerin ortak vatanı (?) olduğu, onlara tehcir ile – mübadele ile haksızlık edildiği (?) beyinlere kazınsın. Sözde okumuş kesim, hani her şey olup da bir tek “Türk” olamayan kesim, ne kokar ne bulaşır, düşünme yetisini yitirmiş tatlı su sazanları buna hazırlansın, öncülük etsinler ilerdeki gelişmelere, ihanet sürecine. Çıkabilecek sesler şimdiden bastırılsın. Bakın bu kitabı, yazarla söyleşi yapan bir gazeteci (?) bayan – ne rastlantı bu bayan Latince ve eski Yunanca okumuş, bu ölü dillere hakim, halen erken dönem Anadolu hristiyanlığını(?) inceliyormuş, mesleğinde âlim yani, duyanı vay canına dedirtiyor, biz ne kadar önemsiziz, neler var – nasıl tanıtmış:

“İhanete ve direnmeye dair bir yol hikayesi.”

İhanet; hainlik, aldatma, güveni boşa çıkarma, demek.

Yönetmen Elia Kazan’ın 1950 yılında, Amerika’daki yol arkadaşlarına ihanetini, onları ispiyonlayarak yükselmesini demiyor herhalde bu kitabı “ihanete, direnişe dair” yol kitabı olarak tanımlarken bayan gazeteci. Çünkü bu konu Elia arkalanarak geçiştiriyor kitapta, üstelik övülerek. Anımsayalım mı?

“Mensup olduğu Yunan soyunun trajedi kahramanları gibi, onu bir ömür boyu takip edecek, ölene kadar peşinden ayrılmayacak… bir dönem.”

Buradaki övme az buz övme değil. Önce mensup olduğu soy deniyor. Yunan soyu. E, hani milliyetçi değildi Livaneli? Kendini öyle tanıtmıştı kitabında. Yunanlı’ya geldi mi soy önemli, trajedi kahramanları demeyle de, eski Yunan’a bağlıyor soyu. Eski Yunan’la şimdiki Yunanlı’nın arasında bir ilgi olmadığını sanat tarihçiler yazarlar. Olsun, kim bilecek bunu, ABD’li filmciyi yüceleştirecek ya, at gitsin… Algıları yönlendirmek değil mi yapılan iş?

Ümit Özdağ (siyasetçi-yazar) “Algı Yönetimi” adlı kitabında, algı yönetiminin amacını şöyle açıklar: “Algı yönetiminin amacı; insanların en güçlü organları olan beyinlerine nüfuz ederek onların dış dünyayı istenilen şekilde algılamalarını ve böylece yargılarının da istenilen şekilde yönlenmesini sağlamaktır.” Yine kitaptan:

“Propagandanın hedefi, insanın aklı değil; ruhudur. Ve propagandanın temel hedefi de birey olarak insan değil, kitle içindeki insandır. Çünkü kitle içindeki insan, birey hâlindeki insandan daha kolay ikna ve sevk edilebilen bir ruh yapısına sahiptir. Kitle, sevk edilmesi kolay, propagandaya açık bir topluluk olarak, bireyden daha kolay “nasıl düşünmesi gerektiği değil, ne düşünmesi gerektiği” söylenebilen sosyal varlıktır.” Bu sözleriyle de algı yönetiminin önemini vurguluyor Özdağ:

“Yani algı yönetimi dostları yönetmek düşmanı ise yenmek için gerekli, hatta vazgeçilmezdir.”

İşte okura yapılan da aynen budur. Kitapta Kayseri’yi, sözde, Elia’ya tanıtıyor yazar ama aslında bizlere diyor ne diyorsa:

“Meşhur Kayseri kalesini görüyoruz. Kaleyi MS 500 yılında Bizans İmparatoru Jüstinyen yaptırmış, diye anlatıyorum ona. Kayseri tarihine müthiş ilgi duyuyor, her şeyi öğrenmek istiyor.”

Bu cümle algı yönetiminin belgesi değil mi? Yoksa durduk yerde buralar Bizans’ındı anlamı taşıyan sözleri nasıl diyecek, işi Sezar’a, Sezar’ın Arapçası dediği “Kayser”e kadar nasıl bağlayacak? Ve bunları büyük planların yapıldığı şu günlerde yardakçılarına nasıl öğretecek?

“1913’te, Kayseri’de kırk bin Ermeni yaşıyordu; çoğu zengindi bunların ve aralarında Dr. Karabet, Dr. Manukyan gibi şehir yöneticileri vardı.”

Bu sözler neden söylenir bir Rum’un öyküsünde? “İhanet” dediği gazeteci bayanın kitabın buraları mı? Sözlerin devamı:

“Kayseri’deki kırk bin Ermeni’den otuz yedi bini sürülmüştü ve herhalde çok azı hayatta kalmıştı.”

Tehcirin nedenlerini, neden gerektiğini bilmeyeni aldatma ne kadar kolay…

Elia Kazan’ın yaşam öyküsünü başka kaynaklardan okuyunca, buralara 70’li yıllarda da, daha sonra da geldiğini öğreniyoruz. Kaç kez gitmiş oralara.

Sonra, nasıl bir rastlantıysa ülkemizin düşmanlarının, içten içe Cumhuriyetimize kin güdenlerin yolu, hep bir şekilde bölücülerimizle, içimizde büyüttüğümüz Cumhuriyet düşmanlarıyla kesişmiştir. Elia’da seksen bilmem kaç yılında, ününün tepesindeyken Paris’te Yılmaz Güney’in film setine gitmiş, Yılmaz Güney elini omzuna atmış ünlü yönetmenin, kanka pozundalar, kameralar çekimde, reklam tam gaz… Ülkemizi kötüleyen “Duvar” filminin çekimindelermiş. “Yufka yürekli, hümanist ülke (?) Fransa,” yargıç katili, katillikten hapis yatarken hapisten kaçırılıp Paris’e getirilen filmci Güney’i bağrına basmış, önüne Türkiye karşıtı film çevirsin diye her imkanı sermiş. Buluşma göz yaşartıcı. Bunlar anlatılmıyor tabii kitapta, yoksa verilmek istenen sahte algı, Elia’nın baş döndüren büyüklüğü (!) bozulabilir değil mi?

Burada bunların bir sahtelikleri daha göz önünde. Yılmaz Güney Türkçe konuşuyor, Elia’da yam yum anlaşılmaz sözlerle bir şeyler homurdanıyor. İmralı’daki terörist başı Öcalan da başka dil bilmez biliyorsunuz. Bu ikiyüzlüler, elikanlı sevicileri ve elikanlı katiller ancak Batı’nın yayılmacı “böl parçala” siyasetine yardım ederler.

Evet, belli, tanıtımdaki “ihanet” sözü Elia’nın, ünlü “cadıavı” ispiyonculuğu için denmemiştir. Filmci Elia, o yıllarda yaptığına hiç pişman olmamış ki ihaneti tartışılsın:

“Doğru olduğuna inandığım şeyi yaptım. Özür dilemiyorum. Utanmıyorum ve bu beni mutsuz etmiyor.” dediği yazıyor başka kaynaklarda.

Kraldan çok kralcı derler ya bazı durumlarda insanlara, yazarımızda burada öyle yapıyor: “Elia yıllar önce buralara gelmişti ama hem belleğinde pek bir şey kalmamıştı hem de o dönemlerde Türkiye daha farklıydı. Rumlar ve Ermeniler gideli çok olmamıştı, gelenekleri az da olsa sürüyordu. Ama şimdi her şey değişmişti. Bu yüzden yarın göreceklerimizden kaygılanıyorum.”

Elia’nın önceki gelişlerini unuttuğunu nereden biliyor? Sonra neden bu geziyi ilk kezmiş gibi anlatıyor?

Burayı, dokundurmalı bu sözleri okudukça aklı duruyor insanın. Meğer bizi gelenekleriyle Rumlar – Ermeniler güzelleştiriyormuş. Onların gitmeleriyle yavaş yavaş bozulmuşuz… Yazarın okurları burada içten bilenecekler, hayıflanacaklar, eskiye dönelim, yeniden güzelleşelim (!) diyecekler. İstenilen, algı bu.

Eskiye dönülecek ya, bunun yol taşlarından biri de yer adları. Yer adlarımızı eskiye bağlıyor yazar her fırsatta:

“… önce adı Khhalkedon olan Kadıköy’ün kaç asırlık çınarlarını hatırlatan elleri ve yüz çizgileriyle…”

Yaşlılıktan buruşmuş eli-yüzü anlatmada gizlenen algı yönlendirmesine bakınız. Hem Kadıköy’ün eski adı şuydu, buralar onlarındı derken algıya yönelik sözlerini nasıl da şiirsel bir havaya sokmuş: “Kadıköy’ün kaç asırlık çınarlarını hatırlatan elleri…” Ne yapmış da anlattığı kişi İstanbul’la, Kadıköy’le böylesine özdeşleşmiş?

“Burası Trabya! Rumcası Therapia; yani terapi. İstanbul’un bir çok mahallesi gibi Rumca bir ad taşıyordu.” “… Elia’nın iyileşmek için İthaka’ya doğru çıktığı yolculuktaki ilk durağı Therapia olacaktı.” Anlat anlat, iyi geliyor…

Annesinin yaşadığı yeri ararlarken, ikilinin arasındaki konuşma içinizi ürpertmedi mi? Ne yapılmak isteniyor, belli değil mi?

“Beni götür oraya, çabuk götür, hemen götür!” diyor. … Annesinin kasabasını bulup bulamayacağımı soruyor.

Elbette buluruz, diyorum. Herhalde ismi değişmiştir, Anadolu’daki her Rum yerleşiminin adı değişti, Türkçeleştirildi. Rumlar gittikten sonra kalan izleri silmeye giriştiler.”

Bu tanıtıma da şaşırmalı mıyız?

“ 1453’te Konstantinapol’ü Türkler aldığı zaman, Roma medeniyeti sona ermedi.” “… Sultan Mehmet, yeni Doğu Roma imparatoru oldu. Zaten resmi unvanı da Kayser-i Rum idi. Yani Roma Sezar’ı.”

Sonra Fatih’in çok iyi Yunanca Latince bilmesi, Homeros’u okuması, ardından Truva’ya gitmesi, Aşil’in mezarını ziyaret etmesi… sözde bilgiler sıralanıyor ardı ardına. Algıya vurulan yumruk az buz değil. Verilen algı;

“İstanbul’u alan Fatih, burayı bugünler için korudu.” Bakın açıklamanın devamına:

“ Papa Pius’a, “ Helenlere karşı Truva’nın ve Hektor’un öcünü aldığını” yazmıştı. Kendisini yetiştiren üvey annesi ve karısı da Ortodoks’tu. Hiçbir zaman İslam’a dönmemişlerdi, Konstantinopol’ün adını değiştirmediği gibi Aya Sofya ve Aya İrini gibi kiliselerin adlarına da dokunmadı.”

Padişahtan söz ederken ön adıyla anıyor onu:

“Mehmet de ölünce kendisini Büyük Konstantin, Justinialos, Theodora, Zoe ve diğerlerinin yattığı yere gömdürdü. Hristiyan karısını da.”

Kitabın en ilginç yeri burası:

“Eee”dedi Elia biraz terslenerek, “ Ben tarihle ilgilenmem, niye anlatıyorsun bunları bana?”

Sahi niye anlatılıyor bunlar?

Ülkemizde sevilmeyen, okunmayan yazar Orhan Pamuk niye ödüllendirildi Batı’da? Fatih Akın, niye geçenlerde “Altın küre” ödülü aldı ABD’de? Bu ödül, 2014’te çevirdiği, başarısız, sözde soykırımı anlatan, Türk askerini kötüleyen Kesik (The Cut) adlı çirkin filmine teşekkür için olmasın?

İsmet İnönü döneminde, daha kırklı yıllarda kültür adına bastırılan ilk devlet kitapları, neden eski Yunan’ın klasikleriydi? İhanet o yıllarda mı başlamıştı?

Bakınız, bizi, bize yeren filmleri, kitapları öven övene gazetelerimizde. Yanımız yöremiz algı yönlendiricilerle sarılı…

“Küresel ihanet” ülkemizde gösterimde.

Algımıza saldırılıyor.

Görevimiz çok geç kalmadan algımızı korumak.

Yoksa, “Kanal İstanbul” geliyor, olanlar olacak…

Feza Tiryaki, 23 Ocak 2018
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 986
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x