gönderen Feza Tiryaki » Cum Oca 04, 2013 13:29
İKİ DÜNYA
Bize bir sanal dünya gösteriyorlar, gerçekmiş gibi. Aslında olmayan bir dünya. Cennet görünümlü Batı dünyası. Göstermeleri bir şey değil, buna saf, temiz insanları inandırmaları, kendilerine hayran bırakmaları, ne de güzel dünya diye izleyene iç geçirttirmeleri olmasa…
Yeni yıla girerken bunu iyice abarttılar. Elin kutlayıp bitirdiği Noel’i Yılbaşı’nda yeniden kutlattılar bize neredeyse… İzlencelerde onların bu kırmızı kostümlerini giymeyenin, başlıklarını takmayanın hatırı kaldı. Oysa Batılı, daha geçen ayın 25’inin sabahında çam ağaçlarını çoktan kapısının önüne atmıştı, hediyelerini çoktan alıp vermişti bu süsledikleri ağaççıkların dibinde.
Bir Avrupa, Amerika hayranlığıdır gidiyor… Yabancılara hayranız. Onların bir şeye benzemeyen, iklimi iklim olmayan, güneşi güneş olmayan, uzak geçmişi olmayan, uzak bir tarihi bile olmayan ülkelerine gitmeye, gezmeye can atıyoruz. Kirletilmiş doğalarına hayranız… Dillerine hayranız… Dinlerine, adetlerine, yaşayışlarına hayran edilmek isteniyoruz…
Biz en güzel yıllarımızı gurbette geçirdik. Sıladan uzakta. El memleketinde. Yabancılar arasında.
Geldiğimizde o övülen, anlatıla anlatıla bitirilemeyen Batı’yı gördük, Batılı’yı karşımızda çıplak , nasılsa öyle, gerçek yüzüyle bulduk.
İnsanların hepsi bir mi? Her milletin iyisi de var, kötüsü de diyeceksiniz şimdi. Buna bir şey dediğimiz yok.
Toplumların belli özellikleri olduğunu, bu özelliklerin kuşaktan kuşağa aktarıldığını toplum bilimcileri söylerler.
Batılı bencildir. Bireycidir. Önce kendisi gelir. Günümüzde Almanlar için, Alman’ın arabası, garajı (evi) dünyada en önemli iki varlığıdır diyorlar. Övündüğü, değer verdiği, koruduğu. Bunu kendileri diyor.
Türk konukseverdir, kendini düşünmesini bilmez, vericidir. Yüce gönüllüdür. Irk ayrımı bilmez, ırkçılıkla tanışmamıştır. Dayanma gücü yüksektir, güçlükleri sabrıyla, sessiz, kararlı direnişiyle alt eder…Tüm dünya bu özelliklerimizi biliyor.
Evinizde bir gece geçirecek, evinize yeni kiracı olacak birine, bir gecelik Tanrı misafiri olan bir küçük çocuklu genç aileye, hangi Türk, mutfağından iki yumurta satar, bu yumurtaların parasını alır, yumurtaların pişirileceği tavaya koyduğu bir damla yağ için de, yaptığı insanlık dışı davranışı kapatırmış gibi, yağı benden hediye olsun, ondan para almayayım der?
Bir Batılı bunu der. Ben yaşayarak öğrendim. En beğenmediğiniz Türk kadını bunu diyemez, çıkarır iki yumurtayı verir. Yoksa evinde yumurtası bir koşu gider başkasından ödünç alır, yine verir…Vermekle kalmaz daha ne eksik, ne vereyim der.
Sevgi öğrenilen bir duygudur derler. Verici olmak da öyle. Sevilen sevmesini bilirmiş. Kuş yuvada gördüğünü işlermiş…
Komşuluk yaşanmaz oralarda… Aynı binada oturursunuz yıllarca karşı kapıda kim oturur, nedir necidir bilmezsiniz. Bir yaşlının, yalnız yaşayan bir kişinin evinde öldüğünden altı ay sonra bulunması doğaldır bu yüzden, fazla şaşılmaz böyle haberlere… Birinin, doğum günü geldiğinde yanıt vermemesi üzerine anlamışlar aylar önce öldüğünü. Birinin, evinden su akınca, sudan korunmak için kapısını kırdırmışlar, koltukta ölüsünü görmüşler. Bir arkadaşım komşusunu evinde yatağında ölü bulmuştu. Ömrünün geçtiği memleketinde yaşlı Alman kadın, Türk komşusuna evinin anahtarını vermiş, beni her gün kontrol et demiş. Onlarca dairenin olduğu binada Türk kadınından başkasına güven duymamış. Yaşadığı toplumdan öyle kopmuş ki, görüştüğü akrabası, arkadaşı kimsesi kalmamış…
Bir yaşlı kadın yine böyle elden ayaktan düşmüş evinde yatıyordu. Bomboş bir evde, bomboş, içinde yalnızca yatak bırakılmış bir odada. Devletin yoksul kesim için yapıp kiraya verdiği bitişik yapılı iki katlı küçük evlerden birinde. Ev eşyalarını mirasçıları çoktan alıp götürmüşler. Yatağıyla yalnızca kadını bırakmışlar geride. Komşuları Türk aile bakımını üstlenmiş onun, gönüllü. Kadının altını üstünü temizliyor, yemeğini kaşıkla ağzına veriyorlardı.
Yılbaşı haberlerinde okuduk. Fransa’da bir adam öldüğünden on beş yıl sonra evinde iskelet halinde bulunmuş. On beş yıl ne arayanı olmuş, ne soranı… Ne bir kapı komşusu merak edip kapısını çalmış…
Bir sosyal yardım kuruluşunda sağlıkçı olarak çalışan bir genç iki gün önce yaşamış bunu: Seksen beş yaşında yalnız yaşayan bir kadın. Her gün bu kuruluşa, verilen hattan sinyal ( belirti) veriyormuş. İşler yolunda hayattayım diye. Noel’in ilk günü kuruluşa bildirimi gelmemiş. Hemen birini göndermişler. Oraya giden genç anlatıyor: “Kapıyı açtım, evine girdim. Kadın yatak odasında uyur gibi yatağında yatıyordu. Gözleri açıktı. Eline dokundum, soğuk ve kaskatıydı. Ölmüştü. İlk kez hayatımda ölü gördüm, hemen polisi aradım.”
Kadın iyi bir semtte, iyi bir evde oturuyormuş. Ömrünün sonuna yalnız gelmiş, yalnız yaşamış, yalnız ölmüş… Yan komşusu o anda bayramını kutluyordur. Aylarca hazırlık yaptığı, çam ağacının altını hediye kutularıyla doldurduğu, sıcacık evinde yiyip içtiği, cam önlerini mumlarla süslediği bayramını…Üst kattaki ailece eğleniyordur. Alttaki çocuklarıyla pek mutludur… Gözünüzde bir canlandırın ne kadar utanç verici bir durum değil mi bu? İnsanların birbirleriyle ilgisi kalmamış. Komşuluk yok… Herkes kendisi için yaşıyor. Veya iki kişiye bir dünya… “ Sen ben ikimiz dünyalara bedeliz” anlayışı. Çekirdek ailesi için yaşayan, yalnızca ailesini düşünen, gerisiyle ilgilenmeyen de var…
Devlet, kurumlarıyla bu bencilliği dengeliyor oralarda. Parayla, görevlendirerek insanların birbirleriyle ilgilenmelerini sağlıyor…
Bizi şimdi bu toplumlara özendiriyorlar. Devletin bu toplumlarda halkına kol kanat gerişini, açını, işsizini kollamasını, onlara parasal, sağlık, bakım desteği sağlanmasını değil de, bu toplumların bencil yaşayışlarını öne çıkarıyorlar. Türk toplumuna onları övüyorlar, tek kişilik yaşamı, bencillikleri allayıp pullayıp gözlerimize gözlerimize sokuyorlar… Unutmayın, sırada bunların “Sevgililer Günü” var. Elin, anlamı değiştirilmiş, alışveriş gününe çevrilmiş, yozlaştırılmış “ aziz günü”nü bizimkiler onlardan daha coşkulu, daha bencil, daha pespaye bir şekilde (aşağılık) kutlayacaklar… Sevgi, bir tek karşı cinse duyulurmuş gibi… Yaşamdaki diğer sevgileri yok sayacaklar, arsız, yüzsüz ünlülerin mide bulandırıcı sevgili (!) öyküleriyle toplumu oyalayacaklar…
Pitt adlı bir Amerikan artistinin yeni filminin tanıtımını, film üzerine tartışma çıkınca bilgiağından izledim. Tanıtımda alt yazıda şöyle yazdı: “Ben Amerika’da yaşıyorum. Ve Amerika’da herkes tek başınadır.”
Görünmez hayalet gibi yaşanır oralarda. Yabancıysan işin daha da güçtür. Sokakta düşüp ölsen dönüp bakılmaz. Düşenle ilgilenecek kurumlar, kişiler vardır çünkü. Sıradan vatandaşı kendinden başka kimse ilgilendirmez…
Siz neden biz gibi birbirinize gidip gelmiyorsunuz, çat kapı bir kahve içmeye gitmiyorsunuz komşunuza diye sormuştum bir tanıdığa. “ Benim yaşam alanım kısıtlanır , kişisel özgürlüğüm zedelenir o zaman, denmişti bana. “Benim yaşamım bana aittir, kimse izinsiz, isteğim dışında yaşamıma karışamaz.” diye de perçinlemişti sözünü tanıdığım yaşlı Polonya göçmeni kadın.
Biz de aynı, böyle olma yolundayız. Bir ulusalcı gazetecimiz anlatıyordu, Ulusal Kanal’da yeni yılın ertesinde. Köylerde yaşayan nüfusu azaltın denmiş bizi yönetenlere. Batılı, yayılmacı yönetimler istermiş bunu. Derlermiş ki: “Kırk milyonu, kırk milyon kırsalda yaşayanı, yaşadıkları yerden uzaklaştırın. Sayılarını en az on milyona indirin. İnsanları kentlere doldurun. Üretim azalsın. Bizim de kesemiz dolsun! Malımız satılsın! Ülkenizin yaşam düzeni bozulsun…”
Güzel özelliklerimiz, aşırı , hızlı, kontrolsüz büyüyen kentlerdeki bu karmaşada yitirilsin isteniyor.
Büyük önderimiz Atatürk’ün bize kazandırdığı kendine güven duygusu, ulus olma, tasada kıvançta bir olma, sınıfsız bir kitle olma bilinci yavaş yavaş kaybolacak bu gidişe bir dur denmezse…
Ülkemiz ortadan bölündü. Siyasi bölünmeyi bir yana bırakırsak asıl bölünme toplumsal alanda oldu. Türk toplumunu iki kesime ayırdılar. İki ayrı dünya çıktı ortaya. Gidişi destekleyenler, gözleri kör, kulakları sağır, gücün, yönetimin arkasından gidenler, bilerek, isteyerek, çıkarı öyle gerektirdiği için bu dünyayı seçenler…Ortalarda dolaşan falan da kalmadı. Ya Batıyı taklit eden, özenen, onların kötü yönlerini, bencil yönlerini alan bir kesimdensin. Arapları taklit eden, şeriatçı yaşam düzenini beğenen, dinci hocalarca her denileni doğru kabul eden, dincilerin ele geçirdiği bir kesim de aralarında bunların. Bölücülerle birlikteler üstelik bunların hepsi… Ortaklaşa ülkemizin sonunu getirmeye çalışıyorlar. Ya bu dünyadasın. Ya da özünü korumaya çalışan, bunların bir türlü söz geçiremediği, aslını koruyan, aklını kullanan, Atatürk’ün gösterdiği yoldan ayrılmayan kesimdesin…
Bir yanda çok kazanan, kolay kazanan, kendini bir şey sanıp kendine bir paye (üstünlük, derece) veren kesim var. Üstelik bunların böyle olmasına biz elimizle, paramızla destek oluyoruz. Ne özelliği yüzünden bu kadar zenginleştiğini bilemediğimiz bir ünlü sunucu, giydiği çorabı bir daha giymezmiş. Çorap yıkanmazmış bu kişinin evinde. Giydiğini çıkarır atarmış, iyi mi? Bunu Batı’nın en uçlardaki zenginleri yapıyor. Milyarderler, büyük sinema oyuncuları, para babaları… Bu kişi ise daha dünün çulsuzu. Ne oldum delisi olmuş. Batı’nın örnek alınacak başka özelliklerine, siyasi bilinçlerine, seçmen olarak kendilerine sahip çıkmalarına, milliyetçiliklerine öyküneceğine, ülke çıkarlarını nasıl hep birlikte koruduklarına, yalakalık bilmemelerine özeneceğine, tutmuş bencilce para savurmalarına özenmiş. “Ne varmış yani, bir çorap bir lira etse ayda otuz lira çoraba harcayamaz mıyım, iyi kazanıyorum.” diye de kendini savunuyor.
Bir dizi oyuncusu evlendi, ertesi günü geline ne taktığını, balayında otele kuruşu kuruşuna ne ödediğini basına vermiş olmalılar ki ballandıra ballandıra anlatıldı, gidilen Maldiv Adaları’ndaki otelin resimleri, takılan takı resimleri gazetelere konu oldu. Oralardan bin kez daha güzel olan, her mevsim denize girilebilen, güneşin hiçbir gün terketmediği ülkemizi diline bile almıyor bunlar. Beğenmiyorlar. Yabancı yerler gözlerine güzel geliyor. İstenilen tam da bu zaten. İrili ufaklı, her boyda, her görünüşte, kendini sosyete belleyen, çok kazanmasıyla farklı olduğuna inanan, kendini şarkıcı, oyuncu sanan, bir şey sanan, sandıran çiçek - böcek bozuntuları bu tuzağı kuranların emrinde. Maskaralıkları ortalığı çınlatıyor…
Cumhuriyet değerlerini unutan, küçücük çıkarı için dincilere, bölücülere göz kırpan kırpana… Bunlardan iktidara muhalefetiyle tanınan, bunların en ünlüsüyle televizyonda söyleşilmiş. “Şimdi Söz Sizde” izlencesinde. Sözde, biri, iletiyle sormuş:
“İslami kesimlerle aran nasıl? “ diye. “İslamı anlamadan bu toplumu anlayacağını düşünüyor musun?”
Böyle bir soruya ne denir? Kişi kendini sorgulatır mı?
Bu denilenleri duyunca birden babamı anımsıyorum.
Cumhuriyetin ilk kuşaklarındandı babam. Cumhuriyette on üç- on dört yaşında bir çocuk olan. Halk evlerinin açılışında, o zamanki temsillerde çekilmiş resimleri vardır. Saçlarını şimdiki gençler gibi uzatmış, en çağdaş ve şık giyimleri kendi elleriyle dikmiş, giymiştir. Kadınlara sayısız manto dikmiş, çağdaş giyime mesleğiyle(terzi) hizmet etmiştir. Yeni yazıdan sonra da eski yazıyla tek satır yazı yazmamıştır. Takma adı “Hacı” sözüne yeni tanıdıkları takılırmış. Neden adın Hacı diye? Hacca mı gittin ? derlermiş. Hacca giden dedemden dolayı bu adla anılan babam soranlara hep şöyle derdi:
“Hacca gitmedim, gidilmesine de karşıyım. Ülkemizin bu kadar eksiği varken, halkımız yoksulken hacca para harcanır mı? Memlekette bir çeşme yapmak bin kez hacca gitmekten yeğdir.”
Bu ünlü oyuncu televizyonda aynı soruya ne demiş biliyor musunuz? Kırk yıl öncesinin yanıtına bile yaklaşamamış:
“İslamı anlamadığımı kim söylüyor? Ben besmelesiz ne evden çıkarım, ne de sahneye çıkarım.”
Buraya kadar tamam diyelim. Kendini onlara ispatlıyor. Sonrası ne peki?
“Benim kayınpederim hacı.”
Hacca gidilmesiyle övünüyor. Oysa giden kendisi için gider veya gitmez. Kimseyi de ilgilendirmez. Hacca giden daha iyi, daha müslüman mı da bununla kendini savunuyor. İlkokul çocuklarının devletin eliyle umreye getirildiği, neredeyse eğitimde Cumhuriyet öncesine dönülen günümüzde duyarlı bir aydın kişi böyle mi konuşur? Bundan sonra dedikleri iktidarın dört artı dört artı dört sistemiyle varacağı hedefi övme. On yıl sonra herkes eski yazıyla okuyacak zaten öyle değil mi? İstenilen bu! Okullara din kitabından ders olur mu? Din kitabını ezbere okuyabilmek bir dersin konusu olabilir mi? Üniversite giriş sınavına kadar din sokulur mu? Arapça ders ilkokula neden konur? Hem niye Arapça? Bakın ne diyor bu ünlü oyuncu burada:
“Eşim Kur’an-ı eski yazıyla okur. “
Gazete de bu haberi “Tokat gibi cevap” başlığıyla vermiş. Aslında tokatı kendine güvenenlere atıyor bu kişiler. Eski yazıyla okumak bir dinsel üstünlük mü sayılıyor? Bir şekilde iktidarın dümen suyuna gidiyorlar, bölücülerle kol kala giriyorlar, kraldan çok kralcı oluveriyorlar…
Bu ünlünün Kürtçülükle ilgili dedikleri ise insanın tüylerini diken diken ediyor: “Durup dururken insanların dağa çıkması, durup dururken insanların gırtlaklarını Meclis binasının içinde yırtarak konuşmaları sanki bir haksızlığa uğramışlar gibi görünmüyor mu?” diyor. Buna göre haksızlık varmış. Ha bir de çözüm için elini taşın altına sokabilirmiş.
Hürriyet’in bilgiağı gazetesi demin bir başlık atmıştı, sayfayı açınca, katil başıyla karşı karşıyasın. Bölücübaşı kuşbakışı aşağılara bakıyor, başı dışarda, bir uçan balondan bakıyor sanki. Aşağıda İmralı adası, iskelesi, yeşillikler… “İmralı’da bir ilk” yazmışlar üste. Okuyup, görüp, bakıp anladığımız şu: Birini tıkıldığı hücreden alıp gökyüzünde gezdirmişler, bunun hayalini kurmuşlar, demek odur ki pek yakında serbest kalacak bu kişi.
Sözcü’nün ünlü bir yazarı da” Apo, bu maçı sen kazandın, helal olsun. “ demiş. Hem onbinlerin, asker sivil nice insanımızın, canımızın ölümüne neden olana ön adıyla, ön adını kısaltarak sıcacık seslenmiş, hem de algımızı buna, bunun serbest bırakılmasına hazırlamış…
İki dünya var karşımızda:
Biri aklımızla, bilincimizle, belleğimizle oynuyor. Sahte, yapay, düzme, sanal bir dünya bu. Gördüğümüz insanlar, her şey, her şey sahte orada. Bize biçilen elbiseleri tutmuşlar burada başımızdan aşağı geçirmeye çalışıyorlar.
Diğer dünya, gerçek dünyamız. Burdaki insanlar bütün saldırılara karşı kendini savunuyor, kendini koruyor…
Herkes dimdik ayakta. Aklı başında, gözleri açık, bilinci açık, belleği taptaze…
Seçim sizin. İrade sizin! Yerinizi belirleme elinizde!..
Feza Tiryaki, 3 Ocak 2013
Bize bir sanal dünya gösteriyorlar, gerçekmiş gibi. Aslında olmayan bir dünya. Cennet görünümlü Batı dünyası. Göstermeleri bir şey değil, buna saf, temiz insanları inandırmaları, kendilerine hayran bırakmaları, ne de güzel dünya diye izleyene iç geçirttirmeleri olmasa…
Yeni yıla girerken bunu iyice abarttılar. Elin kutlayıp bitirdiği Noel’i Yılbaşı’nda yeniden kutlattılar bize neredeyse… İzlencelerde onların bu kırmızı kostümlerini giymeyenin, başlıklarını takmayanın hatırı kaldı. Oysa Batılı, daha geçen ayın 25’inin sabahında çam ağaçlarını çoktan kapısının önüne atmıştı, hediyelerini çoktan alıp vermişti bu süsledikleri ağaççıkların dibinde.
Bir Avrupa, Amerika hayranlığıdır gidiyor… Yabancılara hayranız. Onların bir şeye benzemeyen, iklimi iklim olmayan, güneşi güneş olmayan, uzak geçmişi olmayan, uzak bir tarihi bile olmayan ülkelerine gitmeye, gezmeye can atıyoruz. Kirletilmiş doğalarına hayranız… Dillerine hayranız… Dinlerine, adetlerine, yaşayışlarına hayran edilmek isteniyoruz…
Biz en güzel yıllarımızı gurbette geçirdik. Sıladan uzakta. El memleketinde. Yabancılar arasında.
Geldiğimizde o övülen, anlatıla anlatıla bitirilemeyen Batı’yı gördük, Batılı’yı karşımızda çıplak , nasılsa öyle, gerçek yüzüyle bulduk.
İnsanların hepsi bir mi? Her milletin iyisi de var, kötüsü de diyeceksiniz şimdi. Buna bir şey dediğimiz yok.
Toplumların belli özellikleri olduğunu, bu özelliklerin kuşaktan kuşağa aktarıldığını toplum bilimcileri söylerler.
Batılı bencildir. Bireycidir. Önce kendisi gelir. Günümüzde Almanlar için, Alman’ın arabası, garajı (evi) dünyada en önemli iki varlığıdır diyorlar. Övündüğü, değer verdiği, koruduğu. Bunu kendileri diyor.
Türk konukseverdir, kendini düşünmesini bilmez, vericidir. Yüce gönüllüdür. Irk ayrımı bilmez, ırkçılıkla tanışmamıştır. Dayanma gücü yüksektir, güçlükleri sabrıyla, sessiz, kararlı direnişiyle alt eder…Tüm dünya bu özelliklerimizi biliyor.
Evinizde bir gece geçirecek, evinize yeni kiracı olacak birine, bir gecelik Tanrı misafiri olan bir küçük çocuklu genç aileye, hangi Türk, mutfağından iki yumurta satar, bu yumurtaların parasını alır, yumurtaların pişirileceği tavaya koyduğu bir damla yağ için de, yaptığı insanlık dışı davranışı kapatırmış gibi, yağı benden hediye olsun, ondan para almayayım der?
Bir Batılı bunu der. Ben yaşayarak öğrendim. En beğenmediğiniz Türk kadını bunu diyemez, çıkarır iki yumurtayı verir. Yoksa evinde yumurtası bir koşu gider başkasından ödünç alır, yine verir…Vermekle kalmaz daha ne eksik, ne vereyim der.
Sevgi öğrenilen bir duygudur derler. Verici olmak da öyle. Sevilen sevmesini bilirmiş. Kuş yuvada gördüğünü işlermiş…
Komşuluk yaşanmaz oralarda… Aynı binada oturursunuz yıllarca karşı kapıda kim oturur, nedir necidir bilmezsiniz. Bir yaşlının, yalnız yaşayan bir kişinin evinde öldüğünden altı ay sonra bulunması doğaldır bu yüzden, fazla şaşılmaz böyle haberlere… Birinin, doğum günü geldiğinde yanıt vermemesi üzerine anlamışlar aylar önce öldüğünü. Birinin, evinden su akınca, sudan korunmak için kapısını kırdırmışlar, koltukta ölüsünü görmüşler. Bir arkadaşım komşusunu evinde yatağında ölü bulmuştu. Ömrünün geçtiği memleketinde yaşlı Alman kadın, Türk komşusuna evinin anahtarını vermiş, beni her gün kontrol et demiş. Onlarca dairenin olduğu binada Türk kadınından başkasına güven duymamış. Yaşadığı toplumdan öyle kopmuş ki, görüştüğü akrabası, arkadaşı kimsesi kalmamış…
Bir yaşlı kadın yine böyle elden ayaktan düşmüş evinde yatıyordu. Bomboş bir evde, bomboş, içinde yalnızca yatak bırakılmış bir odada. Devletin yoksul kesim için yapıp kiraya verdiği bitişik yapılı iki katlı küçük evlerden birinde. Ev eşyalarını mirasçıları çoktan alıp götürmüşler. Yatağıyla yalnızca kadını bırakmışlar geride. Komşuları Türk aile bakımını üstlenmiş onun, gönüllü. Kadının altını üstünü temizliyor, yemeğini kaşıkla ağzına veriyorlardı.
Yılbaşı haberlerinde okuduk. Fransa’da bir adam öldüğünden on beş yıl sonra evinde iskelet halinde bulunmuş. On beş yıl ne arayanı olmuş, ne soranı… Ne bir kapı komşusu merak edip kapısını çalmış…
Bir sosyal yardım kuruluşunda sağlıkçı olarak çalışan bir genç iki gün önce yaşamış bunu: Seksen beş yaşında yalnız yaşayan bir kadın. Her gün bu kuruluşa, verilen hattan sinyal ( belirti) veriyormuş. İşler yolunda hayattayım diye. Noel’in ilk günü kuruluşa bildirimi gelmemiş. Hemen birini göndermişler. Oraya giden genç anlatıyor: “Kapıyı açtım, evine girdim. Kadın yatak odasında uyur gibi yatağında yatıyordu. Gözleri açıktı. Eline dokundum, soğuk ve kaskatıydı. Ölmüştü. İlk kez hayatımda ölü gördüm, hemen polisi aradım.”
Kadın iyi bir semtte, iyi bir evde oturuyormuş. Ömrünün sonuna yalnız gelmiş, yalnız yaşamış, yalnız ölmüş… Yan komşusu o anda bayramını kutluyordur. Aylarca hazırlık yaptığı, çam ağacının altını hediye kutularıyla doldurduğu, sıcacık evinde yiyip içtiği, cam önlerini mumlarla süslediği bayramını…Üst kattaki ailece eğleniyordur. Alttaki çocuklarıyla pek mutludur… Gözünüzde bir canlandırın ne kadar utanç verici bir durum değil mi bu? İnsanların birbirleriyle ilgisi kalmamış. Komşuluk yok… Herkes kendisi için yaşıyor. Veya iki kişiye bir dünya… “ Sen ben ikimiz dünyalara bedeliz” anlayışı. Çekirdek ailesi için yaşayan, yalnızca ailesini düşünen, gerisiyle ilgilenmeyen de var…
Devlet, kurumlarıyla bu bencilliği dengeliyor oralarda. Parayla, görevlendirerek insanların birbirleriyle ilgilenmelerini sağlıyor…
Bizi şimdi bu toplumlara özendiriyorlar. Devletin bu toplumlarda halkına kol kanat gerişini, açını, işsizini kollamasını, onlara parasal, sağlık, bakım desteği sağlanmasını değil de, bu toplumların bencil yaşayışlarını öne çıkarıyorlar. Türk toplumuna onları övüyorlar, tek kişilik yaşamı, bencillikleri allayıp pullayıp gözlerimize gözlerimize sokuyorlar… Unutmayın, sırada bunların “Sevgililer Günü” var. Elin, anlamı değiştirilmiş, alışveriş gününe çevrilmiş, yozlaştırılmış “ aziz günü”nü bizimkiler onlardan daha coşkulu, daha bencil, daha pespaye bir şekilde (aşağılık) kutlayacaklar… Sevgi, bir tek karşı cinse duyulurmuş gibi… Yaşamdaki diğer sevgileri yok sayacaklar, arsız, yüzsüz ünlülerin mide bulandırıcı sevgili (!) öyküleriyle toplumu oyalayacaklar…
Pitt adlı bir Amerikan artistinin yeni filminin tanıtımını, film üzerine tartışma çıkınca bilgiağından izledim. Tanıtımda alt yazıda şöyle yazdı: “Ben Amerika’da yaşıyorum. Ve Amerika’da herkes tek başınadır.”
Görünmez hayalet gibi yaşanır oralarda. Yabancıysan işin daha da güçtür. Sokakta düşüp ölsen dönüp bakılmaz. Düşenle ilgilenecek kurumlar, kişiler vardır çünkü. Sıradan vatandaşı kendinden başka kimse ilgilendirmez…
Siz neden biz gibi birbirinize gidip gelmiyorsunuz, çat kapı bir kahve içmeye gitmiyorsunuz komşunuza diye sormuştum bir tanıdığa. “ Benim yaşam alanım kısıtlanır , kişisel özgürlüğüm zedelenir o zaman, denmişti bana. “Benim yaşamım bana aittir, kimse izinsiz, isteğim dışında yaşamıma karışamaz.” diye de perçinlemişti sözünü tanıdığım yaşlı Polonya göçmeni kadın.
Biz de aynı, böyle olma yolundayız. Bir ulusalcı gazetecimiz anlatıyordu, Ulusal Kanal’da yeni yılın ertesinde. Köylerde yaşayan nüfusu azaltın denmiş bizi yönetenlere. Batılı, yayılmacı yönetimler istermiş bunu. Derlermiş ki: “Kırk milyonu, kırk milyon kırsalda yaşayanı, yaşadıkları yerden uzaklaştırın. Sayılarını en az on milyona indirin. İnsanları kentlere doldurun. Üretim azalsın. Bizim de kesemiz dolsun! Malımız satılsın! Ülkenizin yaşam düzeni bozulsun…”
Güzel özelliklerimiz, aşırı , hızlı, kontrolsüz büyüyen kentlerdeki bu karmaşada yitirilsin isteniyor.
Büyük önderimiz Atatürk’ün bize kazandırdığı kendine güven duygusu, ulus olma, tasada kıvançta bir olma, sınıfsız bir kitle olma bilinci yavaş yavaş kaybolacak bu gidişe bir dur denmezse…
Ülkemiz ortadan bölündü. Siyasi bölünmeyi bir yana bırakırsak asıl bölünme toplumsal alanda oldu. Türk toplumunu iki kesime ayırdılar. İki ayrı dünya çıktı ortaya. Gidişi destekleyenler, gözleri kör, kulakları sağır, gücün, yönetimin arkasından gidenler, bilerek, isteyerek, çıkarı öyle gerektirdiği için bu dünyayı seçenler…Ortalarda dolaşan falan da kalmadı. Ya Batıyı taklit eden, özenen, onların kötü yönlerini, bencil yönlerini alan bir kesimdensin. Arapları taklit eden, şeriatçı yaşam düzenini beğenen, dinci hocalarca her denileni doğru kabul eden, dincilerin ele geçirdiği bir kesim de aralarında bunların. Bölücülerle birlikteler üstelik bunların hepsi… Ortaklaşa ülkemizin sonunu getirmeye çalışıyorlar. Ya bu dünyadasın. Ya da özünü korumaya çalışan, bunların bir türlü söz geçiremediği, aslını koruyan, aklını kullanan, Atatürk’ün gösterdiği yoldan ayrılmayan kesimdesin…
Bir yanda çok kazanan, kolay kazanan, kendini bir şey sanıp kendine bir paye (üstünlük, derece) veren kesim var. Üstelik bunların böyle olmasına biz elimizle, paramızla destek oluyoruz. Ne özelliği yüzünden bu kadar zenginleştiğini bilemediğimiz bir ünlü sunucu, giydiği çorabı bir daha giymezmiş. Çorap yıkanmazmış bu kişinin evinde. Giydiğini çıkarır atarmış, iyi mi? Bunu Batı’nın en uçlardaki zenginleri yapıyor. Milyarderler, büyük sinema oyuncuları, para babaları… Bu kişi ise daha dünün çulsuzu. Ne oldum delisi olmuş. Batı’nın örnek alınacak başka özelliklerine, siyasi bilinçlerine, seçmen olarak kendilerine sahip çıkmalarına, milliyetçiliklerine öyküneceğine, ülke çıkarlarını nasıl hep birlikte koruduklarına, yalakalık bilmemelerine özeneceğine, tutmuş bencilce para savurmalarına özenmiş. “Ne varmış yani, bir çorap bir lira etse ayda otuz lira çoraba harcayamaz mıyım, iyi kazanıyorum.” diye de kendini savunuyor.
Bir dizi oyuncusu evlendi, ertesi günü geline ne taktığını, balayında otele kuruşu kuruşuna ne ödediğini basına vermiş olmalılar ki ballandıra ballandıra anlatıldı, gidilen Maldiv Adaları’ndaki otelin resimleri, takılan takı resimleri gazetelere konu oldu. Oralardan bin kez daha güzel olan, her mevsim denize girilebilen, güneşin hiçbir gün terketmediği ülkemizi diline bile almıyor bunlar. Beğenmiyorlar. Yabancı yerler gözlerine güzel geliyor. İstenilen tam da bu zaten. İrili ufaklı, her boyda, her görünüşte, kendini sosyete belleyen, çok kazanmasıyla farklı olduğuna inanan, kendini şarkıcı, oyuncu sanan, bir şey sanan, sandıran çiçek - böcek bozuntuları bu tuzağı kuranların emrinde. Maskaralıkları ortalığı çınlatıyor…
Cumhuriyet değerlerini unutan, küçücük çıkarı için dincilere, bölücülere göz kırpan kırpana… Bunlardan iktidara muhalefetiyle tanınan, bunların en ünlüsüyle televizyonda söyleşilmiş. “Şimdi Söz Sizde” izlencesinde. Sözde, biri, iletiyle sormuş:
“İslami kesimlerle aran nasıl? “ diye. “İslamı anlamadan bu toplumu anlayacağını düşünüyor musun?”
Böyle bir soruya ne denir? Kişi kendini sorgulatır mı?
Bu denilenleri duyunca birden babamı anımsıyorum.
Cumhuriyetin ilk kuşaklarındandı babam. Cumhuriyette on üç- on dört yaşında bir çocuk olan. Halk evlerinin açılışında, o zamanki temsillerde çekilmiş resimleri vardır. Saçlarını şimdiki gençler gibi uzatmış, en çağdaş ve şık giyimleri kendi elleriyle dikmiş, giymiştir. Kadınlara sayısız manto dikmiş, çağdaş giyime mesleğiyle(terzi) hizmet etmiştir. Yeni yazıdan sonra da eski yazıyla tek satır yazı yazmamıştır. Takma adı “Hacı” sözüne yeni tanıdıkları takılırmış. Neden adın Hacı diye? Hacca mı gittin ? derlermiş. Hacca giden dedemden dolayı bu adla anılan babam soranlara hep şöyle derdi:
“Hacca gitmedim, gidilmesine de karşıyım. Ülkemizin bu kadar eksiği varken, halkımız yoksulken hacca para harcanır mı? Memlekette bir çeşme yapmak bin kez hacca gitmekten yeğdir.”
Bu ünlü oyuncu televizyonda aynı soruya ne demiş biliyor musunuz? Kırk yıl öncesinin yanıtına bile yaklaşamamış:
“İslamı anlamadığımı kim söylüyor? Ben besmelesiz ne evden çıkarım, ne de sahneye çıkarım.”
Buraya kadar tamam diyelim. Kendini onlara ispatlıyor. Sonrası ne peki?
“Benim kayınpederim hacı.”
Hacca gidilmesiyle övünüyor. Oysa giden kendisi için gider veya gitmez. Kimseyi de ilgilendirmez. Hacca giden daha iyi, daha müslüman mı da bununla kendini savunuyor. İlkokul çocuklarının devletin eliyle umreye getirildiği, neredeyse eğitimde Cumhuriyet öncesine dönülen günümüzde duyarlı bir aydın kişi böyle mi konuşur? Bundan sonra dedikleri iktidarın dört artı dört artı dört sistemiyle varacağı hedefi övme. On yıl sonra herkes eski yazıyla okuyacak zaten öyle değil mi? İstenilen bu! Okullara din kitabından ders olur mu? Din kitabını ezbere okuyabilmek bir dersin konusu olabilir mi? Üniversite giriş sınavına kadar din sokulur mu? Arapça ders ilkokula neden konur? Hem niye Arapça? Bakın ne diyor bu ünlü oyuncu burada:
“Eşim Kur’an-ı eski yazıyla okur. “
Gazete de bu haberi “Tokat gibi cevap” başlığıyla vermiş. Aslında tokatı kendine güvenenlere atıyor bu kişiler. Eski yazıyla okumak bir dinsel üstünlük mü sayılıyor? Bir şekilde iktidarın dümen suyuna gidiyorlar, bölücülerle kol kala giriyorlar, kraldan çok kralcı oluveriyorlar…
Bu ünlünün Kürtçülükle ilgili dedikleri ise insanın tüylerini diken diken ediyor: “Durup dururken insanların dağa çıkması, durup dururken insanların gırtlaklarını Meclis binasının içinde yırtarak konuşmaları sanki bir haksızlığa uğramışlar gibi görünmüyor mu?” diyor. Buna göre haksızlık varmış. Ha bir de çözüm için elini taşın altına sokabilirmiş.
Hürriyet’in bilgiağı gazetesi demin bir başlık atmıştı, sayfayı açınca, katil başıyla karşı karşıyasın. Bölücübaşı kuşbakışı aşağılara bakıyor, başı dışarda, bir uçan balondan bakıyor sanki. Aşağıda İmralı adası, iskelesi, yeşillikler… “İmralı’da bir ilk” yazmışlar üste. Okuyup, görüp, bakıp anladığımız şu: Birini tıkıldığı hücreden alıp gökyüzünde gezdirmişler, bunun hayalini kurmuşlar, demek odur ki pek yakında serbest kalacak bu kişi.
Sözcü’nün ünlü bir yazarı da” Apo, bu maçı sen kazandın, helal olsun. “ demiş. Hem onbinlerin, asker sivil nice insanımızın, canımızın ölümüne neden olana ön adıyla, ön adını kısaltarak sıcacık seslenmiş, hem de algımızı buna, bunun serbest bırakılmasına hazırlamış…
İki dünya var karşımızda:
Biri aklımızla, bilincimizle, belleğimizle oynuyor. Sahte, yapay, düzme, sanal bir dünya bu. Gördüğümüz insanlar, her şey, her şey sahte orada. Bize biçilen elbiseleri tutmuşlar burada başımızdan aşağı geçirmeye çalışıyorlar.
Diğer dünya, gerçek dünyamız. Burdaki insanlar bütün saldırılara karşı kendini savunuyor, kendini koruyor…
Herkes dimdik ayakta. Aklı başında, gözleri açık, bilinci açık, belleği taptaze…
Seçim sizin. İrade sizin! Yerinizi belirleme elinizde!..
Feza Tiryaki, 3 Ocak 2013