İşte Gidiyorum

İşte Gidiyorum

İletigönderen Feza Tiryaki » Pzt May 18, 2015 22:47

İşte Gidiyorum


Günlerden cumartesi. Hava, Almanya’nın alışıldık havası. Puslu, kapalı, nemli, yağıyor yağmıyor arası bir hava, ılıkça… Mayısın on altısı oldu, daha mı soğuk olsun?

Hastane yolundayım. Deri heybe çantamda, mis kokulu, dalından yeni koparılmış açık renk, leylak rengi leylaklar… Elceğizimle yaptığım mısır unlu poğaçalar…

Kent merkezinden geçen banliyö treninden iniyor, bir kat aşağıya, yürüyen merdivenlerle geçiyor, tren garının içinden ana kapıdan giren gün ışığına doğru koşarak dışarıya çıkıyorum.

Çevre hippilerle dolu, tembel, miskin geziniyorlar sağda solda… Garın önündeki geniş alanda, çevresi ince bir sıra beton taşla sınırlanmış çayırlıklara yuvarlanıp yatanlar, uyuklayanlar, baygın gibi kendinden geçmişler, sarhoşlar, yerlerde oturanlar, aylak aylak durduğu yerde kaşınanlar, boş boş bakınanlar… Bir de yolcular var, elleri çantalı, bebek arabalı, yürüteçli, bavullu, trene, tramvaya, otobüse yetişmek için, varacağı yere bir an önce varmak için koşuşturanlar… Asansörlerden inen yürüme engelli yaşlılar, gençler… Bisikletliler, bisikletini eliyle ittirenler, elinde dondurma yalanarak dolaşanlar…

Açık alandaki tramvay yolunu geçip, çarşıda yer altına inecek, kolları her yöne ayrılan büyük merkez metroya gideceğim.

Ara yolda ileriye doğru daha birkaç adım atıyorum atmıyorum, duyduğum bir sesle olduğum yerde çakılıp kalıyorum.

Bir kaval sesi. Memleketimden ezgiler. Dağlarımızdan, yaylalarımızdan bir ses yükselmiş, kaç bin kilometre uçmuş, gelmiş sanki… Bir çoban kaval çalıyor, dertlerini yüklemiş nefesine, ağıt yakıyor…

Ezgisinden türküyü bir anda tanıyorum.

“İşte gidiyorum çeşmi siyahım, / Önümüzde dağlar sıralansa da…”

Nağmeler ikinci tekrarında daha tiz bir tınıyla çalınıyor. Gökyüzüne yükseliyor, yükseliyor, yüreğimi yakıyor bu içli sesleniş. İçimden türkünün sözlerini mırıldanıyorum:

“ Haydi dolaşalım yüce dağlarda…/ Dost beni bıraktı ah ile zârda…”

Sesi arıyorum. Kaval sesi nereden geliyor? Kim çalıyor?

Araba geçişine yasak olan bu caddenin ortasından geçen, metroya inen yürüyen merdivenlerin dış çevresine göz gezdiriyorum. Ses buralardan geliyor. Yürüyen merdivenlerin gara bakan yönünde, duvar dibinde mumlar yakılı. Duvarda bir resim. Yezidi birinin resmi imiş, Musa Mirad adlı. Süleymaniye’de öldürülmüşmüş yenice. Suratı inik bir iki kızgın sakallı adam çevresinde duruyor mumların. Burası değil.

Yanda bir kadın dilenci, ayakta, gencecik, koyu renk ciltli, başı eşarplı, çingene entarili. Elinde çanak, gelene geçene sesleniyor. O da değil. Zaten olamaz…

Biraz ötede yere çökmüş bir yaşlı kadın. Orta Avrupalı köylü giyimiyle, başı bizdeki Rumlar gibi önden bağlı, önü önlüklü, ayak ucunda karton kutusu, içi bozuk paralı. Yanında yöresinde müzik çalan bir alet yok. Hem olsa bu müziği mi çalar?

Peki ses nereden geliyor? Kimsenin aldırmadığı, yürüyüp geçenleri bir an bile duraksatmayan bu iç yakan güzel sesin kaynağı neresi? Memleket havamızı kim çalıyor böyle gurbette?

Çok aramıyor gözlerim sesin geldiği kaynağı. Kulağımın yol gösterdiği yöne yürüyorum. Yola paralel, metronun beton yan duvarının dibinde elinde kaval, başı bej rengi el örgüsü yün bereli, üstü yağmurluklu orta yaşlı, zayıf, kirli sakallı, uzun saçlarına kır düşmüş adamı bir anda görüyorum. Bir alçak oturağa oturmuş, gözlerini gökyüzüne dikmiş, öyle kaval çalıyor. Hep aynı nağmeler bir inip bir yükseliyor… Gözlerim dolu dolu oluyor, bir anda boşalacağım, hıçkıra hıçkıra ağlayacağım…

Adamın ayağı dibinde, ötede yerde karton üstünde bir darbuka, bir küçük davul duruyor. Hemen yanlarında da çalgıların, boş bir kutu, içinde üç beş sarı renkli bozuk para.

Eğilip kutuya özenle para bırakırken dayanamayıp, bir an göz göze geldiğim çalgıcıya soruyorum:

“Türk müsünüz?”

“Evet!”

Hepsi bu kadar, daha çok sormaya, araştırmaya zamanım yok.

Yalnızca şu sözleri mırıldanıyorum ister istemez:

“Beni çok duygulandırdınız, sağ olunuz…”

“Siz de sağ olun…”

Dönüş yolunda yine gardayım. Trende zaman geçsin, bir de bir Türk gazetesine katkım olsun diye kitapçıdan bir “Sözcü” alıyorum. Uzun bir kuyruk kasada. Tren kaçacak veya gazeteyi bırakacağım aldığım rafa, mecburen. Benden önceki esmer gençten rica ediyorum, yerini alabilir miyim, ödemeyi önce yapabilir miyim diye. Olur diyor. Bu gün bende bir haller var; her dertli duruşluyu, her esmer, yanık tenliyi memleketlime benzetme, Türk sanma. Huyum kurusun, sormadan edemiyorum bu kuru, kavruk, rengi zenciye yakın koyu, dudakları morumsu gence:

“Türk müsünüz?”

Al işte yanıtı. Yumruk yemişten beter oluyorum:

“Türkçe konuşabilirim.”

Türk müsün sorusuna böyle bir yanıt alacağımı düşümde görsem inanmazdım. Türkçe konuşabilirmiş! Şerefsiz!

Giderken, Türkçe memleket havası…

Dönüş yolunda, aslını inkâr eden, algısıyla oynanmış bir kansız!

Burası gurbet!

Ne demiş ozan:

“Bağladım canımı zülfün teline, / Sen beni bağladın elin diline (gurbet eline).”

Bizi bu duruma getirenler, gençlerimizi ülkesinden koparanlar, onlara Türk’üm dedirtmeyenler, bölücü hainler epey iş başarmışlar!

Ozanımız Mahsuni bu dizeleri gurbette demiş zaten:

“Sermayem derdimdir, servetim ahım, / Karardıkça bahtım karalansa da…”


Feza Tiryaki, 18 Mayıs 2015

Ek bilgi: Ah ü zâr: Ah çekip inleme.
Çeşm: Farsça, göz.
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 1012
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 1 konuk

x