
Ünlü bir kısa öyküdür. Eski zamanlarda geçer. Padişah, halkı canından bezdirmiş. Her gün yeni vergiler, her gün yeni eziyetler… Vergiyi bindirttikçe, halkın boğazını sıktıkça, yasaları alt üst ettikçe, vezirini giyim değiştirtip halkın arasına salarmış. Bak bakalım dayanıyorlar mı? diye. Her defasında veziri şöyle haberlerle dönermiş:
“Halk çok umutsuz. Sana küfrediyor, ileniyor. Herkes ağlaşıyor…”
Padişah bunları duydukça, “İyi iyi der, ellerini ovuşturur, halka eziyete devam edermiş.
Yine bir gün, veziri halkın arasında kendini belli etmeden dolaşıyormuş. Bakmış ki, durum başka. Herkes zil takıp oynuyor. Göbek atıyor. Gülmekten kırılıyor. Ortalık bayram yeri.
Vezir koşmuş durumu anlatmış. Padişah:
“İşte şimdi durum kötü, şimdi yandık! demiş. Ağlamak gülmeye dönmüşse, bizi çözmüşler, olanı biteni görüyorlar… Sonumuz geldi…"
Buradaki gibi, bizim de durumumuz… O kadar açık açık, bizi aptal yerine koyuyorlar, gözümüze baka baka yalan söylüyorlar, ulusal çıkarlarımızı çiğneyip, düşmanlarımızın isteklerini tek tek yerine getiriyorlar, devletimizi gözümüzün önünde tüm kurumlarıyla acımadan, kafalarımıza, algılarımıza girerek, bizi dönüştürerek, çaktırmadan başımıza öyle bir yıkıyorlar ki… Üzülmeyi bıraktık, oynatmaya başladık…
Oynatmaya az kaldığımız bu günlerde, oynayarak, gülmecelerle gülerek aklımızı başımıza toplayalım mı? Güncelleştirdiğim Nasrettin Hoca öykülerini okumaya ne dersiniz?
Bana Ne Gerek, Düğün Dernek
Hocayı komşuları evlendirmeye kalkmış. Toy düğün kurmuşlar… Düğüncüler, kargaşadan, işten güçten olacak, Hoca’yı yemeğe çağırmayı unutmuşlar. Pilavla zerdeyi Hoca pek severmiş. Düğün yemeğine çağrılmadığına bu yüzden epey içerlemiş, almış başını başka köye gitmiş. Düğün evinde, Hoca’nın ortadan kaybolduğunu görenler telaşa kapılmışlar. Eyvah ki eyvah, düğün gecesi Hoca ortalarda yok! Şimdi ne olacak?
Neyse sözü uzatmayalım, Hoca’yı öte köyün yollarında gezinirken bulmuşlar, çıkışmışlar: “ Hoca hoca, hiç düğün gecesi ortadan kaybolunur mu? Gerdeğe gireceğini unuttun mu?”
Hoca çıkışmış:
“ Ya öyle mi? Bana ne gerek düğün dernek! Pilavla zerdeyi kim yediyse gerdeğe de o girsin!”
(Suriye ile kim uğraşıyorsa, kim çıkarı için, iktidarı için küresel çeteye maşalık yapıyorsa, Suriye’ye Türk Ordusu’nu değil, kendi babasının oğlunu savaşmaya göndersin.)
Ona Soracağını Gel Önce Bana Sor
Köy kadınları dereye çamaşır yıkamaya gitmişler. Hoca’nın hanımı da onlarla birlikteymiş. Sere serpe taşlara oturmuşlar, çamaşır yuğuyorlar…
Timur adamlarıyla oradan geçiyormuş. Yoldan geçip gideceğine durup kadınları seyretmeye başlamış. Devir kaç göç devri. Hoca’nın karısı çıkıp ortaya bağırmış:
“İşiniz yok mu sizin? Utanmazlar! Yürüyün gidin!”
Bu söze Timur çok içerlemiş. Kim bu kadın demiş, kadının aslını neslini öğrenmiş.
Ertesi günü Hoca’ya adamlar gitmiş. Hoca’yı yaka paça Timur’un karşısına dikmişler. Timur:
“Falanca kadın senin karınmış. Ona soracağım var, çağır getir buraya.” buyruğunu vermiş. Hoca dikelmiş:
“Ne soracaksan bana sor. Ben de ona sorayım. O bana söylesin. Ben de sana diyeyim… Bizim hanımın burada ne işi var? Töreleri çiğneyen sensin! Hem senin onu sorgulamaya, üstelik suçluyken ayağına çağırtmaya ne hakkın var?” demiş.
( Adadaki bebek katili azılı caniyle, devlet artık doğrudan görüşüyor da, kimse ortaya çıkıp, “ Sen devletsin, çapulcularla, askerinin, polisinin, halkının katiliyle ne görüşüyorsun, onlara denk misin? diye sormuyor. Katilin ayağına gidilir mi, azılı katille pazarlık edilir mi,hem neyin pazarlığını ediyorsun, bu hakkı sana kim verdi?“ demiyor.)
Biraz Daha Başta Kalsa
Akşehir’e uğursuzun biri bey olmuş. O sene yanı yönü sel götürmüş.
Ertesi yıl kıtlık, sonraki yıl ağır bir kış, daha sonra kuraklık…
Derken görülmedik, işitilmedik büyüklükte bir yangın birdenbire çıkmasın mı? Ormanlar tutuşmuş, ekinler, ambarlar yanmış… Yüzyıllık eski yapılar, köşkler, hanlar yanıp kül olmuş… Köylünün de beli bükülmüş bu arada. Hayvanlarına saman bulamaz duruma düşmüşler… Hayvanlara bilinmedik bir hastalık gelmiş, hepsi telef olmuş, dağda bayırda dolaşan, yayılan tek bir hayvan kalmamış… Bir de kuduz kurt sürüleri köye kente inmez mi? Çoluk çocuğa saldırmaz mı?
Akşehirliler Hoca’yı beye göndermişler. Kurtar bizi demişler. Bey buradan gitsin. Gitsin de nereye giderse gitsin! Dirlik düzenliğimiz geri gelsin!
Hoca huzura çıkmış:
“Sultanım, siz pek büyüksünüz. Pek güçlüsünüz. İstediğiniz yeri yakıp yıkıyor, taş taş üstünde koymuyorsunuz.
Bize bu kadar beylik yetmez mi? Sizi baş etmemizin cezası yetişmez mi?
Bu gücünüzü, komşularımız üstünde de deneseniz. Bizi rahat bırakmayan, ikide bir üstümüze asker yollayan komşu devlete gidip baş olsanız. Bir on yıllık başlarına geçseniz…
Biraz daha başımızda kalırsanız toptan nalları dikeceğiz. Hep birlikte can vereceğiz. Gücünüz bari işe yarasın. Düşmanlarımızı yoketsin!” demiş.
(AKP iktidarı biraz daha başımızda kalırsa, ortada ne Türk devleti, ne Türk milleti kalacak… Ne bağımsızlığımız, ne dilimiz, ne dinimiz…)
Mazlumun Ahı, İndirir Şahı
Densizin biri Hoca’ya takmış. Hoca’yla uğraşır, elinden gelen kötülüğü ardına koymazmış.
Bir gün Hoca’nın bağını bahçesini talan ettirir, bir gün ardına köpek salarmış… Yoluna taş koymuş, Hoca’yı düz yolda bile düşürmüş. En sonunda evinin camını, kapısını indirtmiş, kışta kıyamette soğukta bırakmış…
Bu kadarına dayanamayan Hoca ellerini açıp ilenmiş:
“Dilerim, bin beter olasın. Üç vakitte bana etttiklerinin beterini çekesin. Kırk günde mi desem, kırk ayda mı desem, yoksa kırk yılda mı… Ettiklerin yanına kalmasın…”
Daha Hoca böyle ilenirken, adamın karda buzda ayağı kaymış, çok kötü düşmüş, ayağı dizinden kırılmış.
Duyanlar, Hoca’ya sormuşlar, hani en erken kırk günde belasını bulacaktı? Adam yorgan döşek yatıyor, kımıldayamıyor…
Hoca gülmüş:
“Bu başına gelen başkalarına ettiklerinin cezasıdır. Bana ettiklerinin cezasına da sıra gelecek…”
(Alma mazlumun ahını çıkar ( yavaş yavaş) aheste aheste!)
Tanrı Türk’e Acımış
Nasrettin Hoca, derin düşüncelere dalmış, bir ağacın altında oturuyormuş.
Karşıda bostan varmış. Koskocaman kabaklar incecik sapta. Yanı başında ceviz ağacı, altında oturduğu ağaç, fındık ağacı.
İçinden, “Hey Allahım senin işine karışılmaz ama bu nasıl iştir böyle? Parmak kadar sapa on kiloluk on beş kiloluk kabakları takmışsın. Ötede salatalıklar ipince sapta, kolum gibi sarkıyor. Ulu ceviz ağacında ise küçücük cevizler…Ya bu fındık ağacının minicik meyveleri?”
Hoca böyle geçirirken içinden, şaşırıp dururken yerdeki kabaklara, gökteki cevizlere, yelin uçurduğu bir ceviz kafasına düşmez mi aniden?
Çıplak kafası, kabuklu yemişin esen yelle güçlenen ağırlığıyla acımış. Neredeyse çarpmanın etkisiyle başı gözü ağrıyacakmış…
Hoca hemen ellerini iki yana açmış, tanrıya şükretmiş:
“Allahım sen işini bilirsin, senin işine karışılmaz, “ demiş. “Ya benim aklıma uysaydın da fındığı cevizi yerlerde, kabağı, salatalığı ağaç dalında büyütseydin?”
(Tıpkı o hesap, Türkiye’nin başındaki belânın, bu ırkçı bölücülerin liderimiz dedikleri kişiler, böyle eli kanlı katil, adi bir katil değil de, kan dökmemiş, sıradan kişiler olsaydı ne yapardık? İşimiz kaç kat güç olurdu. Dünya durdukça katilden hiçbir yere baş olamayacağına göre, tarih böyle bir şeye tanıklık etmediğine göre, zavallı bir caniden yardım umanlara, kanlı, dış destekli dümenlerine bundan başka bir baş bulamayanlara hem acıyalım, hem bu duruma şükredelim.)
Feza Tiryaki, 26 Şubat 2013