İTİN KÖPEĞİN
Önce diyeyim, bu bir hayvan öyküsüdür. İlgi duymayan okumasın!
Kurt kocayınca itin köpeğin maskarası olurmuş.
Kınalı oldu. Kocayınca değil, elden ayaktan düşünce…
Onun kadar korkusuz, atak, kendine güvenen bir horoz, bu duruma düşmemeliydi, düştü…
Yüz yıllardan beri, ta ilk çağlardan başlayarak insanlara ders vermek için, öğüt vermek, yol göstermek için hayvan öyküleri boşuna anlatılmıyor. Bire bir örtüşüyor durumlarımız onlarla. Hayvanları gözlemle, insanları anlat… Hayvanlardan ibret al, insanlara uyarla…
Bizim içimizde de fırsatçılar var, kişiliksizler var, soyuna ihanet edenler var, sinsiler, çıkarcılar var, onlarda da…
Bizde de düşene vururlar, hayvanlarda da…
Doğanın yasaları acımasızdır, bizim aramızdaki vicdansızların da yürekleri öyle… Vatanına ulusuna kıyan, yurdunu, ulusunu korumayan, insan sayılır mı? Hayvan deseniz onlara, hayvanlar arasında insanları şaşırtan, örnek davranışlarıyla göz yaşartan ne hayvanlar var, bu söz uymaz… Hayvan bile bilerek türüne ihanet etmezken, içgüdüleri onlara yol gösterirken bazı insanlar hayvandan da beterler… Kuyruk acıları onları yönetir, kinleri gözlerini karartmıştır, kötülük üstüne kötülük yaparlar…
“Neydim deme, ne olacağım de!” sözünü hayvanlara bakıp söylemişiz sanki… Aslanın süt dökmüş kediye dönüşü… Kendine, gücüne pek güvenerek, yolsuzluk, haksızlık yapan, bilgisiz, yetersiz kişilerin günü geldiğinde düşecekleri durum değil midir? At ölünce itlere bayram oluşu… Kurdun tüy değiştirmesi ama huy değiştirmemesi… Dirgeni yiyen sıpanın bir daha sapa gelmemesi… Eşek yavrusunun bile bir kez canı yanınca akıllanması, eşeklik etmemesi… Ölmüş eşeğin kurttan korkmaması… Atalarımızdan günümüze ulaşan, örnek aldığımız, dilimize bu nedenle yerleşmiş deyişlerimizdir.
Kuzuya, “Suyumu bulandırdın seni yiyeceğim!” diyen kurt, dünyanın her yerinde, özellikle Arapların tepesinden inmiyor kaç yüz yıldır. Amerika, Avrupa Birliği kuzu postundaki kurt değiller mi? Onlara yardım eden kargaların tanınmamak için kanatlarına yapıştırdıkları boyalı tüyler çoktan dökülmedi mi? Mısır devletinin başkanı değil miydi maymun gibi kafese konulup Kahire sokaklarında dolaştırılan? Benim anam Türk’tür, devletime hizmete hazırım, ben ettim siz etmeyin diye yalvarmamış mıydı Afrika’da yakalanıp askere teslim edilen, it gibi kuyruk sallayan “Baş katil”? "Sirke büyür bit olur, enik büyür it olur." demeden teslim aldık, besleyip büyüttük. Yıllarca hapiste çürüyen, adı sanı unutulan caniye lider dedirttik hapiste sözde açılık grevini bastırdı numarasından sonra. Şimdi de devletle bir masaya oturtmadılar mı bu kanlıyı?
Hayvanlardan ibret almamış olacağız ki, “İt iti ısırmaz!” sözünü kulak arkası ettik, dünyanın itiyle işbirliğine giriştik… İtten medet umduk, ülkemiz için iyilik bekledik… Ülkemizdeki itler kendilerini bir şey sandılar, “İt kağnı gölgesinde yürür de, gördüğünü kendi gölgesi sanırmış." Bunlar şu an kendilerini öyle büyük görüyorlar. “İt utansa don giyer!” demişler, sözde aydınlarımız itten farksız ki açık açık terör örgütünü savunmaya bile geçtiler… Ülkemizin itleri donsuz. Kendilerini saklama gereği duymaz oldular.
Bakın, bir horozun öyküsünden bile neler öğreniliyor neler… Mahallenin horozları toptan saldırıdalar. Horozsuz kalan tavukları bağırtıp duruyorlar, tavuklara bir an huzur vermiyorlar…
Kendini elletmeyen, kimsenin kendisine dokunmasına izin vermeyen, o zamanlar kızıl tüyleri güneşte pırıl pırıl ışıldayan, uzun boyun tüyleri kına yakılmış gibi yaldız yaldız yanan Kınalı’nın, o gösterişli duruşundan eser kalmadı. Hınzırın(yabandomuzu) kümesi kaldırıp bir yana attığı o sabahtan beri, yürüyemiyor. Kuyruk, kanat tüyleri döküldü, kanat tüylerinin uçları kırıldı, kırmızı, kral tacı gibi heybetli kocaman ibiği söndü, bir yana kıvrıldı… Kendisi güçsüzleşti, çöktü gitti… Artık küçük kuşlara bile gücü yetmiyor. Yaralanan ayağının yaraları kapandı, görünürde bir yarası beresi kalmadı ama tek adım atmıyor on günden beri. Elden ayaktan düşmüş bir insan gibi, boynu bükük, gözü yere bakıyor… Yemek kabından kuşlar pişmiş mısır tanelerini çalıyor, özel yemeğini önünden kapan kedileri kovamıyor, bir zamanlar tepelediği tavuklar keyif için başını didikliyor…
En son bu durumu görünce, hayvanı kendi olanaklarımızla iyi edemeyince koyduk Kınalı’yı bir tahta kasaya, veterinerin yolunu tuttuk.
Altı ay önceyi yeniden yaşıyoruz. O zaman da böyle getirmiştik diğer hasta horozu. Kapı önünde şöyle yukardan bir bakmıştı hayvana hayvan hekimi, elini bile sürmeden hayvana teşhisini koymuş, içerden bir kutu merhem uzatıp bunu sürün ayağına diyerek bizi savmıştı.
Çaresizlik aynı kişiye yine muhtaç etti bizi. İlçenin tek veteriner hekimi. Cadde kıyısında küçük bir dükkân içinde yeri. Girince karşıda muayene odası yazıyor bir kapının üstünde. Belli ki burada kedi köpek muayenesi yapılıyor. Büyükbaş, küçükbaş hayvan muayenesi buralarda olamayacağına göre… Bizim gibi kümesindeki horozunu tavuğunu kucaklayıp gelen olmuş mudur bugüne dek, sormadık.
Şunu sorduk: “Hayvanımız yürüyebilir mi, kırık çıkık var mı ayağında, ne yapalım?”
Yanıtı hazırdı hekimin:
“Alın bu sıvı ilacı (antibiyotik), suyuna katın, yemine karıştırın, iki üç gün bunu yapın, geçer…” Ekledi: “ Ooo… İyi beslenmiş, pek de ağırmış…” diyerek de horozun kesim hayvanı sayıldığını, canının pek önemli olmadığını bize anımsattı bu arada.
Neyse, dediğini yaptık. Durum değişmedi, hiçbir şey geçmedi.
Geçen gün yine böyle yere çökmüş tek adım atamaz durumda zeytinin dibinde duruyordu Kınalı. Çevresinde üç tavuk, hepsi kendi havasında eşiniyor, dolaşıyor. Bahçenin dereye açılan kapısı açık. Bir an kulağıma garip sesler geldi. Dövüş sesi gibi, inildeme gibi, haşırtı hışırtı, pat küt… Hepsi var…
Koştuk. Yerinden kıpırdayamayan horoz bahçede yok. Köpek mi girdi dereden bunu alıp götürdü? Sağa sola bakındık, yok. Bir de, iki yüksek taş basamaktan dereye indik ki, ne görelim? Kınalı koca bir dere taşının üstünde defne dallarının altında çökmüş duruyor. Ağzı açık, gövdesi körük gibi inip kalkıyor…
Beş altı metre ötede baş düşmanı Çilli Horoz arkasına bakmadan kaçıyor.
Düşüne düşüne durumu çözdük. Çilli eskiden bizimkinden korkardı, buralara hiç yanaşamazdı ya, Kınalı yürüyemez olduğundan beri hep bu taraflarda. Bir punduna getirip intikam alacak besbelli… Derenin öte yamacında gelip gidip ötüyor, sesler çıkararak çevrede dolaşıyor. Oralarda dolaşan bütün tavukları, horozları ciyaklatıyor, tepeliyor, terör estiriyor…
Demek kapıyı açık görünce içeri dalmış, Kınalı’ya saldırmış. Kınalı da yürüyemeyen ayaklarıyla nasıl yürüdüyse, yürümemiş uçmuş görünüşe göre, onu kovalamış, basamakları atlamış, ardından dereye inmiş, dövüşmüşler. Kınalı’nın kafasının üstü delinmiş, kandan tepe tüyleri yapış yapış. İbikleri kanamış, boncuk boncuk kan topağı her bir ibik çıkıntısında.
O gün öyle geçti, yine ilaçlama, aspirin içirme…
Başının yarası kapandı. Gövdesindeki, ayağındaki yara kurudu. Kınalı iyileşmedi, yürümüyor.
Huyları da değişti. Eskiden ana tavuk (kuluçka tavuk) gibi gıt gıt sesler çıkararak tavukları çağırırdı bir yiyecek bulduğunda. Önce kendisi yemez, beklerdi tavuklar yesin; kalırsa kendisi de yerdi. Şimdi, kendi yem kabından bir şey almaya kalkan tavuğu gagalıyor, keskin bir gıt sesi çıkararak. Tavukların da huyu değişti. Kapıdan komşum uğramıştı dün, seslendi: “Koş, ayır, senin horozun üstüne tavuk tünemiş, başını didikliyor…”
Gerçekten tavuklar artık horozdan korkmuyorlar, horozun yönetiminde değiller, başı buyruklar…
Önceden kümese geç kalanı, karşı avluya gireni kapıda bekler, başlarını didikleyerek, çevrelerinde yan yan dönerek cezalandırırdı Kınalı. Dolaşırlarken tavukları yabancı bir horoz tepelemeye kalkışamazdı. Şimdi öyle mi? İki gündür horozun yanından ayırdığımız, yalnız dolaşmaya saldığımız tavukları başta Çilli olmak üzere mahallenin horozları sırayla tepeliyorlar. Ayırmaktan, horoz taşlamaktan bir hal olduk… Bu sabah onları kümeste tutmaya karar verdik, havalar Ağustos sıcağı değil ya, mevsim değişiyor yavaş yavaş, gün içinde yirmi beş derecelere kadar düştü ısı, kümesleri büyük, çıkmasınlar dedik…
Olmadı. Horozlar kümes kapısında bu sefer. Mecbur saldık tavukları öğleden sonra.
Yine dün akşam bir ara dere kapısını açık unutmuşuz, olanlar oldu.
O hiç kımıldamayan, yere çakılmış gibi duran, gün boyu yürüme talimleri yaptırdığım, ikide bir kaldırıp ayaklarını oynattığım, bütün bu yapılanlara tepkisiz kalan Kınalı baktım kafasını yere baston kullanır gibi dayaya dayaya, ayaklarını sürüyerek ilerlemeye çalışıyor. Ne oluyor diye meraklandım. Aynı anda Çilli’yi dere içinde gördüm. Çilli bir koşu yukarı zıpladı, Kınalı’nın yanına geldi. Kınalı, saldırıya hazır. Korku nedir bilmiyor. Birden ayağa kalktım saklandığım yerden araya girmek için. kovmama gerek kalmadan Çilli beni görünce gerisin geri kaçtı.
Anlaşıldı bu savaş bitmeyecek. Hayvanlara güç veren bir duygu mutlaka var. Yoksa tek adım atamayan, tembelleşen, yürümeyi istemeyen, yemeyi içmeyi çok azaltan, zayıf düşen bir hayvan neden ansızın yerinden fırlasın? Nasıl kendinden güçlüye korkmadan saldırsın? Yabancı yere gelen güçlü kuvvetli bir horoz neden ürkek olsun? Daha hiçbir şey atmadan üstüne neden korkup kaçsın? Her horoz, neden kendi çöplüğünde ötsün?
Hayvan deyip geçmemeli. Hayvanların da hafızaları var. Duyguları var. Huyları farklı farklı…
“At sahibine göre kişner." sözü tek atlar için denmemiş.
Bir kınalı horoz insana ne dersler veriyor.
Şu an direniyor.
Kurdun kuşun, pilicin tavuğun, yeni yetme horozun, kedinin, eniğin enciğin maskarası olsa da ruhu henüz yaşıyor. Bir anda kendine gelebiliyor. Ölmemiş…
Bir horoz kadar olamayanlar, düşmana teslim olanlar, içindeki gücü unutanlar, haksızlığa, saldırılara karşı çıkamayanlar, doğuştan korkaklar bu öyküyü okumasınlar… Anlamazlar!..
Feza Tiryaki, 16 Ekim 2014