Kalaycı Geldi, Kalaycı! / Feza TİRYAKİ

Kalaycı Geldi, Kalaycı! / Feza TİRYAKİ

İletigönderen Feza Tiryaki » Cum Kas 16, 2012 22:50

Kalaycı Geldi, Kalaycı!


Akdeniz güneşinin altında sımsıcak bir Kasım sabahı. Pırıl pırıl bir gün başladı yine… Sabahın ileri saatleri, öğle yakın…
Resim
Köy kömürlüğünün oradan geçiyorum. Uzakta, çöplüğün ötesinde, ortada belli belirsiz bir ateş yanıyor; ateşin dumanı tutmuş ortalığı. Ateşin çevresinde yere iki kişi oturmuş, aralarında bir oğlan çocuğu koşuşturup duruyor. Karşılarında bir iki köy kadını, dikelmişler, öyle duruyorlar.
Bu da nedir diye bakıyorum. Ekmek yapılsa, ateşi böyle olmaz, hem burada ortalık yerde yapılmaz. Sonra yufka ekmeğini, gözlemeyi erkekler yapmaz. Ateşin başında yere oturanın biri siyahlar giyinmiş bir erkek. Diğeri bir genç kadın, yere karayılan gibi kıvrılmış kara körüğün kolunu çeviriyor, ateşi harlıyor...

Bir an içimde çocukluğumun sevinç çığlığı kopuyor:

“Kalaycı gelmiş!”

Biraz daha yakına gidiyor, göreceğimi görüyorum. Elimde olmadan ters yüz dönüyorum, koşuşturuyorum sağa sola, sesleniyorum komşulara:

“Kalaycı geldi, kalaycı!” “ Bakırlarınızı alıp gelin!”

“Kalaycı geldi, kalaycı!..

Böyle seslenirlerdi kalaycılar geldiklerinde… Kalaycı derken son heceyi inceltip uzatırlardı. Biz çocuklar, onları görünce sevinç içinde mahalleye dağılırdık. Duyana duymayana bir de biz seslenirdik. Kasabamız “Kalaycı geldi!” çığlıklarıyla şenlenirdi.

Bundan sonrası bir izlence şöleniydi…

Kalaycının çevresinde halka olur, gözlerimizi onlardan ayırmazdık. Kalaycı tek başına gelmezdi. Karısı, varsa oğulları, kızları… Beşikte bebeği olan da olurdu. Biri kalay yapar, biri körüğe hava basar, biri getir götür işlerine bakardı. Yerde açılmış bir çukura bez örterler, bezin üstüne kum dökerlerdi. Bu kumda, kirli, lekeli, kararmış kapları, kalaylanmadan önce ayaklarıyla sürterek, kalça kıvırtarak temizleyen bir çocuk mutlaka olurdu…

Kalayla nişadırın birbirine karışan kokusu sarardı çevreyi. Ateşin dumanı genzimizi yakardı. Yine de kalaycının ellerinden gözlerimizi alamazdık. Kazanı, kapı kaçağı maşayla tutup ateşte ısıtması, içine önce kalay atması, üstü pütürlü kocaman kirli pamuklu bir bezle ovması, ardından nişadır atması, yine aynı hareketlerle ovması, kabı durmadan çevirmesi, altını üstüne getirmesi, yeniden yeniden aynı hareketleri yapması bize çok değişik gelirdi. Hele o kapkara, kirli paslı kabın bir anda bembeyaz pırıl pırıl oluvermesine şaşar kalırdık…

*

Aradan bunca yıl geçti. Bakır kapları elimizden aldılar. Mutfaklarımızdan çekip çıkardılar.

Pis, sağlıksız mallarını satabilmek, paraya para katmak için halkımızı uyuşturdular. Kalaydan kurtulmayı, kalay istemeyen kaplarda yemek pişirmeyi hayal ettirdiler, bunu bir matahmış gibi bellettiler topluma.

Neredeyse aynı yıllarda, bundan otuz kırk yıl kadar önce bütün Türkiye’yi naylonlaştırdılar. Naylonlaşma alüminyumu getirdi evimize. Koskoca bakır kazanları, bakır tencereleri tavaları ev ev dolaşarak toplattılar. Yeni çarşıya sürdükleri bu kap kaçağı öyle övdüler, öyle parlattılar ki halk kendi eliyle getirip evindeki bakırını verdi, yerine naylonunu, zehirlisini, ölümcülünü aldı…

Halkımız, bu ağır mutfak gereçlerini, yerinden kalkmayan her biri altın gümüş gibi bir servet sayılan bakır madeninden yapılmış türlü çeşitli eşyasını naylonculara kaptırdı. Bu değerli, ölümsüz ev eşyalarını bizden alanlar , alanlara öncülük edenler, bu ihanete ortak olanlar , aldıklarının yerine, bizi sezdirmeden yavaş yavaş öldürecek olanları koydular. Alüminyum (AL) en kolay eriyen bir madde. Hafif, yumuşak. Eriyip vucudumuza girdiğinde karaciğerimizde birikiyor. Vücudumuz onu bir daha dışarı atamıyor. Beyni etkiliyor. Çağımızın en korkulan hastalıklarından biri olan, yaşlılarımızın korkulu rüyası, bunama, ağır bunama (alzheimer ) gibi hastalıklara neden oluyor diyenler de var. Sonra yemeklerin böyle kaplarda piştikten sonra bekletilmesi zehirlenmelere yol açabiliyor.Teflon tavalar, tencereler de zararlı diyor uzmanlar. Çelik bile tam sağlıklı değilmiş…

Yemeğe kattığı lezzeti bir yana bırakın, en sağlıklı yemek kapları bakır kaplardır deniyor… Bakır kapların tek kusuru yıllık bakım istemeleri: Yılda bir kez kalaylanmak.

Bakırın kap kaçak olarak, yemek pişirmede kullanımı binlerce yıl öncesine dayanır. Bakır( Cu) kolay oksitlenmez. En eski madenlerden biridir.

Kalay (SN) da en eski madenlerdendir. Yurdumuzun pek çok yöresinde çıkarılır. Kalay, nişadırla birlikte kalaylama amacıyla kullanıldığında bakır kapların üzerinde koruyucu bir katman oluşturur. Nişadır (amonyak tuzu) kalaylama işleminin olmazsa olmaz maddesidir.

Bakır kapların elimizden alınması, Türk mutfağından çıkarılması bir sanat dalımızı da neredeyse öldürdü: Bakırcılık.

Bir ustalığımız, bir mesleğimiz daha öldü bakırcılık kaybolurken: Kalaycılık.

Bakırdan ne kaplar yapılırdı, neler neler yapılırdı:
Resim
En çok bilinen, kazan. Hani şu Nasrettin Hoca öyküleriyle, öykünün resimlerinde görüp tanıdığınız kazan…Yeni yetişen çocuklarımız bunu bile belki bilmezler. Bakırdan testiler ne güzeldir... Su içmesi başka kaplardan içmeye benzemez. “ Kalaylı tastan su içmek gibi…” deriz, temiz, güvenilir işlere… Dışı kalaylanmaz bu tür kapların. Bakır süslenir; üzerine dövme, kabartma, sıvama süsler yapılır. Böyle kapların yalnızca içleri kalaylanır, içleri bembeyazdır.

Bakır leğenler de pek güzeldir. Dışları bakır, içleri kalaylı.

Bakır leğenlerde çamaşır yıkanırdı, pekmez kaynardı, hamur yoğrulurdu… Şimdi bunun yerine naylon, alüminyum leğenler var. Bizi gizli gizli zehirleyen, öldüren, naylon. Bakır mangallar, bakır ibrikler, güğümler, bakır sahanlar, taslar, bakır tepsiler… Ya bakır bakraçlar? Halkalı saplı, sapını bırakınca, sapı, beli çukur bakır gövdesinin alt yanına çarparak ses çıkartan, o göz alıcı, pırıl pırıl , işlemeli güzelim bakraçlar… Yoğurt bakracı, süt bakracı, su bakracı…

Tencereler de ayrı güzeldi. Yerinden zor kalkan kalın tabanlı tencereler... İçinde yemek yavaş yavaş pişer, bakır kap yemeğin lezzetine lezzet katardı.

Halkımızı, nasıl apartman adını verdikleri, insanı doğadan koparan, mahalle , sokak yaşamından ayıran, birbirinden koparan beton yığınlarına soktular, aynı yıllarda bakırı, kalayı da yaşamımızdan kopardılar.

İnsanımızı son hızla, yüksek, daha yüksek, kocaman, daha kocaman tabutluklara sokuyorlar. Ev deyince halkımıza bu dayatılıyor. Şimdi kimse çağdaşlık, Avrupa, Amerika falan demesin. Oralarda böyle değil çünkü. Apartman biçiminde yüksek binalar, hele hele gökdelenler kentin belli yerlerinde, merkezinde oluyor. Diğer yapılar hep ev. Bildiğimiz, tek katlı, iki katlı, bilemediniz üç katlı evler…

Eski tarihi binalarımızı , eski evlerimizi, eski, bahçeli, güzelim okullarımızı neden yıkıyorlar, yerine ruhsuzunu, kaba betondan şekilsizini yapıyorlarsa, bu ev eşyalarını da aynı nedenden elimizden aldılar. Para hırsına. Kültürümüzü yitirmemiz, eskiyle bağımızı kopartmamız, ruhlarımızın kolayca esir alınması için…

Evlerinde alüminyum kap kullananları, evine naylon mutfak eşyası sokanları, alüminyum leğenlerde pekmez kaynatanları bıkmadan uyarırdım. Bakıra dönmelerini, varsa bakır kapları kalaylatmalarını söylerdim hep tanıdık tanımadık herkese…

Öyle dinlerlerdi, bazıları ise karşı çıkardı, naylonu, alüminyumu savunurdu...

*

O sabah, kalaycıyı görünce ne kadar sevindim anlatamam. Yirmi yıldır buraya gelmeyen, kaybolan bir meslek diriliyordu sanki.

Önce herkes kalaycılara uzaktan uzağa bakıyor… Çekişe çekişe pazarlık edip bir iki tencere tava getiriyorlar. Gün akşam olurken cesaretini toplayan yeniden yeniden kalaylanacak bakır kap getiriyor. Öyle ki o gün işi bitmiyor kalaycının. Ertesi günü de kalıyorlar köyde. Bu kez işleri öyle artıyor ki kalaycı yardıma kardeşini çağırıyor. Erkek kardeş karısıyla geliyor. Dört kişi , biri evlerde getir götür işini, biri tamir - düzeltme, lehim işini, ikisi de kalay işini yapıyorlar.

Resim
Fatma Ana, başını oyalı bir tülbentle şöyle bir bağlamış, yanlardan, arkadan kınalı saçları görünen bu yaşlı ana- yaşını kendi de bilmiyor- belini doğrultamadığı için yere çöküp, kalaylatmaya getirdiği kazanının, su kabının, basık pişirme kabının yanında konuşuyor, pazarlık ediyor bunlar kaça kalaylanacak diye:

“Bu kazanın kalayı yeni yeni!”

Kalaycı karşı çıkıyor:

“Bu en az yirmi senelik kalay. Yirmi yıldır kalaylanmamış…” Komşular atılıyor:

“Ne zaman kalaylattın? Kalaycı mı vardı ki?”

O zaman Fatma Ana, sözünü tamamlıyor:

“Bu kazanın kalayı yeni, eski değil. Oğlanı everdiğimde kalaylatmıştım… Yok yok evereli yirmi sene olmadı. On yedi sene bitti. Yeni kalay…”

Herkes gülüyor.


Köyde sanki bayram var. Kalaycıların başından ayrılamıyoruz. Yolda bir tanıdığa rastlıyorum. İstanbul’dan yeni geldi, genç bir emekli hanım. Şaşkın bana bakıyor:

“Yüzüne ne oldu bugün?”

“Ne olmuş?”

Gözlerinin içi gülüyor, bir güzel olmuşsun…”

Ağzım kulaklarımda: “ Kalaycı geldi!” diyebiliyorum… “ O yüzden böyleyim. Sevinçliyim.”

Cahide anlamıyor önce:

“Kalaycı mı? Neyle gelmişler? Atla mı eşekle mi?Hem ne var bunda sevinilecek?”

“Bu bir dönüşümün işareti!” diyorum. “Kurtuluşun küçük bir kıvılcımı!..” Hem kalaycı öyle atla eşekle falan da gelmedi. Minübüsle geldiler, anlayacağın evleriyle birlikte geziyorlar. Buradan kıyı boyunca her yere uğrayarak Konya’ya kadar gidecekler.”

“Hem biliyor musun kalaycının adı ne? Kalaycı gencecik, dal gibi bir delikanlı. Kapkara saçlı. Yanında dünya güzeli genç karısı. Sevil. Dört yaşındaki oğulları Ali. Genç adam mesleği babasından öğrenmiş. Muğlalı imişler. Antalya’da yaşıyorlarmış. Arabaları Kırklareli plakalı. Kalaycının adı da ne biliyor musun? Tanju!”

*

Kalaylamanın bir başka anlamı," bir şeyin üstünü örtme, aldatıcı görünüş” demektir. Bir anlamı da “sövme, küfür etme!” Kafamız kızdı mı kalayı basarız!“

Kırklareli’nde bir söz vardır, böyle durumlar için söylerler:

“Nişadırsız kalay tutmaz.”

Kalay tutmamış, nişadırsız kalaylamışlar bizi. İşte yirmi yıl sonra herkesin bakırı elinde. Evlerden yığınla bakır kap çıkıyor, kaplar kalaylanıyor.

“Dışı kalaylı içi alaylı “ bu mu demek acaba?

Sizi bilmem ama hâlâ benim içim içime sığmıyor:


“Kalaycı geldi, kalaycı!..”



Feza Tiryaki, 15 Kasım 2012
Ek bilgi: Yazı uygun resimlerle bezenecek.
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 1012
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Re: Kalaycı Geldi, Kalaycı!

İletigönderen Feza Tiryaki » Pzr Kas 18, 2012 16:08

Bugün Pazar. Pazarları nedense daha eğlenceli, insanı üzmeyen, insanın içini daraltmayan konuları okumayı severiz. Bu belki de ertesi günün Pazartesi oluşundandır. Haftanın ilk çalışma günü.

İşte bu nedenle, bu yazıyı hafta ortasında yazıp bitirdiğim halde haftasonunu bekledim yayınlanması için. Yaşı çok genç olmayanlar, geçmişin bu güzelliklerini, değerlerini az çok paylaşmış olanlar eminim bu yazıda kendilerinden bir parça bulacaklardır…

Unutulan bir kültür ögemizi, ustalığımızı, bu kaybolmaya yüz tutan kültürün günlük yaşamımızdaki yerini, yaşamın içinden anlatan bir sohbet yazısı bu… Kalaycıyı, kalaycılığı dinlerken geçmişe dönecek, anılarınızı canlandıracaksınız gözünüzde... Hem içiniz sızlayacak, hem elinizde olmadan gülümseyecek, hem de umutlanacaksınız...
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 1012
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Re: Kalaycı Geldi, Kalaycı!

İletigönderen NİLGÜN BAŞTUĞ » Pzr Kas 18, 2012 17:07

Nasıl güzel bir yazı... Az biraz hüzün, mahçubiyet ve yanağımda belirginleşen özlem dolu bir tebessüm ile iç çekerek okudum.
Ellerinize sağlık.

Sevgi ve selâmlar...
Ben yaşayabilmek için, kesin olarak bağımsız bir ulusun evladı kalmalıyım. Bu yüzden ulusal bağımsızlık bence bir hayat sorunudur.
Ya istiklal, ya ölüm!
Kullanıcı küçük betizi
NİLGÜN BAŞTUĞ
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 694
Kayıt: Çrş Eki 26, 2011 12:44


Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 4 konuk

cron

x