KANSER
Bugün, 4 Şubat, Dünya Kanser Günü’ymüş.
Günleri ayırmışlar, her gün bir şeyin günü. Bazı günler pek ünlü, bazıları bugünkü gibi gazetelere yazılınca biliniyor.
Kanser, Latince (cancer) bir ad, bir hastalık adı. Anlamı kötücül ur demek; organ, doku gözelerinin (hücre) düzensiz çoğalması sonucu oluşan urun adı. Bu urun iyisi de oluyormuş, kötüsü de. Kötüsünün adı kanser. Kendimizi bildiğimizden beri en korkulu hastalık adı olarak bu adı duyduk. Çevremizde bu hastalıktan sönen ne ocaklar gördük, bu hastalığa karşı umarsızların talihlerine kargışına (ilenme) da katıldık, yeri geldi sevdiklerimizi bağışlaması için Tanrı'ya yakardık...
Annemi, daha ilkokuldayken bu hastalıktan yitirdim. Başkent Ankara’da, Numune’de ameliyat olmuştu, ilçemizde aynı hastalıktan kurtulan bir kadının olduğu söylenirdi o zamanlar, kurtulanabilecek bir hastalık, en kötüsünü düşünmeyin denirdi, çocuk yüreğimiz umutlanırdı ama annem öldü. O zamanlar -1960’lı yıllar- tıp epey geri olmalıydı ki hastalık yayılınca bedene, sona gelinince, annem çok acı çekti, son iki ayını yataktan kalkamadan, acıdan kıvranarak geçirmişti, hiç bir şey acısını azaltamamıştı, iyi anımsıyorum. Otuzlu yaşların ortasında, yaşamadan öldü annem.
Komşunun küçük kızı, senin annen ölecek demişti bir anda yüzüme. Yine bir gün kapı arkasında kulak misafiri olmuştum annem hakkında konuşulanlara: “ Çare yokmuş, günü sayılıymış, ölecek...” Öldü. Ne içten ettiğim Tanrı'ya isyanlar, hayır ölmeyecek demelerim, gizli gözyaşlarım, yakarışlarım, hiç bir şey sonucu değiştirmedi...
Sonra, yaşadıkça ister istemez çevremde gözlemledim aynı hastalığın götürdüğü insanları... Ne genç ne yaşlı tanımasını, istediğini alıp sonsuzluğa götürmesini...
Yeni öğretmen çıkan bir arkadaşım öldü, kırkına varamadan mesleğinin doruğundaki bir öğretmenim, memlekette bir arkadaşımın kendisine eziyet eden kraliçe edalı üvey annesi, Silivri’de yazlık bekçisinin henüz dokuz yaşındaki oğlu, bir akrabamın gencecik erkek kardeşi, sonra yaş yaşamış annesi... Uzak, yakın tanıdıklar, yakınlarımız, yakınlarımızın yakınları, tanışlarımız, gazetelerden, filmlerden tanıdığımız ünlüler, konu komşularımız... İstanbul’da minübüste bir rastlantı tanıdığımız, durumuna üzüldüğümüz yoksul bir ailenin kanserli çocuğunun, yer yok diye Cerrahpaşa Hastanesi’nden atıldığını duymuş, çıkarılıp atıldığı Cerrahpaşa hastanesine, araya girerek yeniden yatmasını, ailesine para yardımı toplanılmasını da sağlamıştık çok yıllar önce... Ama çocuk ölmüştü. Yardım bekleyen, şaşkın şaşkın bakan, koca çocuk gözleri hep hatırımdadır... Belki diğer hastalıklardan daha çok ölünüyor ama bu hastalık uzun yıllar gizemini koruduğu, önceleri dokunduğunu alıp götürdüğü için olmalı adına “umarsız hastalık- amansız hastalık” kattı Türk toplumu kendiliğinden.
“Falanca ölmüş.”
“Neden? Amansız hastalıktan mı?” Böyle konuşulur, hastalığın adı denmezdi.
Amansız dert hep iyileri alıp götürüyor sözü yaygındır ama her zaman tutmaz. En son çok sevilen Levent Kırca, Kamer Genç bu hastalıktan öldüler. Bu hastalığa yakalandığını bildiğimiz bazı kötülerse taş gibi duruyor, gitmeye niyetleri yok...
Antalya yöresinde en tehlikeli böcek, akrep, adıyla anılmaz, kuyruklu derler adına. Böyle denince ortaya çıkmaz, sokmazmış gibi gelirmiş. Kanserin adı da öyle. Söylemesi bile onu çağırıyormuşuz gibi bir duygu veriyor. “Hayır söyle, hayır gelsin başına.” sözündeki gibi. İki ayağı çukurda olan, gözü toprağa bakan da ölüyor, yeni doğan da... “Azrail gelince oğul uşak sormaz” der atalarımız ama yine de tedbir elden bırakılmaz, uyanık olma önerilir:
“Gözümüzü açalım, yoksa açarlar.” Boş vermemeyi, gecikmeden alınan tedbiri, “Şüphe insanı rahat komaz ama çok tehlikeden de kurtarır.” diye öğütlerler. Kendine güvenmeyi, morali, iyileşmeye inancın önemini, “ Hekim kim, başına gelen!” diye söylerler. “Her derdin bir dermanı vardır.” “Teslim bayrağı çekme!” derler. Sağlıklı yaşam dilerler çevrelerine, uyarırlar:
“Hu öküzüm hu, ölünceye kadar dirlik gerek.”
Kanser sözü deyimlere de geçmiştir: Kanser gibi her yanı sardı denir, toplumdaki kötülükler, kötüler anlatılırken.
“Fani dünya hoştur ama âkıbet (son) mevt (ölüm) olmasa.”
Eskiler böyle de dermiş:
“Ey abdal, ey derviş, akçe ile biter her iş.”
Günümüzde, iyi, çağdaş tıpa ulaşma, iyi ellerde tedavi, iyi bakım hastalığı yeniyor. Geç kalan da umarsız değil.
Bu hastalık çoktan yenilmiş aslında. Nedeni, çaresi bulunmuş. Çok varsıl olanlar, gücü elinde tutan büyük (!) kişiler, (Amerika - küresel çete - izin verirse) bu hastalıktan, tanıda çok geç kalınsa da ölmüyormuş. Kodamanların sonlarını ancak ve ancak kazalar, akla gelmeyen aksilikler belirliyormuş... Yaşlanmaya da bir yere kadar çare bulmuşlar, organ nakilleriyle her organı yenilemede de çok yol almışlar...
Son yıllarda, önemli devlet başkanlarının, küreselcilerin, adı büyüklerin içinde kanserden ölen bulamazsınız deniyor. Eğer varsa ( Eski Venezuela Devlet Başkanı Chavez gibi) kişi Amerikan çıkarlarına ters giden biridir, sonunu kendi hazırlamıştır... Böyle diyor komplo teoricileri...
Bir kutusu 25 bin dolara bile ilacı varmış bu hastalığın – bir tıp (sağlık bilimci - hekim) doktorundan kulağımla duydum - bu ilaç serbestçe satılıyormuş Amerika’da. Paran varsa mesele yokmuş... Eğer bu tür ilaçlar ucuzlatılıp herkese ulaştırılırsa ilaç şirketlerinin o sonsuz kazançlarının sonu gelirmiş... Buna da izin verilmezmiş...
O zaman sıradan vatandaşa, sağlığını korumak, cana gözü gibi bakmak, çıkarcıya muhtaç olmamak kalıyor...
Tamamlayıcı (alternatif) tıpta da çok yol alınmış... “Doğalcı düşünbilim” yerinde durmuyor. “Acunsal enerji bilimi” yüzyıldır üzerinde çalışılan bir bilim... Dirimbilimciler (biyoloji), doğabilimciler de hiç durmadan konularında araştırıyorlar...
Alternatif tıp, bağışıklık sisteminin güçlendirilmesi için bedenin doğal yollardan, besinlerle, maddelerle uyarılmasıymış...
Bir de “duyumsal devinim” (kinesthetic) adlı bir eski Çin bilimi var. Hastalıkların oluşumunu bedendeki enerji yollarının tıkanmasına bağlayan, bedensel testlerle sorunun nerede olduğunun bulunacağına inanan bir yöntem. Devinimle (hareket) sağlık sorunlarını çözmeye çalışan bir tamamlayıcı tıp...
Buna göre bir organımız hastalanınca önce bize bir şekilde durumu belli edermiş, ben hastalandım, benimle ilgilen, şimdiye dek yaptığını yapma, bedenine ruhuna karşı tutumunu değiştir, dermiş. Bedeninin dediğine kulak verir, yaşam tarzını değiştirir, hastalanan organına önem verir, onu korur kollarsan, ruh sağlığını önemsersen hastalanmazmışsın. Ölüm, insanın yaşam enerjisini tüketmesiymiş.
Her gün gazetelerde hastalıklarla, özellikle de kanserle ilgili yeni buluşların haberlerini okuyoruz. Türk bilim adamları bu yolda büyük başarılar kazanıyorlar...
En son, Amerika’da bir bilim adamımız (Aziz Sancar) Nobel Kimya ödülünü kazanan üç kişinin arasına girdi. Ödüllü çalışmasını, kısaca, ışın tedavisinde hastalıksız hücrelerin zarar görmesini önlemek diye açıkladılar. Türkiye’de yaşayan kardeşi Kenan Sancar, geçen günlerde, “Aziz bana kanser tedavisi için yakında bir bomba patlatabiliriz demişti demiş ve eklemişti: “Aziz kısa zamanda ona da bir çare bulacaktır.”
Yine ABD’nin üniversitelerinden Yale’de çalışan bir Türk profesörü Murat Günel ve ekibi, geçen yılın sonundaki gazete haberlerine göre kanser tedavisinde çığır açacak bir buluşa imza atmışlar. Murat Günel demiş ki: “İyi huylu tümörlerin ne zaman ve nasıl kötü huylu tümörlere dönüştüğünün şifrelerini çözerek anladık.”
Eh bunlar olurken uçakların kalkış iniş alanında (apron) AKP iktidarının yönetimine girerken deve kesen THY boş durur mu?
“Bolu” adlı yolcu uçağının gövdesinde bir ay duracak bir pembe kurdela çıkartması ile meme kanseri ile ilgili bilinçlendirme çalışması yaptıklarını duyurmuşlar.
Bu projeyi geçen yıl başlatan Dr. Eda Küçüktülü demiş ki:
“Erken teşhis (tanı) çok önemli! Kanserden korkmayalım. Farkındalığımızı arttıralım, pembe kurdelelere sahip çıkalım."
Bu konu böyle uzar gider. Yakınlarımıza, sevdiklerimize, güzel insanlara, şifa isteyenlere esenlik dileyip fazla baş ağrıtmadan sözü burada keselim, ozan Teslim Abdal’ın, kötüler üzerine yazdığı “Lanet Yezit” adlı şu deyişi okuyup biraz gülümseyelim:
“Bu dünyadan o dünyaya giderken / Tu yüzüne, lanet şanına Yezit
Hak evini (gönül) yıkıp harap edersin / Tu yüzüne, lanet şanına Yezit
*
Kara köpek gibi kuyruk vurursun / Gelene geçene hav hav ürürsün
El sana güler, sen kime gülersin / Tu yüzüne, lanet şanına Yezit
*
Teslim Abdal eydür, ihlasın kaim (özü temiz)/ Gözümde okum yok, vurup yıkayım
Yetmiş iki millet canın yakayım / Tu yüzüne, lanet şanına Yezit”
Feza Tiryaki, 5 Şubat 2016