Kim Akıllı Kim Deli
Deliye sormuşlar: “ İçerde kaç kişisiniz?”
Deli soruyu soruyla yanıtlamış: “Ya siz dışarda kaç kişisiniz?”
Nasıl, ahlâk, namus, topluma, yere, zamana göre değişiyorsa, delilik de öyledir.
Duruma göre akıllı ile deli yer değiştirir.
Şu an ulusça delirmiş olmalıyız.
“Deli deli tepeli, kulakları küpeli” der çocuklar birbirlerini kızdırmak istediklerinde.
Bakın, kulaklarımız küpesiz. Gördüklerimiz yaşadıklarımız da kulağımıza küpe olmuyor belli,12 yıldır oynanan bu oyunu bir türlü bozamıyoruz…
“Sıfırladın mı paraları oğlum?” sözünü anlayamadık. Suçüstü yapılan iktidar başına tepki verilmedi, savcılar harekete geçemedi, yargı kolunu kıpırdatmadı, namuslu siyasetçiler ortaya çıkamadı, yavuz hırsız ev sahibini bastırdı. Sonuç, açgözlülerin sonsuza kadar devletin başında kalacağı yanılgısına düşürdü herkesi. Kaldığı yerden hayat devam etti.
17 Aralık rezaletleri bir rüya sayıldı. Unutmayanın hatırı kaldı…
Yine aynı günlerde önce yavaştan yavaştan, pek sessiz, sonra açıktan, meydandan, güçlü bir sesle bazıları için Cumhurbaşkanlığı sözü edilmeye başlandı.
Ya bunu seslendirenler delirmişti, ya dinleyenler…
O çok akıllı anketçi Hakan Bayrakçı bile sanki aklını şaşmıştı. “Sıfırladın mı oğlum”a karşı, dört aday ortaya atıyordu. Sözde onu zorlayacak dört aday. Adaylar gençlerden değil, seksenini aşmışlardan hem de… Yaşı doksana dayanmış, belki de bugünlerin ana suçlusu eski siyasetçiden cumhurbaşkanı adayı öneriyor bu anketçi: Süleyman Demirel. Merkezde eski partisini diriltmeye çalışan, ardından yeni bir oluşum başlatan ama başaramayan, yeni parti kurmada da başarısız olan Hüsamettin Cindoruk diğer ad. Sadettin Tantan’ın adı da var listesinde. Biri de İlhan Kesici: Ne köy olmuş ne kasaba en güçlü zamanında bile. Ne ilgisi varsa bu isimlerin adaylıkla? Bu adları öneren mi delirmiş, bu adları duyunca normalmiş gibi kafa sallayanlar mı? Ciddiye alıp tartışanlar mı?
Gezi olaylarındaki tutumları unutuldu iktidarın ve iktidar başının. Özelleştirmelerini zaten çok uzun yıllar önce unuttuk. Başa geldiklerinde tarlaları talan eden çekirge sürüsü gibiydiler. Cumhuriyet kurumları, işletmeleri, devletin bin bir güçlükle kurup geliştirdiği ekonomik yapılar, üretim merkezleri tek tek yağmaya açıldı, AKP iktidarı yandaşlarına dağıtıldı ülkemizin nesi var nesi yoksa…
Ülkemiz yabancıya açıldı, parayı bastırana toprağımız dağımız taşımız satılmaya başlandı. Vizesiz girer oldu eloğlu vatana, babasının evine girer gibi. Bankalarımız elden çıktı, devleti temsil eden ilk işletmeler bile toz duman edildi.
Paraya doymadılar, toprağa doymadılar, mala, mülke doymadılar… Güce doymadılar, gösterişe doymadılar…
Ne iktidarın başı doyabildi, ne çevresindeki karnı doymazlar doyabildi, ne kemik yalayıcıları doydular…
13 Mayıs’ta Soma Kömür madenindeki yangını, 2005’te iktidarca özelleştirilen, devletten alınan bu madendeki ölümlü kazayı duyduğumuzda işin sonunun nasıl geleceğini, facianın boyutlarının ne kadar büyük olabileceğini her aklı başında insan biliyordu. Daha ölü sayısı üçken, kurban sayısı yirmiye gelmeden ağızlar açıldı.
Biz biliyorduk da bunlar bilmiyor muydu? Kim akıllı, kim deliydi? Hemen işi deliliğe vurdular. Nasıl olsa bu milleti kandırmak çok kolaydı onlarca.
Artist görünümlü, süslü bayanları, ünlü televizyon gazetecisi (Nagehan A.)konuştu hemen o gece: “ Parantez olarak” diye söze başladı, ne demekse “parantez olarak?” Sonra devam etti:
“Maden işçiliği geçmişte, dünyada çok büyük acılara sahne oldu. Tarihte de…” dedikten sonra, bu “bayan ” dersine iyi çalışmış olmalı ki ta Nuh Nebi zamanından örnek vermeye kalktı! “Potosi”deki maden.” diyor bu çok akıllı kişi. Tabii anlamıyorsunuz. Neresi bu? Yunanca gibi. Derse devam ediliyor: “Bolivya köleleri…” Ha orası mıymış? derken, masal saatiniz sürüyor: “Bolivya köleleri aşağı (madene) indiriliyor. Binlerce…” Bu sayı kesmiyor masalcıyı, “On binlerce köle orada öldü… Altın için. Tarihte böyle bir şeyler…”
Bu anlatılanlar 16. Yüzyıl dünyasından. Beş yüz yıl öncesinden. İspanyolların Afrikalı köleleri çalıştırma döneminden. Şeytanın aklına gelmemiştir günümüzdeki bir kazayı beş yüz yıl önceki yaşamdan örneklerle anlatmak. Aynı anlatımı iktidarın başında da görüyoruz daha sonraki günlerde. Biraz daha insafa gelinmiş, bin sekizyüzlü yıllar, o yılların İngiltere’si örnek gösteriliyor. Gelişmiş ülkelerin hiçbirinde kırk yıldır kaza olmazken, en çağdaş yöntemlerle çalışanlar korunurken…
İktidarın ünlü “ Kuzu”su, hukukçusu, baş koruyucusu bunlar denirken hiç aşağı kalır mı? Ağzını açıyor daha o geceden:
“Orası adeta bir köstebek yuvası. Soma kazasında resmî rakamlar dışında bir takım kazmaların (“Kazma” her neyse, ne demekse) verdiği rakamlara inanmayın. Başbakan bugün Soma’ya gidecek.”
Vatandaşı “kazma” diye aşağılamak, paragözleri, hain, acımasız, yüzlerce genç işçinin katili sayılan maden sahibini, sorumluları, suçluları korumak… Yalnızca buralarda kalınsa korumada, yine iyi.
Devletin haber ajansı, aynı gün olayı şöyle duyuruyor:
“ Flaş” başlığı atılı habere. İngilizce okunuşuyla yazılmış bu söz, son dakika haberi, önemli haber anlamında imiş. Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşı’nın değerli kurumu Anadolu Ajansı’nın son durumu da böyle, dile saygısı bu flaş sözünden, kurduğu bozuk Türkçeli tümceden, Türk insanına saygısı, haberi verişinden belli oluyor:
“Soma Kömür İşletmeleri, alınan en yüksek ve sürekli denetimde olan tedbirlere rağmen yaşanan kazaya anında müdahale gerçekleştirildi.”
Nasıl da bir anda durumu çözmüşler? Garip canları, yoksul, çaresiz, sendikasız bırakılan emekçiyi, üç kuruş için canını dişine takan çalışkan, çilekeş, umarsız vatandaşı koruyacaklarına, İstanbul’a gökdelen diken, emekçinin, devletin sırtından para kazanan milyarderin, iktidarın adamı maden patronunun yanında duruyorlar. Bu adam (Alp Gürkan), yerden ölü canlar çıktıkça kaçacak delik arayacağına, toplumdan af dileyeceğine, başını taştan taşa vuracağına, ne yaptım ne ettim de böyle oldu diye dövüneceğine, üzüntüsünden delireceğine, malını mülkünü orada canlarını aldıklarına bir an bile düşünmeden bağışlayacağına, dağıtacağına, orta yerde duruyor, gelen iktidar zevatını karşılıyor, üstelik eli sıkılıyor, bu da elini sıkana gülümsüyor!
Profesör kılıklı biri (O. Kural), ölümleri hafife almada hepsini geçiyor: ”Karbon monoksitle ölüm çok tatlı bir ölümdür. Kimseyi hissetmezsiniz, birden bire ölürsünüz.” diyebiliyor hem de canlı yayında.
2010 yılındaki Zonguldak maden kazasında ölen otuz işçimiz için bu iktidarın o günkü bakanı Ömer Dinçer’in sözlerini bile geçiyor yerin yüzlerce metre altında boğularak, yanarak ölenlere denen bu delice sözler. Ömer Dinçer, şaka değil, şöyle demişti: “İlk yirmi cesedimizde bahsettiğiniz şeyden yoktu. Güzel öldüler!”
Bir iktidar vekilinin ( Şamil Tayyar), dedikleri ise dudak uçuklatacak cinstendi, yine kazanın olduğu gün demişti. Sormuşlar: “Partiniz üç hafta önce Soma kömür madeni ile ilgili görüşme teklifini reddetmiş. Buna pişman mısınız?” Yanıt evlere şenlik:
“Laf olsun, torba dolsun diye önerge veriyorlar. Böyle bir önerge hatırlamıyorum. CHP mi, MHP mi verdi, onu da bilmiyorum. Eğer CHP vermiş ise kaç CHP milletvekili oy verdi? Araştırma önergelerinin temel hedefi meclisi tıkamak. Sen kabul edilmesi için nasıl çabaladın onu söyle!”
İktidarın sözcü vekili (Hüseyin Çelik), gazetecilere: “Fakirlere çıkartılan kömürü zenginler çıkartsın. Böyle mantık olabilir mi?” demiş, ölü sayısı üç yüze yaklaşırken, kazanın dördüncü günü. “ Orada maddi durumu iyi olmayan birinin çıkardığı kömür, başka bir fakire gidiyor. Bu yapılan ne kadar doğrudur?” sorusuna verilmiş bu yanıt. Fakirler, zenginler… Hep zenginden yana olmak… İnsanları yoksul - varsıl diye de ayırmak…
MHP genel başkanı Devlet Bahçeli’nin, Soma’ya gidip dedikleri, iktidarın bu işle ilgili bakanının yanında olması, iktidarla, devleti bir tutması ise hâlâ partim, partimin başkanı diyenleri utandıracak türden. Bahçeli, AKP’nin koltuk değneği sözünü yeniden ispatlıyor. Kazadaki ihmallerden, yandaş maden sahibinin iktidarca kayrılmasından, madendeki güvenlik eksikliğinden, özelleştirmenin kazalardaki rolünden, maden işçisinin içler acısı çalışma durumundan söz yok konuşmada. Devletle iktidar aynı şeymiş gibi gösterilmiş üstelik:
“Devletimiz eldeki imkânlarla elden gelen gayreti göstererek, hem hayatlarını kaybetmişleri dışarıya almak, mahsur kalanları kurtarabilmek, hem de yaraları sarabilmek için üstün gayret göstermektedir. Özellikle Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Sayın Taner Yıldız’ın olayın başından itibaren Soma’da bulunması, krizi yönetmesi, koordineli bir arama kurtarma çalışması başlatmış olması, milletimizin her şart altında devletimizin yanında olduğunun güzel bir işareti olarak kabul edilmelidir.”
*
Bundan sonra olanlar: Ölü sayısının resmi sayıyla üç yüze ulaşması, daha ne kadar kişinin yeraltında olduğunun bilinmemesi, daha yüzlerce işçiye ulaşılamadı, üstleri kapanacak, ölüleri madende kalacak sözleri… Kaçak işçiler, saatlik çalışan işçiler, çocuk işçiler…
Günlük 40 lira için yer altında kömür ocağında can verenler. Saati 4 lira için madene inen geçici saatlik işçiler…
Bu olayları aktaran basının yayının sınıfta kalması. Yabancı basın kadar olamamaları. Korkmaları, tırsmaları, işi magazin haberlerine çevirmeleri… Sorumluya yükleneceklerine, işi din iman gösterileriyle götüreceklerini sananlara hizmet etmeler…
Bölgeye hemen gönderilen 80 din görevlisiyle övünülmesi, göz boyamalı din- iman -namaz gösterileri…
Buralarda dayılanarak bir koruma ordusuyla gezmeye kalkan iktidar başının başına gelenler ayrı bir konu. Mal bulmuş mağribi gibi basın yayının bu konuyu ele almaları, yok yumruğu, yok tokadı diye film üstüne film göstermeleri… Tekmeci müşavir konusu daha bir başka. İnsan gözlerine inanamıyor! Değil yasal hakkını kullanan, iktidarını sözle protesto eden bir vatandaşı, kuduz köpeği ancak böyle tekmelersin. Acıyı kullanma… Kendilerini maç anlatma havasına kaptıran gazeteciler, izleyicileri, dinleyicileri, okuyucuları da peşinden sürüklüyorlar.
Buna karşı yapılan, “A…O… Öyle mi?” ünlemleriyle sözde şaşırma, söylenme, mırıldanma… Küfür etme, bir kişiye öfkenin yönelmesi. Sistemi, dört koldan düşmanla sarılmayı, işgali, işbirlikçi, yetersiz muhalefeti, bölücüleri, ülkenin genel durumunu gözden kaçırtma…
Bu arada olanlar oluyor:
Ertesi günü hemen, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’nın tüm yurtta iptal edilmesi.
Rıza Zerrap denilen İranlının, geçen haftalarda parasının bolluğundan olacak, durduk yerde iki yalı daha alan, paralarına bile el konulmayan, 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonunun baş adamının, bir numaralı rüşvet dağıtıcının yurtdışı yasağının kaldırılması.
Dikkat ediniz 19 Mayıs törenleri ertelenmiyor, hazırlanan gösteriler bir hafta on gün sonra yapılmak üzere ötelenmiyor, yok sayılıyor. Kutlamalar yapılmayacak. Sonra da, daha sonra da… Okulların 20 Mayıs’taki tatili de kaldırılıyor. Zaten daha önceden liselere tatil yok 20 Mayıs’ta, demişlerdi. Şimdi birdenbire bütün okulların tatili kalkıyor.
Bu nasıl bir anlayış, nasıl bir akılsa, her felakette, her can kaybında hemen ulusal bayramlara saldırıyorlar. Facianın olduğu gece, kaza haberini tüm Türkiye duyduğunda, kendileri katıldıkları bir kıytırık ödül törenini terketmemişlerdi. Elde kamera pozlar vermişlerdi iktidarın en baş kişileri, biliyorsunuz. Anımsayınız, iktidarın baş kişileri yine her 19 Mayıs’ta hastalanırlardı…
Çocuklarımız, Kurtuluş Savaşı’nın başlangıç günü olan bu günü, yüce önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a çıkışını ulusla birlikte, kahramanlık marşlarıyla, ulusa sunacakları spor gösterileriyle, halk oyunlarıyla toplu alanlarda anamayacaklar… Türk’ün ayağa kalkış gününü kutlamayacaklar, ulusal kimliğini, geçmişini yaşamayarak unutacaklar. Okulları tatil bile olmayacak. Zırt pırt ikide bir, sınav yapılıyor diye öğrencilere tatil verenler, bu gün, Türk gençliğinin bu en büyük gününün ertesinde onları sıradan bir günmüş gibi derse sokacaklar. İşte hazırda beklerlermiş gibi, kazanın ertesi günü gazetelerde çıkan duyuru:
“Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, 19 Mayıs Atatürk'ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı'nın ertesi günü 20 Mayıs'ta ilkokullarda ve ortaokullarda eğitim ve öğretim faaliyetlerine devam edileceğini bildirdi. Bakan Avcı, konuya ilişkin illere yazı gönderdi.”
Bahçeli’nin o çok övdüğü, bu işin en sorumlu kişisinden bu sözler de. Sinop’a nükleer santral yaptıran, hem de ülkesini batıran Japon’a, bu işi verenden. Japonlar bize acımışlar da uyarmışlardı, Japonya’yı mahvedenler sizi de öldürecekler diye. Mektup yazmışlardı Sinoplulara. Bakan Yıldız, bu sözleri otopsiye gönderilen madencilerimizin cesetleri için demiş:
“Kazada kimin ihmali varsa cezasını çekecek, çekmelidir de… Kimlik yapılabiliyor, cenazeler tanınabiliyor.”
Ülkemizde en son durum şöyle: Ölenlere 415 lira cenaze yardımı yapılacağı açıklanmış dün gece. Madendeki kurtarma çalışmalarına son verilmiş. İçerde kaç kişi kaldı açıklanmamış. İçerdeki 787 kişiden kaçı dışarıya çıkarıldı, kaçı içerde kaldı bilinmiyor. Bu korkunç felaketin sorumluluğunu üstlenen kimse çıkmamış, tek bir istifa duyulmamış. Tek bir tutuklama yapılmamış… Ölenler öldüğüyle kalmış. Anlaşıldığı kadarıyla kaldığı yerden iktidar işlerine aynen devam edecek…
Hesaplamışlar, eski iktidar bakanı Zafer Çağlayan’ın koluna takılan o yedi yüz bin liralık kol saatinden alabilmesi için bir maden işçisinin 58 yıl madende çalışması gerekmiş.
Deli hastanesinde delinin biri doktora çıkar:
“Doktor bey sırtım çok ağrıyor. Derdime bir çare!” der. Istırabından ağlamak üzeredir.
Doktor : “Ceketinizi çıkarın da sizi bir muayene edeyim.” der.
Hasta ceketini çıkarır, birden rahatlar. Doktor: “Giyinin, der. Geçmiş olsun.”
Deli sorar: “Doktor Bey neyim varmış?”
“Yok bir şey! Ceketinizi askıyla birlikte giymişsiniz. Askıyı çıkardım, rahatladınız!”
Ulusça ceketimizle birlikte bize giydirilen AKP adlı bu askıyı sırtımızdan atamazsak, ceketimizden çıkaramazsak ağrılarımız hiç geçmeyecek…
Başımıza gelenleri çözemeyecek, daha çok ağlayacağız…
Gün gelecek bayramların adı bile kalmayacak. Biz kimiz bilemeyeceğiz.
Kim akıllı kim deli, hiç belli olmayacak…
Yarın 19 Mayıs. Mayıs’ın 19’u.
Samsun’da bir güneş doğacak…
Kim biliyor? Kim kutluyor?
Feza Tiryaki, 18 Mayıs 2014