KİMLE KİM?
Canlı anketmiş. Yeni tünelin ismiymiş anketin konusu. Anketin canlısı nasıl oluyorsa, “canlı yayında anket” demek güç gelmiş olmalı dilsizlere...
Beş milyonun üstünde tıklanan duyuru şöyleydi:
“Boğaz'ın altında hizmete girecek tünel için bakanlık anket başlattı.
Abdülhamid "Han” ve Atatürk isimleri yarışıyor.” Arkasından uyarıyorlar:
“Canlı anket için oy kullan: Yeni tünelin ismi..."
Kaç günden beri sürüp gidiyor bu yeni oyun. Önce şaka sandım, her yapılanı, aklımızı zorlayan her uygulamayı önce şaka sanıp inanamıyoruz ya, öyle...
CNN Türk diye adres verilince, sanal alemde her yanda bu konuşulunca, mecbur inandık...
Bu kez yapılanı içimize sindiremiyoruz... Konuyu bir resimle tanıtıyorlar. Bir yanda yüce önderimiz, Cumhuriyetimizin kurucusu, Kurtuluş Savaşımızın başkomutanı, devrimlerimizin yöneticisi büyük devlet adamı Atatürk, diğer yanda Osmanlı devletinin yıkılış döneminin, baskıcılığıyla, yitirdiği vatan topraklarıyla, acımasızlığıyla, şüpheciliğiyle ünlü bir padişahı, 2. Abdülhamit.
Ne alaka, kel alaka... demekle iş bitse, bitmiyor.
Histeriye tutulunmuş gibi, toplum, bu gibi, yaratılan sahte - sinsi gündemlerin arkasından sürükleniyor, güdülüyor algı yöneten merkezlerce. Bakanlık durduk yerde böyle bir anket (sormaca) niye yapsın? Şimdiye dek ne soruldu ki? Darülaceze’nin İstanbul’daki o muhteşem, güzelliğiyle göz kamaştıran tarihi yapısının bu kurumdan alındığı, buranın imam – hatip okuluna çevrildiği duyuruldu geçenlerde; bu acınası durum topluma soruldu mu? Bunun gibi daha nicesi...
Bakanın dediklerine şaşırılmıyor:
"Avrasya Tüp Tüneli'nin ismi, milletimizin önerisiyle belirlenecek." Milletimiz? Yine adsız. Ama bir tünelin zaten olan adına (Avrasya Tüneli) yeniden ad konacak. Bu da sloganları imiş: “Kıtalar birleşiyor alttan, ismi geliyor halktan”.
10 Aralık’a kadar katılabilirmişsin ankete, ayın yirmisinde diyeceklermiş kattıkları adı, anketteki öneriler de değerlendirilecekmiş... Sanki rektörlük seçimlerinde bile en çok oy alanı seçiyorlar, bu iktidarda keyfilik her yanı sarmadı...
Televizyonlar neden böyle bir işe giriştiler, Atatürk’le, baskıcılığıyla ünlü bir tarihi kimliği karşı karşıya getirdiler ki? Kim bunun arkasında? Amaçları ne?
Alıyor insanı bir düşünce...
Boşa koyuyorsun, dolmuyor; doluya koyuyorsun, almıyor...
Kendi aklına, bildiklerine güvenmiyorsun, akıllar bu kadar şaşmış olamaz diye en basit yoldan bilgimi yeniden tazeleyeyim, bu padişahın yaşamını, dönemini bir gözden geçireyim diyorsun.
El uzatınca hemen alacağım üç kitap. Öyle anlaşılmaz, ağır dilli, bilinmeyen, yeni yazılmış kitaplar değiller. Yazılalı yarım asır dolacak... Taraflı da yazılmamışlar. Günümüzün zirzop (geveze, densiz konuşan) tarihçileri, fesli delileri o zamanlar ortaya çıkmazlardı, çekinirlerdi. Özellikle biri hepimizin okuduğu bir kitap. Bir zamanlar, eğitimimiz milli iken her Türk çocuğunun beşinci sınıfta okuduğu "Sosyal Bilgiler" kitabı.1980 basımı, yedinci basılış, 250 sayfa. Ferruh Sanır, Tarık Asal, Niyazi Akşit hazırlamışlar. Günümüzdeki lise kitapları eline su dökemez.
İkincisi ders kitaplarının arasından çekip çıkardığım Türkiye Tarihi (Enver Behnan Şapolyo). Kitap “İstanbul’un zaptı”yla başlıyor, Osmanlı’nın yıkılışına, o dönemdeki Avrupa’nın durumuna kadarki tarihi sosyal olaylar anlatılıyor. Bu padişahtan epeyce söz ediliyor. Üçüncüsü de eski bir kitap: “Osmanlı Padişahları" (Baki Kurtuluş, 1978, ikinci baskı). Burada 34. Padişah olarak Abdülhamit II. diye başlık atılmış. Dönemindeki önemli olaylar tarihleriyle birlikte yazının sonunda listelenmiş. Bunlardan Kıbrıs’ın İngilizlere terkedilmesi (1878), başlıbaşına bir facia, çok büyük bir yanlış karar değil mi? Sonra geliyor sıra Fransızların Tunus’u (1881), İngilizlerin Mısır’ı (1882) işgaline... Bulgarların Doğu Rumeli’yi almaları (1885), Bulgaristan’ın bağımsızlığını açıklaması (1908) ve sonunda 31 Mart olayı (gerici ayaklanması).
Arka arkaya üçünü de okuyorum. Sonuç, yanılmıyorum, kafam da karışmamış, bu padişah tam bildiğimiz gibi. Öyle olmasaydı bile bir padişahın adı neden bir Cumhuriyet yapısına verilsin? Fatih İstanbul’da bir köprüye ad olabilir, kimse yadırgamaz ama İkinci Abdülhamit, kendinden bir sonra gelen son padişahın, işgaline ses çıkarmadığı, üstelik bir İngiliz gemisiyle kaçtığı İstanbul’da, yıllar yıllar sonra, Cumhuriyetin bu çağında adını burada bir yere verebilir mi? Neden, niçin?
Bu padişahı gericiler neden çok severler, burasını anlamak zor olmasa gerek. Eskiden beri bu böyledir.
Yaşam öyküsünü kısaca özetlersek, İkinci Abdülhamit 1842 yılında doğuyor. Babası Abdülmecit, annesi Tiri-müjgan Sultan (Çerkez). Annesi ölünce üvey annesi (Piristu Kadın) onu büyütmüş. Hastalıklı, zayıf bir bünyesi olduğu için çocukluğunda üstüne varılmamış, serbest bırakılmış, örneğin, kültür dersleri yerine musiki dersleri almış, piyano çalarmış. Baki Kurtuluş’un kitabına göre, bir ara çirkin ilişkiler yaşamış, sonra düzelmiş, “kendini aile hayatına” vermiş. Buranın açıklamasını bilenler biliyordur. Kurnaz ve çok tutumluymuş. Abdülaziz’in tahttan indirileceğini görünce önce yardımcı olmak istemiş, sonra işin sonunun kötü olduğunu anlayınca ortalıkta görünmemiş. Abdülaziz’in yerine geçirilen ağabeyi Murat’ın padişahlığı süresince de aynı tutumunu sürdürmüş. Ağabeyi delirip aklını yetirince “kendine daha çok dikkat etmiş”, dönemin aydınlarına kendini “meşrutiyet yanlısı” olarak tanıtmış, Mithat Paşa’ya meşrutiyet için söz vermiş. Ağabeyi Beşinci Murat tahttan indirilince de onun yerine, 34. Padişah olarak tahta geçmiş.
Bundan sonrası bir öyle bir böyle, tutarsızlıkları, Mithat Paşa’yı sadrazam yapması, Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın da içinde bulunduğu bir komisyona Anayasa yaptırtması, ilk Meclisi açtırması... Ardından Mithat Paşa’yı görevden alıp Avrupa’ya sürmesi, Meclisi dağıtması...
Günden güne çevresine duyduğu güvensizlik duygusunun artması, Yıldız Sarayı’na taşınması...
Önce, Abdülaziz’i tahttan indirenlerden intikam almaya başlaması. Sarayda kurdurduğu özel mahkemede Mithat Paşa’ya üç devlet adamıyla birlikte ölüm cezası verdirtiyor, sonra bu cezayı sürgüne çevirip, gönderdiği Taif’te onu bir arkadaşıyla birlikte işkence ettirerek öldürtüyor, içlerinden biri zaten yolda ölüyor. Namık Kemal’i de Kıbrıs’a Magosa’ya sürdürdüğünü iyi biliriz. Orada büyük vatan şairini tek başına hücre hapsine attırıyor. Böylece zorbalık dönemi başlıyor...
Abdülhamit çok kuşkucu biriymiş, güvenliğinden hep endişe edermiş. Yine deniyor ki dış siyasette çok başarısızmış, bilinçli bir siyaset izleyememiş, nedeni de bu konuda bilgisizliğiymiş. Savaşı da istemezmiş. Rus savaşını (1877) oturduğu yerden, sarayından idare etmiş, ordu “onca fedakarlığına, kahramanlığına” karşın yenilmiş. Bu padişah, toprak kaybedilmesini önemsemezmiş. Ayaklanmaları, ayaklanan bölgelere (Bosna, Hersek, Girit) ancak toprak vermeyle bastırıyormuş. Ülkenin yönetimi tam bir sıkıyönetimmiş... Devlet, çevresine topladığı beceriksiz, bilgisiz ellerdeymiş... Anadolu’da halk kırılırken, şehirlerinin yolu yokken, tutmuş "Hicaz’a demiryolu" yaptırmaya kalkışmış...
Tıpkı bugünkü gibi de yabancı sermaye ile Anadolu ve Rumeli’ye bir parça demiryolu yaptırmış... Döneminde bir iki de yeni yüksek okul açılmış...
Aydınlar boş durmuyor, örgütleniyor özgürlük için gizli dernekler kuruyorlarmış. İttihat ve Terakki’nin, diğer cemiyetlerin, hürriyet kahramanlarının, halkın baskısıyla ikinci kez meşrutiyet ilan etmek zorunda kalmış. Yeniden Anayasa, yeniden Meclis açılması (1908)...
Bu dönemde Abdülhamit eski gücünü, otoritesini yitirmiş, hapse attıklarını hapisten çıkartmış, sürgündekileri çağırtmış.
Yine korkuları, tahttan indirileceği endişesi başlamış. Bunu önlemek için de hafiyeleri (casus) görevlendirirmiş, birbirini ihbar etme yaygınlaşmış. Sürgüne göndertmeler, istemediklerine ölüm emri vermeler artmış... Avrupalılar mallarını bize doldurmuşlar, esnaf ortada kalmış... Anarşi kök salmış...
Bu sırada gerçekleşen 31 Mart Vakası her şeyi değiştirmiş. O dönemin yobazları, gericileri “Şeriat isteriz!” diyerek ayaklanmışlar. İstanbul’daki avcı taburları (başlarında Hamdi Çavuş) isyanı başlatmışlar, mektepli subayları öldürmeye başlamışlar. Sarayın kapısında bile eylemleri sürmüş, Bahriye subaylarından Ali Kabuli Bey’i parça parça ederek öldürmüşler.
Taksim Kışlası ile Taş Kışla’daki askerler çatışmışlar... Ayaklanmayı Selanikten gelen Hareket Ordusu bastırmış. Bu ordu aydın subayların ordusu. Komutanı Mahmut Şevket Paşa, Kurmay Başkanı Mustafa Kemal...
Hareket ordusu ayaklanmayı bastırıyor. Ayaklananlar teslim oluyor. Meclis kararıyla Abdülhamit tahttan indiriliyor (1909). Otuz üç yıllık saltanatı bitiyor. Önce sürgüne Selanik’e gönderiliyor, sonra İstanbul’da Beylerbeyi Sarayı'nda yaşamına devam ediyor. 1918 yılında da ölüyor...
Yerine oğullarından Mehmet Reşat ( ihtiyar ve sessiz) geçiyor. Bekirağa Bölüğü’nde kurulan “Divanı Harp” te 31 Mart Vakası’yla ilişkisi olanlar yargılanıyor. Sadrazam, Talat Paşa.
Son padişah da biliyorsunuz, Vahdettin.
Nasıl iyi mi?
İşte gericilerin pek sevdikleri padişahımızın yaşam öyküsü. Sanırız 31 Mart Vakası’nı hazmedemiyorlar. Bu isyanın aydın subaylardan oluşan bir orduyla bastırılmasına, şeriatın ilan edilmemesine üzülmüş olmalılar...
Şimdi yapılacak bir tünele iktidarın emriyle anketle ad aranmasının nedeni, bunun için Atatürk’ün adını kullandırmaları, ortalığı karıştırmaları nedendir, aslında niyetleri nedir, anlaşılmıştır sanırım...
Feza Tiryaki, 8 Aralık 2016