Kırk Üzerine
Tam kırk gündür yazı yazmamışım. Yazılarımı topladığım herkese açık yazı sayfamda (Feza Tiryaki Yazıları)dün ilk kez sayfayı açıp baktığımda bir bilgisayar uyarısı gördüm; ne güzel, kırk yıllık dost gibiler, pek de senli benliler: “Kırk gündür paylaşımda bulunmadın…” diye yazmışlar.
“Teknik, insanın yerini alıyor, sosyal ağları, bağlarımızı koparıyor, insan yanı neredeyse yitecek insanoğlunun, bu gidişle iyice yalnızlaşacağız…” derlerdi de inanmazdım. Bazı şeyler yaşanmadan bilinmiyor. Şu gerçeği bu kırk günde anladım:
Robotlaşmışız, duygularımızın çoğunu yitirmişiz, kabuğumuzu kıramıyor, içinde bulunduğumuz kısır döngüden çıkamıyoruz… Bir de her koyun kendi bacağından asılıyor… Ateş düştüğü yeri yakıyor…
“Verdik kırkı, gitti korku.”
Bu kırk gün, yakın - uzak çevremden soyutlandım. Söylesem şaşarsınız. Örneğin daha 7 Haziran’daki seçim sonuçlarını bile bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum. Görünen köy kılavuz ister mi, Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belli olmaz mı? Kötüye dur demek, kötüyü alaşağı etmek bu kadar mı zor?
O gün öğleden sonra saat beşte zamanı durdurdum. Biraz da zorunluluktan oldu bu kaçış. Ailemdeki bir sağlık sorununa odaklanmam gerekti, tüm gücümü bir süreliğine, düzeltemeyeceğim durumlara üzülmek yerine, bu soruna ayırmalıydım. Ülkemize yapılanları, kötü gidişi, kötülerin kötülüklerini zaten şu an önleyemiyorduk. Koca denizde bir su damlası, uzayda bir toz parçası… Koca, kötücül niyetli, devleştirilen işbirlikçi maşalarla uğraşan; doğru bulduğu yoldan, Atatürk’ün ışığından ölene kadar ayrılmayacak, bu ışığı yaymaktan bıkmayacak yurtseverlerden, sıradan biriydim yalnızca… En azından, çok çok üzüldüğüm bir konuyu, ülkemin siyasetçilerini, onların çirkin yüzlerini yaşamımdan bir süreliğine çıkardım. Üç maymunu oynamadım, aynen öyle oldum:
“Duymadım, görmedim, konuşmadım… Daha doğrusu yazmadım, yazamadım…”
Bana telefon edenlere, bir şekilde ulaşanlara ilk söylediğim şuydu: “Siyaset konuşmayın, ne olup bitiyor, ne pislikler oynanıyor yine, ortalıkta neler neler dönüyor, kimler nasıl höykürüyor, kimler utanmadan ortalıkta geziniyor, gezinirken bir de ges ges geğiriyor, duymak istemiyorum, sakın ha demeyin!”
Demediler. Bol bol okudum. Okuduklarım değerli yazın eserleriydi. Eskiden okuduklarımı yeniden bir başka gözle okudum. Çok yorulduğumda, üzüldüğümde, çocuklar için yazılmış ünlü masalları, öyküleri, romanları okudum. Hep eskilerde gezindim. Eski basımlı tarih kitapları, tarihsel romanlar, eskinin ödüllü romanları, eskide kalmış, unutulmuş Türk yazarlarının eski eserleri…
Bir gün, o zorlu günlerde, çarşıda, ev için zorunlu öteberiyi alırken eski bir tanıdıkla karşılaştım. Baktım bir tezgâhın ardında tanıdık bir yüz. Gürsel Hanım, zenci. Öyle koyu esmer, melez falan değil, Afrika zencisi, Türk. İzmirli. Konuşunca gözlerinize inanamıyorsunuz, nasıl olur diyorsunuz… Beni görmüş, görmezden gelmiş belli. Hal hatır sorarken, seni gördüm de acaba mı dedim, diye kıvırıyor. Oysa onu evde, çevredeki hanımlarla toplandığımızda bir kez ağırlamışlığım bile var. Ne derler, “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır…” Eh burası el memleketi, burası gurbet…
Yalnızlık cana tak demiş. Nasılsın sorusuna alışıldık yanıt veremiyorum, ”Böyle de böyle…” diyorum. Duymazdan geliyor, duyuyor da önemsemiyor sanırım, muhabbeti; izne gidecekmiş de, sıcaklar bir geçseymiş de…
Sonra bir gün, kim aramış, kim aramamış sayfama bakıyorum bu yaşamdan koptuğum günlerde… Üç beş kişiyle sınırlı…
Tası tarağı toplayıp gittiğinde, günün dolduğunda, bu dünyada, ardından bir süre sonra adını anan bile olmayacak, bu kesin… Kimler unutulmadı, kimler gelip geçmedi ki… Asıl insana koyan, kırk günde, “Bir varmış bir yokmuş…”gibi olmak.
Bir rastlantı mı, bilerek mi kırk gün bekledim, kırk günde kendime geldim, çevreme yeniden ilgi duymaya başladım, ben de bilmiyorum. Kırk yaşını doldurduğunda büyük kızım, ona kırk sayısının özelliklerini araştırıp yazmıştım. O yazdıklarıma bir iki anımsadığım özellik daha ekleyeyim.
Kırk sayısı bizde önemli bir sayıdır.
Bakınız, benim bulabildiklerim, bir anda aklıma geliverenler neler:
İlk hatırladığım kırklı anım, çocukluğumda annemin, haftada, on beş günde bir gidilen hamamda bizleri kırklamasıdır. İlçenin deniz feneri burnundaki yeni hamamı. Köşk hamamı. Büyük yangında (1956) içine sığınan insanlarla yanıp kül olan hamam…
Hamamda yıkanmamız bitince bizi kucaklayıp, dışarı giyinme bölümüne çıkarmadan önce son kez kurna başına alırdı annem. Hamam tasına (kalaylanmış bakırdan, büyücek, fazla derin olmayan geniş tas), parmağını ileri geri oynatarak yani kurnaya akan suyu parmağıyla kırk kez keserek, kısaca, kırk sayısına ulaşıncaya kadar su doldururdu. Bu suyu da kafamızdan aşağı boca ederdi. Böylece kırklanmış olurduk…
Bebek doğunca da âdetti, ilk banyosunda mutlaka kırklanırdı. Sonraki günlerde de isteyen, her banyosunda, bıkmadan usanmadan kötülüklerden korunsun, nazar değmesin diye bebeğini kırklardı…
Masallarımızda da kırk sayısı çok önemlidir. Kırk gün simge süredir. Padişah zor bir şey istedi mi, kırk gün süre verir… Ne az, ne fazla…
Kırk gün dua edilir… Kırk gün çile çekilir…
Kırk gün, kırk gece düğün yapılır… “Kırklar yediler aşkına (cümle erenler aşkına)” bir yakarıştır. Dört kapı, kırk makamı hepimiz biliriz…
Eski Türklerde yiğidin, bey oğlunun çevresinde kırk yiğit arkadaşı mutlaka vardır:
“Kürşat ve kırk yiğidi…” Kırk güvercin masalında, kırk güvercin, kırk güzel kızdır aslında. Periler, masallarda kırk kızla gezerler…
Acımasızdır da bizim halkımız biraz.
Sonradan kendini geliştirme fırsatı bulanlara umut vermez:
“Kırkından sonra azanı teneşir paklar “diye tokadı indirir gecikmiş hayallere…
Sonra şöyle de derler, insanoğlunun zamanla değişmeyeceğini belirtmek için:
“Biz kırk kişiyiz, kırk kişi birbirimizi biliriz…”
Yeni söylenen bir söze, buluşa, hinliğe şaşırınca:
“Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi” deriz. Gerçekten bazı durumlar kırk yıl düşünülse akla gelmez. Yobaz takımının ele geçirdiği güç, geldikleri yer bu sözü doğrulamıyor mu? Ya bölücü hainlerin ulaştıkları yer?
Hz. Ali, “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” diyerek öğretmeyi kutsallaştırmış, anlamını güçlendirmiştir…
“Katranı kırk yıl kaynatsan, olmaz ki pekmez!” sözünü böyle de derler:
“Katranı kırk yıl kaynatsan olmaz şeker, olsa da cinsine çeker.” Bu söz, bir şeyin niteliğinin kolay kolay değişmeyeceğini, kötünün, iyi olamayacağını belirtir.
Yine bu anlamda:
“Sarımsağı gelin etmişler, kırk yıl kokusu çıkmamış,” denir…
Bazıları, bir işe başlarken, titizlenir, kılı kırk yararlar…
Çok gezene, kırk evin kedisi derler. Çok kişiden yardım istenince, bunun için, kırk evin kapısını çaldı veya kırk kapının ipini çekti, denilir.
Parasız kalan, “kırk param yok” demez mi? Elinden her iş gelene, hile hurda bilene, kırk tarakta bezi var, benzetmesi yapılır. Nazlanana, kırk dereden su getirdi, diye dudak bükülür…
Şikâyet edene, “Kırk öksüzle bir mağarada mı kaldın?” sorusu sorulur alay edilerek…
Kimisi, “kırk yılda bir” insafa gelir. “Kırk yılın başı” hayırlı bir iş yapan da vardır.
Bebek kırkını dolduruncaya kadar nasıl korunur bilirsiniz… Loğusalık kırk gündür. “Anneyle bebeği doğumdan sonraki kırk günde hastalanırlarsa, hastalıklarının adı, kısaca “kırk basması”dır. Eski bir inanışa göre, kırklı kadının kırk gün gömütü (mezarı) açık olurmuş. “Kırklı çocuk”, kırkını doldurunca yapılan “kırk kaçırması”, “kırk uçurması” bu günü kutlamanın, çocuğu ilk kez gezmeye götürmenin adı değil midir?
Doğumun kutlaması bebeğin kırkı çıkınca olur. Ölümün kırk mevlidi vardır.
Eskiden kibrit kutularının üstünde “vasati (ortalama) kırk çöp” yazardı. Şimdi de öyle midir bilmem?
Kırklı sayılar üzerine ninniler de söylenir. Bir Bafra ninnisi:
“Bahar gelir, yaz gelir, / Yaz gidince kış gelir.
Kırk deve yükü,kırk altın, / Benim oğluma (kızıma) az gelir!
Ninni yavrum ninni!”
Kırkikindi yağmurları ünlüdür…
Kırklar Dağı, Kırkağaç, Kırklareli, Kırkpınar… yörelerimizin adıdır…
Kutsal kitabımızda dört yerde kırk sözü geçer. İki kez, kırk günlük verilen süre olarak… Peygamberimize kırk yaşında peygamberlik verilmiştir. İlk Müslümanlar, ilk inananlar kırk kişidir…
Ahkaf suresi 15’inci ayette, kişinin kırk yaşına girince olgunlaşacağı söylenir…
Büyük Türk destanı Oğuz Destanı’nda, Oğuz Kağan kırk günde büyür ve yürür…
Derler ki, çok eskiden ömürler uzunmuş. Kişinin eline kırk yaşına gelmeden çakı bile verilmezmiş, tutup elini kesmesin diye… Kırk yaşına gelmeyen daha çocuk sayılırmış…
Halk edebiyatımızda, halk erenlerini anarken, kırklar meclisi, kırklar meydanı, kırklar şerbetini anmadan olur mu?
Ünlü halk destanımız “Deli Dumrul Öyküsü”nde, lise ders kitaplarımızda vardır bu öykü, bilirsiniz, Deli Dumrul, köprübaşına geçip dururmuş, geçenden geçmeyenden kırk akçe alır imiş…
Kırk haramiler masalını da anımsatalım mı?
Kırk küp zeytinyağı, kırk küp altın doludur heybelerde develerle kervanlar çölde giderken… Kırk harami kırk küpte saklanmıştır, saraylarda kırk oda, kırk kapı, kırk kilit vardır nedense…
“Kırk küp, kırkının da kulpu kırık küp” tekerlemesini duymuş olmalısınız.
“Kırk kartal, kırkının da kanadı kırık kırk kartal” başka bir tekerlemedir…
“Bu kara kantar, kırk kilo kara katran tartar.”
Kırk gün beşiğin başını bekler analar… Aynı günde doğanlara kırkı karıştı, denilir. Birden bire ortadan yitip giden, eren, ermiş kişi, “kırklara karışmış” tır. Kırkına varıp da evlenmeyene, evde kalmış kız derlermiş eskiler…
Kırka merdiven dayamak, olgunlaşmak… Kırk gün beklemek sabır ifade eder…
Masallarımızda sonunda suçüstü edilen, kıskıvrak yakalanan kötü kişiye sorarlar:
“Kırk katır mı istersin, kırk satır mı?”
Bu da günümüzdeki yozlaşmaya bir örnek. Emrah Karaduman – Murat Dalkılıç adlı iki şarkıcı birlikte bir şarkı söylemişler. Şarkının adı evlere şenlik:
“Kırk yılda bir gibisin.”
Anladığım kadarıyla, o anlaşılmayan, kaba sözlerden çıkardığım; birinin güzelliği bu sözlerle anlatılıyor:
“Biraz kusur ver bari, olan var, olmayan var. / Ayarı yok harbi, kırk yılda bir gibisin.”
Gün gelip de, Türkçenin bu kadar kötü ellere düşeceğini, öyle ki, birine, bir kadına, övgü sözü olarak, anlamsızca, “Kırk yılda bir gibisin” denebileceğini kırk yıl düşünsem bilemezdim.
Değerli bir öğretmene, kuzenim Suna’ya, onun beklenmeyen ölümü üzerine bir öğretmen arkadaşı geçen 1 Mayıs’ta, sayfasına şunları yazmıştı:
“Sevdiklerini kaybettiğinde insanın kalbinde kırk mum yanarmış. Kırk gün süresince mumlar bir bir sönerlermiş. Bir tanesi ise o kişinin yüreğinde ömrü boyunca yanarmış.” Bu sözlerin ardından arkadaşı, Suna’ya, yaşadığı sürece onu hiç unutmayacağını, içindeki kırkıncı mumun sönmesine izin vermeyeceğini yineliyordu.
Kılı kırk yarmak istemem ama bu “kırk gün günahkâr, bir gün tövbekâr”lara dur diyecek bir kurumumuz kalmadı mı? Sözüm Türk Dil Kurumu üzerine. Yüce önderimiz Atatürk’ün Türk dilinin gelişmesi için kurdurduğu Türk Dil Kurumu’nun içine düşürüldüğü acıklı durumu nasıl görmezden gelebiliriz?
Kırk dereden su getirerek bir sürü bahaneler sıralıyorlar yaptıklarına.
“Kırk yıllık Kâni, olur mu Yani” diyelim ve son marifetlerine bakalım:
Abdürreşid İbrahim Sempozyumu yapılmış 2 Temmuz’da Rusya’da. Uluslararası bir bilgi şöleniymiş, bu üçüncüsüymüş. Sempozyum, Fransızca, Türkçesi bilgi şöleni bu etkinliğin. (Türkçe karşılığı olduğu halde TDK bu sözcüğü ısrarla Fransızcasıyla kullanıyor.) Bilgi şöleni, aynı konuda, aynı oturumda değişik kişilerce yapılan bilgilendirme konuşmalarının adı. Bilgi şölenleri, tartışma yeri değil, yeni bakış acılarıyla konuyu değerlendirme yerleridir.
Konu nedir derseniz, Türk diliyle hiç ilgisi olmayan bir konu. TDK başkanı orada yaptığı konuşmada konuyu dile şöyle bağlamış, TDK sayfasından olduğu gibi aldım:
“Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Mustafa S. KAÇALİN ise açılış konuşmasında bir zamanların yaşayan dili olan Abdürreşid İbrahim’in dili nasıl kullandığını, nerelere götürdüğünü öğrenmek bakımından sempozyumun faydalı olacağını ifade etti.”
Bir zamanların yaşayan dili demekle ne demek isteniyor dersiniz? Yukardaki tek bir tümcede yapılan yazım yanlışlarını, eksik öğeli, bozuk anlatımı nasıl açıklayacaksınız? Bir tanıtım yazısında bir kişinin soyadı neden büyük harflerle yazılır? Türkçede böyle bir yazım kuralı var mı? Yoksa bu büyük bir yazım yanlışı mı? Bu kurumda kimler çalışıyor? Bu kurumu ne amaçla kullanıyorlar?
Bilgisayarda, sözlüklerde, Abdürreşid Efendi (1857- 1944) için Türk fikir adamı, gezgin, yazar, Japonya’ya İslam’ı getiren kişi, deniyor. Açıklamaları, övgüleri şu yönde: “Bütün ömrünü, neredeyse bütün dakikalarını İslam’ı yayma ve Müslümanları yükseltme için harcamış bir kişi.”
Türk Dil Kurumu ne zamandan beri din ile dili karıştırır oldu? Bu akla, bu cinliğe “Kırk bir kere maşallah!” diyelim mi?
“Ayının kırk türküsü var, kırkı da ahlat (yaban armudu) üzerine” denir. Aynen öyle. Dinci iktidarın kırk türküsü de dini kullanmak, eskiye, Cumhuriyet öncesine dönmek, eski yazıyı, eski çağdışı kurumları geri döndürmek, Türk devrimlerini ters yüz etmek, en az yüz yıl geriye gitmek üzerine… Bir de ülkeyi böldürmek…
Şimdikiler, günümüz siyasetçileri, ”Bir ayak üzerinde kırk yalanın belini büküyorlar…”
“Kırk hırsız bir çıplağı soyamamış…”
Soyamıyorlar. Aydınlık baskın çıkıyor, karanlığı yeniyor…
Soyulmamak için uyanık olmalı, kırk günlük uykulardan, derin uykulardan korunmalıyız…
“Birine kırk gün ne dersen o olurmuş.” Deli dersen deli, akıllı dersen akıllı. Bu günler geçecek dersen, kötü günler geçermiş…
Kırk gün, bugünler de geçecek, diyelim.
“Kırkından sonra at olup da kuyruk mu sallayacak!” diyenlere kulak asmayalım.
Kırkından sonra gerekirse saz da çalınır, yeter ki gücümüzü bilelim. Umut bitmez tükenmez bir güçtür. Atalarımız demişler:
“Açılan solar, ağlayan güler…” Sonra eklemişler:
“Kırk nasihattan bir serencam yeğdir.” Kırk öğüttense, başa gelen bir kötülük daha değerli bir öğretidir topluma.
Kendini bilmezlere bir güzel eleştiridir bu söz de:
“Kırk yılda bir söz söyledi, o da yanlış…”
Hiçbir şeyin gizli kalmayacağını, kimin ne olduğunu iyi biliriz demenin yoludur aşağıdaki güzel söz:
“Kırk yıldır patriğin eşeğini güdüyor.”
“Kırk arabın (zencinin) aklı bir incir çekirdeğini doldurmaz…”
Son söz:
“Kırk deveye bir eşek…” “Yapılanlar kırk kırk derken elliyi buldu…”
“Kırk yılda öcünü alan ne tez aldım, demiş.”
“Kırk dereden su getirme”den gerçekleri diyelim. “Kırk yılda bir” atalar sözü dinleyelim… Unutmayalım:
“Kırk yaşındaki eşek, iki yaşındaki ata arpa taşırmış.”
“Kırk yılda kazandığını bir yılda verdi” diye acırız akılsızlara.
“Kırk yıl kıran olmuş, eceli gelen ölmüş…”
Kırk yılda bir…
( İyi Bayramlar…)
Feza Tiryaki, 18 Temmuz 2015