
Didim açıklarındaki Bulamaç Adası ve Eşek Adası’nın Yunanistan tarafından işgal edildiği yönündeki haberler, medyada fazla öne çıkmadı. Doğaldır bu. Mütareke basını da böyleydi. Ülkenin siyasi, iktisadi, askeri, diplomatik, toplumsal alanlarda kırmızı çizgileri kırmızı halıya dönüşürken, matbuatta da siyasi ve mesleki duyarlılığın zayıflaması kaçınılmazdır. Irak’taki Kürt devleti için bir zamanlar, devletler hukukunda kullanılan deyimle “casus belli” yani savaş sebebidir diyen Ankara, Irak’tan tamamen kopup bağımsız olmaya hazırlanan Kürdistan’ı, bağımsızlığı sonrasında tanıyacak ilk devletlerden biri olmaya hazırlanmaktadır. Diğer devletlerin de ABD ve İsrail olacağı kesindir. Bölgesel Kürt Yönetimi’nin başkanı Barzani’nin, Ankara’da kırmızı halılarla karşılanması bunun kanıtıdır. Başbakan ve dışişleri bakanının Barzani’yi ziyaret etmeleri bunun işaretidir. Türk işadamlarının o bölgeye yatırım yapmak için adeta yarış etmeleri, bunun göstergesidir. Böylece Türkiye, bölgeye çok ciddi ekonomik yatırım yaparak, kendisi aleyhine büyüyecek olan Kürt devletini, sadece siyasi olarak değil, iktisadi olarak da güçlendirmektedir Bir zamanlar “Türklere bir kedi bile vermem” diyen Talabani ile şimdilerde can ciğer kuzu sarması olunmuşsa, bunun bir nedeni vardır.
Türkiye artık, kendi güvenliği için Irak’ın kuzeyine kapsamlı askeri müdahale yapamayan bir devlettir. Bunu engelleyen de, bazılarının “stratejik müttefik” dedikleri ABD’dir. Teröristler için kullanılan terimler arasına “eve dönüş, genel af, ev hapsi” girdikten, anadilde yayın devletin radyo ve televizyonunda hayata geçtikten, Habur sınır kapısından giren teröristler savaş kazanmış muzaffer komutan edasıyla resmi geçit yapıp, ayaklarına götürülen seyyar mahkemelerde yargılanıp evlerine gittikten sonra, sınır ötesi operasyon yapılamaz. İmralı ile yeni anayasa üzerine mutabakat arayışları varsa, güvenlik sağlanamaz. Terör örgütüyle siyasi pazarlık yapılırsa, örgütün siyasi kolu da güçlenir. PKK, KCK, BDP, DTK derken, seçimlerde çıkaracağı milletvekili sayısı da artar.
Sorunun bölgesel boyutu da vardır. Çünkü Kürt devleti, sadece Irak’tan değil, aynı zamanda Türkiye, İran ve Suriye’den de toprak alarak büyümeye çalışacaktır. Her üç ülkede de beşinci kol faaliyetlerinin, istikrarsızlaştırma çabalarının, kışkırtmaların aynı anda artması tesadüf değildir. Libya’dan sonra sıra Suriye’ye gelecektir. ABD ve İsrail güdümlü Kürt devleti de, kıyılara, limanlara açılmak isteyecektir. İşte o zaman mesele, “ver kurtul” politikasıyla, Güneydoğu Anadolu’daki birkaç ilin verilmesiyle çözülemeyecek kadar yakıcı olacaktır. Irak’tan 2011 yılı sonuna dek askerlerini çekeceğini açıklayan ABD’nin, dünyadaki en büyük elçiliğini Bağdat’a kurmakta olması, diplomatik misyonundaki çalışanların sayısını 16 bine çıkarması, bölgedeki kalıcılığının işaretleridir. Irak’taki askerlerinin bir bölümünü “büyükelçilik çalışanı” olarak tutacaktır. Büyükelçiliğin korunması için 5 bin 500 kişilik özel kuvvet bulundurmak, sıradan bir koruma işi değildir. İşgalin farklı boyutta süreceğini gösterir. 2012 yılı için 2 elçilik, 2 konsolosluk, 3 de polis eğitim merkezinde toplam 20 bin Amerikalının görev yapması tasarlanmaktadır. Bunun sıradan bir diplomatik hizmet olacağına sadece bizdeki “yetmez ama evet” takımı inanır.
Türkiye’de, bir kısmı da kendisini “sosyalist” olarak tanımlayan kimileri, Obama’ya çok bel bağlamışlardır. Ne sınıfsal tahlil, ne kuvvet tahlili, ne de iktisadi tahlil yapamadıklarından, henüz koltuğunu ısıtmadan Nobel Barış Ödülü alan ABD Başkanı Obama’nın, hangi nedenlerle Beyaz Saray’a yollandığını bilmemeleri doğaldır. Emperyalizm kavramından bihaber oldukları için, ABD’de cumhuriyetçiler ile demokratlar arasındaki farkın coca cola ile pepsi cola arasındaki fark kadar olduğunu da göremezler. Şimdilerdeyse, Obama’nın Libya’yı bombalamasına şaşırmaktadırlar. Etnik ve dinsel kimliklere politik anlamlar yükleyen anlayışın varacağı nokta budur. Çünkü ABD Başkanı’nı, ülkesinin emperyalist politikalarıyla değil, derisinin rengiyle, halasının adıyla, babaannesinin kızlık soyadıyla değerlendirir. Ülkesindeki aydını ise siyasal tutumuyla değil, “İslamcı aydın”, “Kürt yazar” diye tanımlar. “Eski ülkücü” ve “dönek solcu” üretim ve bakım atölyeleriyle yakın ilişki içindedir. Sınıfsallık konuşmadan, üretim, mülkiyet, bölüşüm ilişkilerini konuşmadan sol adına tahlil yapar. Büyüme ile kalkınma arasındaki farkı bilmeden ahkâm keser.
Tarihsel bir tunç yasasıdır. Dönekler ve devşirmeler, işbirlikçiler arasından çıkarlar. Onların defoları, açıkları büyüktür. Bu açıklar, bu defolar şantaj malzemesi olarak her zaman el altında tutulur, zamanı gelince kullanmak için. Onlardan bol bol geçmişlerine sövmeleri istenir. Kimin, kimin adamı olduğu bellidir. Emperyalizm gerekli iş bölümünü yaptığından, iyi eğitimlilere de, düşük eğitimlilere de, gazetecilere de, öğretim üyelerine de, iş adamlarına da, din adamlarına da, kanaat önderlerine de gerek vardır. Emperyalizmin alet kutusunda Müslüman Kardeşler gibi, Soğuk Savaş döneminde ABD’nin yanında saf tutan, Ortadoğu ülkelerinde Baas’a, SSCB’ye, komünizme karşı Sam Amca ile işbirliği yapanlar da, PKK gibi etnik siyaset yapanlar da bulunur. Bunların hepsi yeri ve zamanı gelince görevlendirilirler. Toplumun dokusu için hangisi uygunsa, zamanın ruhu neyi gerektiriyorsa, hedefteki yapının yumuşak karnı, Aşil topuğu neyse oradan yüklenilir.
Emperyalizm işini asla şansa bırakmaz. Muhatabından tam teslimiyet ister. Bunun için herşeyi devreye sokar. Kitleleri harekete geçirir. Seçimler de askeri darbeler de sonuçları açısından hizmette ve sadakatte kusur etmedikleri sürece, makbuldürler. Emperyalizm planlıdır. Öncelikle, alt kimlikleri kendi aralarında kapıştırır. Huntington’un ünlü eseri “Medeniyetler Çatışması” Soğuk Savaş sonrasında bu amaçla kaleme alınmıştır. Yani önce teorisi yazılmış, ardından pratiğe dökülmüştür. Bu teori bilimsel bir tespit değildir, hedefe giden yolda el kitabıdır. Emperyalizm önce insanları birbirine düşürür. Sonra da bu insanları sorunlarını “diyalog yoluyla” çözmeye zorlar. Örneğin, ülkemizde gençleri 80 öncesinde siyasi görüşleri üzerinden birbirine düşürmüşken günümüzde etnik kimlikleri kullanmaktadır. Bunu da “gelişme, ilerleme, sivilleşme, demokratikleşme, özgürleşme, geçmişiyle barışma, tarihiyle yüzleşme” olarak pazarlamaktadır. Kendisi için bütünleşmeyi, bizler için ayrışmayı önerir. Azınlık meselesini kendisi asimilasyon veya entegrasyonla çözer. Bizde olmayan azınlık yaratır. Çözüm olarak da federasyonu ya da bölünmeyi dayatır. Kendisi için birer alt kültür unsuru olan kimliklere, bizde politik anlamlar yükler, siyasallaştırır.
Kısacası, kırmızı çizgiler bir kez silinince, yeniden çizmek çok zordur. Bu yüzden emperyalizmi iyi bilmek, dönekleri iyi tanımak gerekir.
Dr. BARIŞ DOSTER, 16 Mayıs 2011