Köyde Bayram (İçtim şarabı, öptüm Arap’ı)

Köyde Bayram (İçtim şarabı, öptüm Arap’ı)

İletigönderen Feza Tiryaki » Cmt Nis 26, 2014 21:57

Köyde Bayram

(İçtim şarabı, öptüm Arap’ı)


Körün fili anlatması gibi yazılarımızda anlattıklarımız. Nereden tuttuysa fili, orayı anlatıyor herkes. Kimi umut dolu bayram günü gördüklerinden, kimi umutsuz. Kimi yalnızca kendini görüyor, 23 Nisan’ın gelip geçtiğinden haberi bile olmamış, işinden, eşinden hoşnut, çocuğuyla mutlu, gerisi önemsiz.

Hele şu Cumhurbaşkanlığı seçimi bir geçsin, istenilenler öyle böyle elde edilsin, siz görün ardından gelecekleri. Yapamadıkları, şimdilik engellenen her şey sıraya girecek ortaya çıkmak için… Vatanın bağrına saplanan bıçağı görmeyen kör gözler de görecek!

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Şimdi diyeceksiniz ki o dündü. Önceki gündü. Geçti gitti. Bugün 24 Nisan. Madem öyle, 23 Nisan’da, bayram gününde, toprağımızda gözü olan Ermenistan’a 24 Nisan için haber uçurmalar, alttan almalar, işi özür dilemeye kadar vardırmalar neydi öyle? Bayram gününü kirletme, önemsememe, öylesine baştan savma, Ermeni’ye, dolayısıyla Batı’ya yaranmak için mesaj gönderme, bir gün sonrayı bile bekleyememe… Sonra gazetelere haber uçurma: “Aman başlığa alın, bu sözlere dikkat çekin!” Neydi bu patavatsızca söylenen, şehitlerimizi inciten, benliğimizi yaralayan o sözler? Ermenilerin yaptıklarını, Türk’ü arkadan vurmalarını, Ermeni tecavüzlerini- vahşetlerini, Türk diplomatlarını yıllarca pusu kurup öldürmelerini yok saymak… Yoksa bu, bu lafın ardından gelecek olan, geçmiş tarihimizde bizi kıranlara, arkadan vuranlara, sınırımızı tanımayanlara Amerikan baskısıyla para ödeme yolunun, toprak isteklerini karşılamanın açılışı mıydı?

Pırıl pırıl güzel bir gün başladı ülkemizde yine. Sisli başlayan bir sabah. Üç gecedir ilk kez ağustos böcekleri ötüyor. İlk yaz geldi dayandı… Sıcaklık yirmi derecenin altına düşmüyor. Gündüzleri türlü kuşlar dut dallarında ötüşüyorlar… Portakal, turunç ağaçları meyveye durdu, limonlar çiçekte… Akdeniz kıyılarımızın dünyada bir eşi olduğunu sanmıyorum. Yeryüzünün en güzel ülkesi: Türkiye. Türk Ulusu’nun vatanı Türkiye. Atatürk’ün el yazısıyla belirttiği gibi, “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkının adıdır Türk Ulusu.

Dünyanın hiçbir yerinde Türkiye’nin ne doğasının, ne ikliminin, ne havasının, ne suyunun benzeri var… Ne buralarda yetişen bitkilerin, açan çiçeklerin… Ne de burada yaşayan dünyanın en güzel, en yüce gönüllü insanlarının bir benzeri vardır dünyada. Yaylalarındaki yörükler çoktan göçe durdular bahar başında…

Dün bugünden de güzeldi. 23 Nisan şiirlerinde anlatılan bir bahar havası vardı. Hasan Latif Sarıyüce’nin dediği gibi:

“Bu ne duru sabah, ne temiz hava,
Geliyor her yandan Nisan kokusu.
Sevinçten deliye dönmüş her yuva,
Sarmış gönülleri vatan duygusu.

Gelincikler gibi al al bayraklar,
Evlerden sarkıyor, gökler de dolu.
Nabızlar pek hızlı, coşkun yürekler,
Sanki aslan bugün her Türk'ün oğlu!”


Adnan Ardağı da bugünü aynı duygularla anlatmış:

“Bugün bir başka aydınlık yeryüzü, / Bir başka ağaçların, evlerin yüzü.
Bugün çocuklar güzel. / Bugün sokaklar güzel…
Elimizden tutan her el daha sağlam / Daha mavi gökyüzü.”


Uzun yıllardan sonra yeniden ülkemde bir 23 Nisan yaşayacaktım. Son yıllarda hep yurtdışındaki Türklerin bayram kutlamasındaydım, garip- buruk bayramlardaydım. Bayramlar üzerinde bu kadar oynandıktan, bayramlar kuşa çevrildikten sonra, 29 Ekimlerin, 10 Kasım anmalarının, 30 Ağustos kutlamalarının, 19 Mayısların başına neler geldiğini gördükten sonra acaba 23 Nisan’ı nasıl kutlayacaktık bu yıl, meraktaydım.

Gitmek istediğim yakın ilçelerde iktidarın partisi yerel seçimleri kazanmıştı, bayramların bayram gibi olacağından kuşkuluydum. Sonra, ilk ve ortaokulu olan, çevrenin öğrencilerini de toplayan büyükçe bir köyde (Çevreli) bayramı izlemeye karar verdim.

Ah bu bayram sabahları! Kulaklarımızda marş sesleri, içimizde coşkun bir sevinçle güne uyanmak, kalkmak, hazırlanmak…

Yasaklanan ses kayıtları sitesi( video paylaşım) “Youtube” nedeniyle bilgisayardan müzik dinleme şansımız yoktu. Televizyondan bayram sabahlarını yaşamak, zaten olanaksızdı. Canlı yayın yapmak, ulusal bayramları yurda yaşatmak devletin radyo ve televizyonunun görevi değildi bu iktidarın zamanında çıkan yasalarla, bu görev çoktan ortadan kaldırılmıştı.

Yaşanılan yerlerde belediyeler eğer bu anlayışa çoktan teslim edilmişse, böyle günlerde Atatürk anıtlarına çiçek bırakmak bile izne bağlandıysa, ulusal egemenliğin yalnızca adı kalmışsa, yapacak tek bir şey kalıyordu: Sessiz sedasız hazırlanmak, ayaklarının ucuna basarak bir suçlu gibi bayram için gideceğin yere gitmek.

İnsan çok yaşamamalı. “Çok” sözü, sınır konulamayan bir tanımlama sözü ama bazen bu günleri görmeyen, yıllar önce yaşamını yitiren akranlarıma, meslektaşlarıma, çağdaşlarıma imrenmiyorum değil. Bizim yaşadıklarımızı yaşamadılar, canımızdan çok sevdiğimiz ülkemizin, güzel yurdumuzun, eşsiz vatanımızın bu duruma düşürüldüğünü görmediler…

Atalarımızın kanıyla sulanan bu topraklardaki boynu büküklüğümüze tanıklık etmediler. Yedi düvele başkaldırdığımız, kanımızla canımızla koruduğumuz bağımsızlığımızın, Türklük bilincinin, ulusal duyguların, Atatürk sevgisinin, Cumhuriyete bağlılığımızın nasıl saldırıya uğradığını, bu değerlerin sözde seçilmiş hain ellerce eğitimimizden çıkarıldığını, yüce Atatürk’e utanmazca nasıl saygısızlık edildiğini, dünyanın en güzel ülkesinin kimler eliyle ne duruma getirildiğini hiç bilmeden göçtüler bu dünyadan…

Hani bir söz vardır: “İş olacağına varır.” Bu iş, ülke ulusal güçlerinin denetiminden çıktı çoktan. Türk vatanını Türk’ten almaya yönelik yüzyıllık ihanet planı eksiksiz yürüyormuş öyle deniyor. Karşı çıkacak, düzeni bozacak güç yalnızca halkın gücüdür. Ne yazık ki seyirciyiz bütün olan bitene. Belki de bu çırpınmalarımız, uyuyanları uyandırmak için uğraşmalarımız, direnmelerimiz boşuna değildir. Emeğimiz boşa gitmez, akmasa da damlar yaptıklarımız… Her çok, azdan olur… Yılanın başını küçükken ezmemenin cezası olmalı bütün bunlar…

Neyse sözü fazla uzatmadan bayram gününe gelelim.

Geçimini son yıllarda seracılıkla sağlayan bir köy burası. Dağların arasında bir vadi gibi. Dümdüz arazisi. İki kilometre ötesi, bir yamacı tırman, sonra in, deniz. Üzüm bağları, üstü beyaz naylon örtülerle kaplı kapalı alanlara dönüştürüldü, her geçen gün yeşilini kaybetti buranın bereketli, koyu kiremit kırmızısı renkli güzel toprağı. Sağda solda kalan boş alanlarda görünce şaşırıyorsunuz, diliniz tutuluyor çayırların güzelliğine: Topraktan çiçeğin her türlüsü, özellikle sarının, mavinin, morun, yeşilin her tonuyla açan kır çiçekleri fışkırmış… Uzaktaki, yakındaki tepeler yaş kış yemyeşil, buranın doğal bitki örtüsüyle kaplı. Kayalar, çalılar arasından yer yer alçak boylu zeytin ağaçları, boynuz ağaçları, pelin ağaçları görünüyor. Taşlı yamaçlar sapsarı çiçek açmış, yeşil dallı yapraklı geven çalısıyla kaplı. Köy iki bölüm. Her bölümde bir cami var, minaresiyle kırmızı kiremitli köy evleriyle köy merkezi belli oluyor. Diğer alanlar beyaz naylonun altındalar. Köylü sera işinden memnun. Bağlar sırayla bozuluyor, sökülüyor, sera konduruluyor yerlerine. Bu yöreye has, kara, iri, kokulu bağ üzümlerini ara ki bulasın yaz sonlarında artık.

Okul tek katlı, bir avluya açılan yapılardan oluşmuş. Sarı renkli tipik okul binaları. Yeni yapılanı açık renkli, üstü onun da kiremitli. Biri eski okulmuş, depo olarak kullanılıyormuş, biri ilkokul, diğeri de ortaokul binası. Daha ötedeki okulun (Kapaklı) çocukları da burada bayramdalarmış.

Okul avlusuna üstü muhtarlık yazılı plastik sandalyeler konmuştu. Duvara biz geldiğimizde daha yeni Atatürk resmi, bayrak asılıyordu.

Sandalyelerde tek tük oturan köy kadınları vardı. Çoğu yaş yaşamış, beli bükülmüş, zor yürüyen kadınlar… Şalvarlı, başları yemenili. Daha sonra genç kadınlar, anneler, kızlar da geldiler… Büyücek çocuklar bayram yerinin hazırlanmasına yardım ediyorlar, öğretmenler oradan oraya koşuşturuyordu. Kimi kısa etekli, kimi baştan ayağı uzun etekli, başı tam kapalı türbanlı. Görmeye alıştığımız öğretmen giyimi kalkmış ortadan. Kadınlarda etek, gömlek, ceket, boyunda eşarp, erkeklerde takım elbise, kravat neredeyse tarih olmuş. Bayramda gösteri yapacak çocuklar giyinmiş kuşanmışlar okul kenarında bekleşiyorlardı. Erkekler daha sonra geldiler, çoğu ayakta, bir kısmı duvarlara oturarak bayramı izlediler. Çok kocamışları sandalyelere oturttular.

Önde bir iki sıra boş bırakarak beş altı sırayı dolduran kadınların arasındaki bir boş sandalyeye oturdum. Köy kadınlarıyla selamlaştık, hal hatır sorduk, tanıştık…

Geldiğimizde yüksek sesle bir müzik çalıyordu. İngilizce bir müzik. Bangır bangır bağırıyor söyleyen, çalgılar tan tan tan sanki kafaya vuruyor. Sanırsınız bir yabancı sirktesiniz, az sonra gösteri başlayacak veya bir yabancı ülkede şenliktesiniz… Kimse tepki göstermiyor, öyle alışmışlar bekleşiyorlar. Bir parça bitiyor, diğeri başlıyor. O da aynı, yabancı dil, İngilizce sözlü hızlı müzik.

Beni duygularım yönetiyor bir anda:

“Bu nedir? Bu müzik de neyin nesi? Biz buraya 23 Nisan’ı kutlamaya gelmedik mi? Burası Türkiye değil mi? Türk vatanında değil miyiz?”

Birlikte oturduğum köy kadınları sessizler. Ne öyle ne böyle bir şey diyorlar. Bakışlar donuk, anlamsız. Tek, bayrama koltuk değnekleriyle gelen, görür görmez birbirimize ısındığımız, sarılıp kaynaştığımız Safiye Hanım bana gülümsüyor, elimi tutmuş, gözleriyle destekliyor.

Orada tanıdığım bir öğrenciye müzik yayınını kim yönetiyor diye soruyorum. Omuz silkiyor, yanıt vermiyor, çekip gidiyor yanımdan. Açık olan okul kapısından giriyorum. Büyücek kızlar girişte iç tarafta konuşuyorlar. Onlara soruyorum aynı soruyu. Bana bir uzaylıya bakar gibi bakıyor kızlar. “Şaşkın, ne diyor bu?” bakışıyla bakıyorlar. Orada genç bir öğretmeni görüyorum. “Müzik için bir yetkili arıyorum. İngilizce müzik çalıyorlar. Bu müziği susturmak için. Biz buraya bayrama geldik. Ulusal Egemenlik Bayramı için.”

Genç erkek öğretmen dışarıyı gösteriyor:

“Bakınız meydandaki sırtı bize dönük türbanlı hanım okul müdürüdür. Ona söyleyiniz.”

“Bayramınız kutlu olsun Müdür Hanım.” Başı pastel renkli çiçekli bir örtüyle örtülü, beyaz gömlek , paçaları geniş siyah pantolon giymiş genç Müdür Hanıma elimi uzatıyorum: “Sizi bu çalan müzik için aramıştım.” diyorum.” “ Müziği kim yönetiyor? Bayramda marşlar çalınmaz mı? İngilizce müzik olur mu?”

“Daha bayram başlamadı ki!” yanıtını alıyorum. “Biliyorum, beklerken neden İngilizce müzik dinlenecek?”

Müdür Hanım gidiyor, müziği susturuyor. Köylü kadınlarının yanına geri dönüyorum. O arada mehter marşı çalıyor yayından. Kadınlara dönerek: “İşte böyle, bayram olduğunu anlayalım!” diyorum. Başlarıyla belli belirsiz, çekinerek onaylıyorlar.

Marş bitiyor, bayram kutlama başlayana kadar da başka müzik çalmıyor.

Sonra şehitlerimiz, devlet büyüklerimiz için saygı duruşu, ardından İstiklal marşı okunuşuyla bayram töreni başlıyor.

Ötedeki kendi köyünde, köyünün küçücük ilkokulunda beş on çocukla kutlanan bayrama katılan, yetmiş yaşını aşmış Atatürk ve Cumhuriyet sevdalısı komşuma daha sonra bayrama katılıp katılmadığını sorduğumda şu sözleri dedi bana: “Katılmaz mıyım? Saygı duruşu ve İstiklal Marşı için gittim törene. Görevimi yaptım. Kanım damarımda aktı, Türk olduğumu bildim. Zaten üç beş çocuktu. Başka bir şey yapmalarına gerek yoktu. Ama şiirler okudular. Oyunlar oynadılar.”

Bizim törende de öyle oldu. İstiklal Marşı kasetten çalındı yalnız. Yüksek sesle çalınan marşa çocuklar zar zor katıldılar. Halk suskundu. (Daha önceleri radyodan televizyondan her gün duyduğumuz, açılış kapanışlarda bayrak göndere çekilirken, gökte dalgalanırken çalınan, bu iktidarla birlikte de devletin televizyonundan, radyosundan kaldırılan İstiklal Marşını halk ne zaman nasıl duyacak da söyleyecek. Çocuklara bile öğretilmedikten, okul çocukları bir marşlarını ezbere söyleyemedikten sonra…) Saygı duruşunda ayağa kalkmayı bilmeyen, oturmaya devam eden kadınları seslenerek kaldırdık.

Bayram alanında duvar önüne küçük bir kürsü konmuştu. Bir kız bir oğlan çocuğu bayramın sunuculuğunu üstlenmişlerdi. Bir biri, bir diğeri ellerindeki yazılı kâğıttan duyuruları okudular. Her izlence başında şiirlerden iki üç dize okuyarak sıradaki sunumu tanıttılar.

Saygı duruşunda, Şirinler’de oynayan kırmızı üst giyimli, takma beyaz sakallı küçük bir oğlan köşedeki masada oturdu. Ayağa kalkanlara şöyle bir baktı, buna karşı yine oturdu. Öğretmenlerinden kimse kalkmasını işaret etmedi, görmezden gelindi bu durum. İşte geleceğin gençliği böyle yetişiyor dedim içimden. Bu çocuğun kafasından neler geçti acaba? Neden baktı, birinden aldığı işaretle de saygı duruşu boyunca neler düşünerek oturdu…

Bir öğretmen açılış konuşması yaptı. Sözlerinin bazı satır başları sizleri bilmem ama benim için bir ilkti. Daha önce ulusal bir bayramda, hele hiçbir 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda böyle sözler duymamıştım. Öğretmen bir iki tümce ile 1920’de, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışından, Kurtuluş Savaşı’ndan söz etti. Sonra bazı adları sıraladı, inanmayacaksınız ama peygamberimize kadar getirdi işi.

Çocuktu diye başladı tarihteki yerlerini belirterek överek şu adları saydı:

“Metehan da çocuktu. Alpaslan da çocuktu. Osmangazi çocuktu. ” Fatih’i bir başka övdü:

“Çağ açıp çağ kapayan, Peygamberimizin övgüsüne mahzar olan Fatih de çocuktu.” Sonra Yunus Emre’yi saydı, ardından Atatürk’e sıra geldi:

“Bu vatanın önderi, büyük devlet adamı Atatürk de çocuktu.” Hemen arkasından denilenleri ömrümde ilk kez duydum.

Övgü sözlerinden sonra: “Peygamberimiz de çocuktu.”

Bir ulusal bayram. Kurtuluş Savaşı’nda toplanan Meclis’in, dolayısıyla bağımsız Cumhuriyetimizin temelinin atıldığı, kuruluş günü bu gün. Sonra da çocuklara armağan edilmiş bir bayram günü. Tarihteki büyük bazı Türklerin adları ve peygamberimiz. Neydi bu? Nasıl bir ilgi kurulmuştu bu ulusal bayramımızla, bu adlar arasında, anlayanlar anlatsınlar.

Aynı anlayış, kafa karıştırma, yandaş gazetelerde de göze çarpıyordu. Bir gece önce iktidarın belli kişilerinin boy boy çocukluk resimleri kaplamıştı ortalığı, gazete başlıklarında sıraya girmişlerdi. Ah onlar da çocukmuş diye yaptıklarını, yapacaklarını hoş görecektik, her şeyi unutup, aptallaşıp bir çocuğu sever gibi sevecektik onları anlaşılan…

Öğrencilerin bir iki dizesini okuduğu şiirlerden sonra sunumlar başladı:

“İzmir benim, Van benim. / Şeref benim, şan benim./Kars, Erzurum, Erzincan, / Konya, Ardahan benim. /Seneler kutlu bana. / Aylar umutlu bana. /Türk’üm ne mutlu bana.”

Önce Anaokulu öğrencileri gösterilerini yaptılar. Mavili giyinmiş kızlar erkekler yan yana dizildiler. Kızların kollarında mavi naylondan sepet. Tarkan’ın, “Yakalarsam: Mucuk mucuk….” müziğiyle yürüdüler, oynadılar. Çocukların girdiği kılık “Şirinler” adlı bir çizgi filmdenmiş. Amerikan çizgi filmi. Sakallı başkanları içlerinden birini kaçıranı tekmeyle kovdu oyunun sonunda.

“Bunu her yıl çocuklar, /Kutlayalım sevinçle, / Egemenlik de yaşar, / Hep verirsek el ele.”

Bu sözlerden sonra birinci sınıfların efeleri oynadılar. Efe türküsüyle, efe giyimiyle.

“Bayrağın altında yürüyen yiğit, / Bastığın toprağı tanıyor musun? / Altında yatıyor binlerce şehit / Onların sesini duyuyor musun?”
Bu sunumun ardından dördüncü sınıflar ortaya çıktılar. Bir oğlan kabadayı kılığında:

“Anamı kesen ben, babamı doğrayan ben” diye başladı oyuna. Arkasından kızlı erkekli çocuklar değişik kısa kısa çalınan müziklerle, (oyun havaları, çocuk şarkısı “Yalancı” ve sonunda “Ankaralı Turgut” müziğiyle) oynadılar, bayrak ve Atatürk resmiyle gösterilerini bitirdiler. “Mustafa Kemal Atatürk’e teşekkür ederiz!” dediler.

Cahit Külebi’nin:

“Davranı da deli gönül davranı / Kemal Paşa dinlemiyor fermanı / Anası bacısı, kızı kızanı / Bizim gibi millet görülmemiştir.”

Dizelerinin ardından cücelerin gösterisi başladı. Masanın arkasına üç çocuk geçti. Ellerine pabuç geçirmişler, ayak gibi masaya bastırdılar, çalan müziklerle ellerini oynattılar. Yine tek bir müzikle değil, bir sürü müzik eşliğinde. Birinden bir parça, diğerinden bir parça… Rusların asker müziği Kalinka ile başladılar, Ölürüm esmer için hele loy loy, Gelmez yavrum gelmez gülüm, Aman arpa buğday, Çok sallanma güzelim aklım gider, Meyil verme güzele, Aman güle güle yar geliyor, bir Karadeniz havası ve klasik Batı müziği ile bitirdiler.

Sunumda bu kez Arif Nihat Asya’nın ünlü Bayrak şiirinden bir bölüm, bu iktidarca ders kitaplarından çıkarılan yasaklanan şiirin ortasından bir bölüm okundu:

“ Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder…
Gölgende bana da bana da yer ver.
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar:
Yurda ay yıldızının ışığı yeter.”


Tören boyunca yalnızca iki çocuk şiir okudu. Küçük Murat, her bayramda karşılaştığımız, hepimizi gülümseten bir durumu yaşattı. 23 Nisan şiirine başladı, bitiremedi. Unuttu, yeniden başladı, takıldı, sağa sola bakındı, sonra alkışları duyunca koşarak yerine gitti.

“Egemenlik bizimdir, / Düğün şenlik bizimdir, / Bu esenlik bizimdir, /Geldi 23 Nisan.”

Burada yine bayrak şiirinden bir sunumla törene devam edildi:

“Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım!
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.”


Bu kez sırada okulun halk oyunları ekibinin gösterileri vardı. Çocukların giyimlerini bir dernekten kiralamışlar. Çocuklar, özenli çok güzel giyinmişlerdi. Çok güzel de oynadılar. Şu türkülerle oynadılar:

“Ak güvercin olaydım, pencerene konaydım. Penceren çok yüksekte, yar dizine konaydım. Ay ramo, ramo, ramo…”
“Yeşil çimen üzerinde aşık oldum ben sana. Ovalar yeşil ovalar.”
“Arabaya taş koydum civanım. / Ben bu yola baş koydum.”

Sunum Cahit Külebi’nin bu unutulmaz dizelerinin okunmasıyla sürdü:

“Biz biliriz bizim işlerimizi. / İşimiz kimseden sorulmamıştır. /Kılıçla, mızrakla, topla, tüfekle / Başımız bir kere eğilmemiştir.”

Burada küçük Hayriye küçük bir konser verdi. “Burçak tarlası.” “Çayır çimen geze geze.”

Sunumda yine Cahit Külebi, yine şairin Kurtuluş Savaşı Destanı’ndan alınan eşsiz dizeleri:

“Kuzumuz var, yaylalarda meleşir, / Çeşmemiz var, gece gündüz söyleşir. / Yazımız var, pehlivanlar güreşir, / Bu toprağa kimse girememiştir.”

Kapaklı’dan ana okuluna giden küçükler bu arada gösterilerini yaptılar: Yine başka bir “Şirinler” oyunu. Yetişkinlere ait bir Türkçe pop müziğiyle.

“Korur serhatleri her Türk canıyla, / Sulanmış bu toprak şehit kanıyla, /Edirne’den Kars’a dört bir yanıyla, / Anadolu Türk’ün vatanıdır hey!” dizelerini okuduktan sonra sunucu kızımız Mehter takımını gösteriye çağırdı.

Küçücük oğlan çocukları mehter giyimi giyinmişler, mehterbaşı önde, diğerleri ardında, boyanmış bıyıkları koca adam tavırlarıyla pek hoştular. Ellerinde çalgıları, mehter adımlarıyla dolandılar, ortalığı kırıp geçirdiler. Hele kös çalan işin ustasıydı.

“ Ceddin deden, neslin baban / Hep kahraman Türk milleti / Orduları pek çok zaman / Vermişler dünyaya şan./ Türk milleti Türk milleti / Aşk ile sev milliyeti /Kahret vatan düşmanını / Çeksin o melun zilleti.”

Mehterle tören sona erdi. Yarışmalara geçildi. En çok da yarışmalara ilgi gösterildi. Kazananlar alkışlandı, yarışanlar yarışırlarken alkışlarla yüreklendirildi.

Balon patlatma yarışmasıyla oyunlar başladı. Arkasından yer kapmaca. Birinci sınıfların oyunuydu bu. Tek sandalye kalana kadar oyun sürdü, oturamayanlar tek tek elendiler, oyun boyunca da değişik müzikler çaldılar.

Oyun havaları, bir de Ankaralı Turgut müziği türü bir hava çalındı:

“Çektim şarabı, öptüm Arap’ı.” “Öptüm yanağını, öptüm dudağını… Çektim şarabı, öptüm Arap’ı…”

İnsan her yaşında yeni bir şey öğreniyor. Ne yalan söyleyeyim böyle sözlü, böyle tarz bir müziği ilk kez duydum, dinledim. Şaşkınlıktan da öyle kalakaldım, acaba yanlış mı duyuyorum diye. Oyun bitene kadar da aynı müzik sürdü. Arap öpüldü, şarap çekildi anlayacağınız…

Su doldurma yarışması, ağızdaki kaşıkta yumurta taşıma yarışması diğer yarışmalardı. Su taşıma- doldurma yarışmasında iki grup çocuk yarıştı. Çocuklar beyaz saydam plastik bardaklarla plastik yoğurt kovasından aldıkları suyu, plastik beş litrelik “Damla” marka su şişesine doldurdular. Plastik şişeyi ilk önce dolduran taraf kazandı.

Burada gördüklerimi evde anlatırken, gözlerim su dolu bakır kovalar, su doldurulacak ağzı dar bakır güğümler aradı, çocukların ellerinde bakır maşrapalar hayal ettim dedim de bana güldüler… Sen nerede yaşıyorsun der gibi baktılar…

Bayramlarımız bu kadar kutlanabiliyor şu anda. Bayramda çok güzel sunumlar vardı. Bazı güzel oyunlar vardı. En azından saygı duruşu ve kasetle beraber de olsa okunan İstiklal Marşı vardı. Gelecekte bu da olmayacak. Bak köylülerimizin hepsi orada. Çıkışta yetişkin kız ve erkekler avluda kapıyı tutmuş şeker ikram ettiler gidenlere. Düğün sahipleri gibi, “Yine bekleriz.” dediler…

*

Biz çoktan plastikten naylondan insanlara dönüştük, ulusalcılık, ulusal duygular topluma unutturuluyor. Kimliksiz yetişecek yeni kuşaklar…

“Atatürk ilkeleri millî eğitimimizin amaçlarından çıkarıldı. Bayramlardaki geçit törenleri kaldırıldı, bu bayramların (23 Nisan’ın, 19 Mayıs’ın) şehir meydanlarında, spor alanlarında yapılmaları yasaklandı, unuttun mu?” diyorlar bana.

Kendini tanıtırken orada ne demişti yaş yaşamış, güngörmüş, köyünde doğmuş büyümüş, hiç evlenmeden yaşlanmış, önünde koltuk değnekleri dayalı duran güleç yüzlü Safiye Hanım:

“Adım Safiye. Hani Temel Reis var ya, Temel Reis çizgi filmi, adım oradaki Safiye’den.”

Kendini bir köylü kadınımız böyle tanıttıktan sonra, çocuklarımız Amerikan çizgi film kahramanları “Şirinleri” oynamışlar, Türk kahramanlarını tanımamışlar, “Şirin Dede” olmuşlar, dedemiz “ Nasrettin Hoca” varken, Dedem Korkut” varken, bayramdan önce Amerikan müzikleri çalmış, bayramda tek bir Türk marşı, 23 Nisan şarkısı, çocuk şarkısı, kahramanlık marşı, Atatürk marşı, Cumhuriyet marşı duymamışız çok mu?

En doğrusunu Ankaralı Turgut demiş: “İçtim şarabı öptüm Arap’ı.”

Yalan mı, hepimiz sanki içmişiz şarabı öpmüşüz Arap’ı…


Feza Tiryaki, 25 Nisan 2014
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 1012
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Bing [Bot] ve 1 konuk

x