Kurtuluş Savaşı sırasında yazılmış bazı gazete yazılarından kısa kısa örnekler. Yazılar özetlenirken bazı yerleri, yazarın dilini tanımanız için olduğu gibi alındı. Savaş sırasında yazılmış bu yazılar bize o günleri açıkça gösteriyor. Vatanın nasıl kurtulduğunu, ne güçlüklerle bu günlere gelindiğini o günleri yaşayanların dilinden anlatıyor. Özellikle büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk hakkında ta o günlerde yazılan yazılar gerçekten çok etkileyici, düşündürücü… O günkü yurtseverlerle bugünkü hainleri kıyaslamanız için de bir örnektir bu yazılar. Türklerin uyanışından, milliyetçiliğinden neden bu denli korkulduğu da açıkça anlaşılıyor bu seçtiğim yazılarda...
Münevverler (Aydınlar) Cepheye
Ahmed Ağaoğlu ,Vakit, 1921
Kağnıyla Ankara ile Çankırı arasında bir köye gidiyor yazar, arkadaşlarıyla. Onları çocuklar karşılıyor. Bazıları çırılçıplak, bazıları paçavralar içinde, çok yoksul ama hepsi de sevimli uslu çocuklar…
Yazar çocuklarla konuşuyor. Yazıdan o bölüm:
“Kızım adın nedir?”
Mavi gözlü sekiz yaşında bir çocuk:
“Adım Fatma’dır.”
“Baban var mıdır?”
“Hayır, şehit oldu.”
“Kim sana bakıyor?”
“Annem!”
“Annen nerededir?”
“Tarlada buğday biçmeye gitti!”
Kardeşlerin var mıdır?
“İşte bu!”
Kız, beş yaşlarındaki üstünde eski bir gömlekten başka bir şey olmayan bir çocuğu, işte buna ben bakıyorum diye gösteriyor. Diğer çocuklar da aynı. Ya babaları şehit olmuş, ya da cephedeler. Anneler tarlada. Sonra tamamen çıplak altı yedi yaşlarındaki bir çocuk yazarın dikkatini çekiyor, bu kim diye soruyor. “Yetim!” diyorlar. “Babası şehit oldu, annesi öldü, kendisine yaşlı bir kadın bakıyor !” Yanlarına değneğine dayanarak gelen bir yaşlı kadın ona soruyor: “Ankara’dan mı geliyorsun evlâdım? Ordudan ne haber?”
“Ordumuz demir gibi maşallah!” yanıtını duyunca yaşlı kadın, şükürler olsun diyor. Sorulunca da anlatıyor. Dört oğlu varmış, üçü şehit olmuş. Biri cephedeymiş. Yazar, inşallah oğlun gazi olarak gelir deyince, yaşlı kadın gözünde yaşlarla:
“Ah evlâdım tek memleket kurtulsun, gâvur gelmesin, biz her şeye razıyız. Bu topraklar çiğnenmesin!” der. Sonra, sopasına dayanarak gider.
Burada yazar düşünür:
“Bütün Anadolu bu ulvi ( yüce ) his ile dolu. Düşündükleri yalnızca kutsal vatanın kurtulması. Tarlada gece gündüz çalışarak milleti orduyu besleyen, cepheye erzak, mermi taşıyan kadınlar, cephede göğüslerini düşmana siper eden askerler yalnızca vatanın savunmasını düşünüyorlar. “Fakat bizler?” diye sorar kendine. Bizler neredeyiz?” Sonra aydınlara seslenir:
“Savaş bitince vatanın başına sizler geçeceksiniz, vatanın meyvesini sizler dereceksiniz. Bugün Anadolu vatan için her şeyi feda ediyor. Siz neredesiniz? Neden gelip bu çorak sahaya fikirler, hisler serpmiyorsunuz? Haydi iş başına!”
İstiklal Hissimiz (Duygumuz)
Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!
Yahya Kemal, Tevhid-i Efkâr, 1922
Yazar açıklıyor:
“İstiklal sevdasını açıklayan sözlerin en güzeli, en şedidi (sıkı, sert), en fasihi (hatasız), en ateşini (ateşli, parlak) Türkçededir. “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!” Öyle bir ifadedir ki insanoğlunun kalbinde yatan azim dediğimiz aslan kükreyerek boşanmış zannedilir. Ezelden ebede ( başlangıcı olmayan zamandan sonsuza) kadar Türk’ü bu sarp (güç, zor) söz tarif eder.”
Sonra bir anısını anlatır. Paris’te okurken bir öğrenci arkadaşı varmış. Leh. (Polonyalı). İstiklal hasretini (bağımsızlık özlemi ) ondan öğrenmiş. O dermiş ki: “Lehistan bitti. Lehistan’dan yadigâr kalan tek şeyimiz var. Leh milletinin kalbindeki istiklal hissi. Eğer milletim bu hissi de kaybetseydi milletimden müebbeden (ölene dek) vazgeçerdim. Ben belki göremeyeceğim ama vatandaşlarımın kalbinde kalan bu kıvılcımdan günün birinde Lehistan tekrar doğacak.”
Bunu dedikten sonra Yahya Kemal sözü şöyle bağlar:
“O arkadaş yaşıyor mu bilmem, fakat dediğinin doğru çıktığını ben gördüm, yiğit Polonya kurtuldu. Türklerin kalbinde istiklal hissi asırlardan beri mukaddes bir ateş gibi küller altında duruyormuş, söndürüleceğini hissettiği an bütün şiddetiyle parladı.”
Sonra sözü Yunan işgaline getirir. Türk’ün buna karşı direnişine. Yabancıların ve bizimkilerin Türkler için neler dediğini açıklar: “Bu hareket dedikleri gibi millî bir hareket olamaz, bu millet Afrika’da, Avrupa’da, Asya’da bu kadar vilayetini kaybetti de böyle ayaklanmadı; şimdi İzmir için ayaklanır mı? Hayır, bu bir oyundur.”
Burada yazar o günün aydınına şunu der:
“Vatandaşlar görüyorum ki, ecnebi dostlar gibi “sebepleri vesilelerle” karıştırıyorlar. Bu harbin, istiklal hissimizin feveranından( çığlığından) başka bir şey olmadığını kestiremiyorlar.”
Yazar sonra sözü İzmir’e getirir, “Yunan ordusu İzmir rıhtımına çıkar çıkmaz adeta bir sihir ve efsun (büyü) kuvvetiyle yeni bir Türk istiklali belirdi.” diye yazar. Sonra bir Fransız şairin Türk milletinin ne olduğunu tam hakkıyla anlatan şiirinden örnek verir. “Kurt Avı Öyküsü”. “Burada tek başına boğuşan, aman dilemeksizin sessizce can veren erkek kurdu ve sonra yavrularını bu faciadan dağa aşırıp, onlara hiçbir zaman muti ( baş eğen) hayvanlar derecesine düşmemeği öğreten dişi kurdu anlatır Fransız şair. Yazar: “Yabancılar, erkek kurdu Türk ordusunun, anne kurdu Türk milletinin timsali olarak gördüler.” der.
Yazısını şöyle bitirir:
“Bu son cidal (uğraşma, savaşma), o hikâyeyi bize sahnede gösterdi.”
Türklerin Asil Seciyeleri ( Soylu Özellikleri ) Nedir?
Haşim Nahid, İkdam, 1922
Yazıya Haşim Nahid şöyle başlar: “Türklerde milliyetçilik şuuru (bilinci) gittikçe artıyor.”
Sonra Türk’ün seciyelerini( yaradılış, huy, karakter) yazar.
“ Türk’ün öyle asil seciyeleri var ki, zamanın bütün tahriplerine (yıkma, bozma) rağmen metin abideler gibi hâlâ sapasağlam duruyor. Acem ve Arap medeniyetinin tesiri altına girmezden evvel de, binlerce sene evvel de, Türk bu seciyeleri haizdir.” dedikten sonra Türk’ün üstünlüklerini sayar. “ Bunlardan en belirgin olanı idealist oluşudur.” der. Sonra ekler:
“Tarih Türk hürriyet ve istiklalinin ve Türk saltanatının mevcut olmadığı hiçbir devreyi gösteremez!”
Sırasıyla Türklerin diğer üstün özelliklerini sayar: Birincisi, “mertlik” tir der. Buna örnekler verir. Sonra şunları yazar:
“Türk sözünden dönmez!” “Türk’ün özü sözü birdir!”
Tarihte daima aldatılan Türk’tür. Niçin? Çünkü karşısındakini kendisi gibi “özü sözü bir” tasavvur eder.”
Sözünün burasında Yunan için şunları der:
“Yalancılık, hırsızlık, hile ve hıyanet Yunan milletinin ezeli seciyeleridir.”
Türk’ün özelliklerini saymaya devam eden yazar yazısına şunları ekler:
“Türk’ün vakarı” ( gururlu duruşu) da çok dikkate layıktır:
Türk övünmek bilmez; çünkü karşısındakine kıymet vermez ki onunla mukayeseye girişsin. İşte bunu Türkler bilmezler!”
Türk kendi evsafının ( soyunun) asaletine o kadar emindir ki, başkaları hakkında yalanlar tertip etmek değil, başkalarının yalanını ortaya çıkarmak bile hatırından geçmez, çünkü başkalarıyla meşgul olduğu yok…”
Bu sözlerini iyi okuyalım yazarın:
İnsanı arkasından vurmak isteyen bir namerdi gördünüz mü, biliniz ki, bu Türk değildir; çünkü Türk merttir. Yalancı, müzevir (koğucu), müfteri( iftira atan) Türk olamaz.
Biliniz ki, Türk’ü bütün o muazzam felaketlerden kurtarıp yaşatan işte bu seciyelerdir ve bu seciyeler mutlak onu yaşatacaktır!..”
Mustafa Kemal Paşa’nın Köşkünde
Yabancı bir gazetecinin, “Petit Parisien” muhabirinin Millî Mücadele önderimiz, Başkomutanımız Mustafa Kemal’i gazetesinde tanıtması. Mektup şeklindeki yazı bizim gazetemizde de çıkar. Tevhid-i Efkar, Mayıs 1922
Gazeteci mektubunda şunları yazıyor:
“Mustafa Kemal Paşa bu sabah beni Çankaya’daki köşküne davet etti.” Çankaya için şunu der: “ Güler yüzlü bir köy.” Atatürk’ten, “millî kahraman” olarak söz eder. Çankaya’da duvarda gördüğü iki tabloyu ve üstlerindeki yazıyı anlatır burada:
“Zulmün topu var, güllesi var, kal’ası (kalesi) varsa
Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.”
İkinci tabloda yazılan:
Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini
Yok mudur kurtaracak bahtı kara mâderini?
Sonra yazısına devam eder:
“Bir yaver bizi Başkumandanın dairesine götürdü.
Kapı açıktı. Etrafımdaki şeyleri görmeyerek bir kaç adım attım… Başkumandanın önünde bulunuyordum. Daha ilk saniye, metin bir azim ve iradenin sizi sardığını, teshir ettiğini (büyüleme) hissedersiniz…”
Sonra konuşurlarken bir özelliğine dikkat çekiyor Atatürk’ün. Burası mektubun en önemli yeri:
“Mustafa Kemal Paşa lisanımızı anlıyor ve Fransızca konuşabiliyor, bununla beraber düşüncelerini Türkçe ifade etmeyi tercih etti. Tercümanımız Ağaoğlu Ahmed Bey’di. Mâhaza (buna rağmen) Mustafa Kemal Paşa tercümeyi dikkatle takip ediyor ve ara sıra müdahale ederek düşüncelerini en doğru ifade edecek Fransızca kelimeyi yine kendisi buluyordu.”
Kahraman Fatma
H. M. Tevhid-i Efkâr, 17 Haziran 1922
Yazarının adı belirtilmemiş bu yazının, yalnızca baş harfleri yazılmış.
Yazar, Kara Fatma’yı geçen kış İzmit’te görmüş, omuzunda fişekliği, belinde kaması, tabancasıyla, dağlı bir yiğit kıyafetinde. Önce hayret etmiş, sonra bir kahraman karşısında duyulan saygı hissini duymuş ona karşı… Şöyle yazıyor:
“Ve insan ne büyük bir milletin evlâdı olduğunu o vakit gurur ve iftiharla duyuyor. Bana ırkımın gururunu duyuran bu mücahit kadın, Fatma isminde bir Erzurum kızıdır… “
“Ben işte böyle bir Erzurum annesini ve kadınların en kahramanını tanıdım.”
Bu sözlerden sonra yazıda Kara Fatma’nın cephelerdeki öyküsü, kahramanlıkları anlatılır.
Millî Türk Bediî (Gönlü)
Yakup Kadri, İkdam, 17 Haziran 1922
Yazar bir Rus ressamın Ankara’ya geldiğini Millî Mücadelemizi anlatan tablolar yapacağını duymuş. Bundan Türk ressamlar utansın, yüzleri kızarsın, diyor.
Eğer Anadolu’daki o ulvi (kutsal) kahramanlık, fedakarlık, fecaat ( acı, acıklılık), feragat (vericilik, tok gözlülük, dinçlik) sahneleri bir Rus’un ruhunda hasıl edeceği (uyandıracağı) intibalardan (izlenim) sonra bize vasıl olursa… diye yazıyor, bundan endişeleniyor, üzülüyor…
Büyük Adamların Tevazuu (Alçak gönüllülüğü)
Yakup Kadri, İkdam, 27 Temmuz 1922
Yazı şöyle başlıyor: “Mustafa Kemal Paşa son nutuklarından birinde, ”Millî davamız kazanıldıktan sonra mücahedeye (savaşa) başlamazdan evvelki mevkiime rücu edeceğim (döneceğim) dedi.”
Yazar, bunun olamayacağını şu sözlerle açıklıyor:
“Şan ve şerefin bu derecesine varan bir kimse için artık kendi hayatını kendisi tanzim etmek ve kendi başının havasını yaşamak imkânı çoktan geçmiştir.” Sonra Atatürk’ün hayatını gözümüzün önünden geçiriyor:
“O, on seneden beri kılıcını bir dakika kınına koymamış, bir dakika rahat yüzü görmemiş, kırk yaşında solgun benizli bir askerdir. Avurtları çökmüş ve gözlerine müthiş bir sıtmanın ateşi sinmiştir. Bu ateş ve kan dalgasına atılmazdan evvel o da bizim gibi bir insandı, o da bir ananın oğluydu. Yumuşak yataklar içinde büyüdü, çocukluğunda oynamanın ve hoplamanın neşesini, gençliğinde hayata tad veren güzel şeylerin zevkini sevdi. O da kışın büyük şehirlerde, yazın kaplıcalarda oturmanın… ne kadar hoş ve rahat bir şey olduğunu biliyor. O da bizim gibi zevk ve safa, aşk ve sevda ihtiyaçları duydu. Fakat hilkatin (yaradılış) her büyük hadisesi gibi merhametsiz olan kader i onu bütün bunlardan mahrum etti. Şiddetle elinden tutup kâh Trablusgarp’ın âteşin çöllerine, kâh Çanakkale’nin yalçın kayalarına, kâh Irak’ın haşin badiyelerine (çöllerine), kâh şarkî (doğu) Anadolu’nun karlı dağlarına sürükledi. Ve nihayet getirip Sakarya nehrinin çıplak ve melül (hüzünlü) sahillerinde bir onulmaz facianın ortasında bıraktı.
…Ey şanlı kahraman!
Ben senin o uykusuz gecelerinin ve uykusuz gecelerin mahuf (korkulu, korkunç) aydınlıklarında soluk bir alev gibi dolaşan başını bir dakika unutmadım! Tarihi harpte misli (eşi) görülmemiş o yirmi iki günlük cengin sonunda senin sırtüstü düşmüş şehitlerden farkın kalmamıştı. Sesin kısılmış ve gözlerin maveraî (öteki âleme ait) bir ifade almıştı. Elmacık kemiklerin yanaklarının derisini delecek kadar sivrilmişti…
O günden beri senin bütün dünyaya velvele saçan (gürültü kopartan) şanın benim gözlerimi kamaştırmıyor. Sanıyorum ki başının etrafındaki hâle bir tatlı nur değil, bir kızıl ateştir ve müşir ( mareşal) üniformasının altında sakladığın vücut bir Anadolulu neferin yaralı ve yanık vücudundan farklı değildir.
…O her şeyden evvel ıstırap çeken, mihnet (sıkıntı, eziyet) ve meşakkat (güçlük) içinde her gün biraz daha yıpranan bir vatan fedaisidir.
… O’nun hayatı destanî değil, hailevîdir (trajedi).
… O bu bedbaht ( kötü talihli) milletin en samimi ve en sadık timsallerinden (örnek) biri oluyor… O bu vatanın ıstırabından doğdu ve yalnız bu ıstırabı temsil ediyor. Vakta ki ( ne zaman ki) beklediğimiz büyük sevinç günü gelecek, vakta ki bu viran (yıkılmış, harabe) ülkenin üstünde bir halas (kurtuluş) ve zafer bayramının şenliği olacak, o vakit bu müheyyiç ( heyecan uyandıran) sima( yüz) hiçbir faniye müyesser (kolay) olmayan tarihi şanını kaybetmemek için mazinin arkasına çekilecek. İşte “Millî davamız kazanıldıktan sonra mücahedeye (savaşma, uğraşma) başlamazdan evvelki mevkiime rucû edeceğim (döneceğim) sözü o kahramanın ağzında bu sırrı ifade ediyor.”
Yazının burasında yazar, barıştan ve bağımsızlıktan sonra yapılması gereken siyasi ve sosyal devrimlerin gerekliliğinden millî hareketin ikinci ve en güç işinin bunlar olacağından söz eder. “Bu ikinci savaşın ( devrimlerin) Mustafa Kemal Paşasız olabileceğine hiç ihtimal vermiyoruz, zorlu meydanların dışında kalan bir Mustafa Kemal düşünmek insana garip geliyor,” diye yazar.
Atatürk’ün bu sözünü O’nun alçak gönüllüğüne bağlar. Der ki:
“Esasen mütevazı (alçak gönüllü) olmayan kimse “büyük adam” unvanına layık değildir.”
*
İyi günlerin geleceği, bu büyük milletin bugünkü güç şartlardan da kendi gücü ve iradesiyle kurtulabileceği inancıyla :
19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramımız Kutlu Olsun!
Atatürk’ten Türk Gençliğine:
“ Gençler, cesaretimizi güçlendiren ve sürdüren sizlersiniz. Siz, almakta olduğunuz terbiye ve kültür ile insanlık değerinin, vatan sevgisinin en değerli örneği olacaksınız. “
Feza Tiryaki, 19 Mayıs 2013
Kaynakça: Devrin Yazarlarının Kalemiyle Millî Mücadele ve Gazi Mustafa Kemal. (Kültür Bakanlığı yayınları Atatürk dizisi 1981)