KUŞBAKIŞI
Arada olaylara kuşbakışı bakmalı. Nasıl bir anıtı kuşbakışı izlerken daha iyi tanırsan, bir resme kuşbakışı bakınca eğrisini doğrusunu bir anda görürsen, olaylara bakış da öyledir.
İçindeysen, baktığın yerden, tuttuğun koldan olayı bilirsin; çevreden etkilenmemek elde değildir…
Güzel ülkemizi, bir de uzaktan görseniz, yalnızca, içinizde tükenmez bir özlemle, sevgiyle, onu duyumsayarak, dünyanın başka bir yerinden ülkenize bakmaya çalışsanız, gördüklerinize şaşar kalırsınız…
“Bir düşte miyiz? Bütün bunlar gerçek olamaz! Uyurgezerler mi sarmış ortalığı? Kim bu körler, sağırlar, birbirini ağırlayan bu ikiyüzlü şeytanlar kim? Canım ülkem ortaçağı yeniden mi yaşayacak, eski zaman büyücülerinin büyüsüne mi tutulmuş? Neyiz, neredeyiz, nereye gidiyoruz?” diye çırpınırsınız…
Kasabın bıçağının uysalca beklenmesine, bütün bir ülkenin üstüne serpilen ölü toprağına akıl erdiremezsiniz…
Eller nerede, biz neredeyiz, dersiniz…
Ellerin keyfine diyecek yok… Dillerine, ülkelerine sarılmışlar, güle oynaya yaşayıp gidiyorlar. Tek dertleri ölüm. Şairin (Cahit Sıtkı) ülkemiz için düşlediği:
“ Memleket isterim. / Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; /
Olursa bir şikâyet ölümden olsun.” dizelerindeki gibi, Batılıların tek sıkıntıları şimdilik, zamanı gelince, çok yaşlanınca ölmek…
Biz ise, bin bir dertle boğuşuyoruz. Değerlerimiz paramparça… Ufukta bir ışık görebilseydik… Karanlık… Vatan altımızdan kayıyor, çekiliyor… 1919 yılı yeniden yaşanıyor. Bir farkla. Türk ulusunun başında bir Mustafa Kemal yok, ulusu arkasından koşturacak bir yol gösterici görünmüyor… Suskunuz… Bizi ulus yapan, bizi birbirimize kenetleyen, havamız, suyumuz, yüreğimiz, beynimiz olan dilimiz Türkçemize saldırılara bile ses etmiyoruz; ne ses etmesi, bağışlayınız, aptalı oynuyor, denilenleri, başımıza gelecekleri anlamazdan, duymazdan geliyoruz…
Dünyanın en güzel insanlarının yaşadığı, dünyanın en güzel ülkesinin başına, düşmanlarımız çorap öre öre bitiremiyorlar. Bir derde alışırken, biriyle uğraşırken, diğeri başlıyor…
İkinci bir tür vatandaş yaratıldı son yıllarda. Bilgisiyle, yeteneğiyle, alın teriyle bir yerlere gelmeyenler, tepeden, tepelere kondurulanlar, hemen ayırt ediliyorlar.
Yozlaşmış, çıkarcı, bulunduğu yeri hak etmeyen kişiler öyle çok ki…
Danıştay üyeliğine seçilen PTT müdürüne şaşırıp kalmadan önce, çevremizdekilere şöyle bir bakmalı.
Yeni okul müdürlerine bakın, yeni atanan imamlara bakın, kaymakamlara, valilere bir bakın…
Devletin bir görevlisini değil, bir anlayışın emir kullarını göreceksiniz çoğunda… Sanatçılarda bile böyle bir ayrım var. Kim yalaka, kim omurgasız, o kişi dizide rolü kapıyor, TRT’de başrollere çıkıyor, bir yerde, bir işte yeri kesinleşiyor, ekranlar, sahneler, tüm kapılar ona açılıyor…
Bunlardan biriyle geçenlerde Antalya havaalanında uçağa binişte karşı karşıya geldik. Sabah uçağı, çoğunluğu yabancı gezginleri ülkelerine taşıyan bir uçak. Uçağa binişte, iki genç görevli kapı kontrolüne geliyorlar. Alışılmadık derecede yılışıklar, yaygaracılar… Kendi aralarında yüksek sesle konuşuyorlar ama nasıl… Bir Rus kadın adını anons ettiriyorlar, ardından- bilemeyiz neden- yüksek sesle gülüyorlar. Biletlerini alıp yer oturma kartlarını geri verdikleri yolculara sırnaşık sırnaşık laf atıyorlar. Kendilerine uymayanlara da tepkileri anında saygısızca, kabaca, ayırımcı… Böyle bir devlet görevlisi, şirket görevlisi olamaz, kim bunlar diyorsun ama kime diyorsun… Bunlar örümcek ağı gibi sarmışlar ülkemizi, her yerdeler…
Yabancı kuşun başı kanadı altında olur, derler, ülkemizden çıkınca hepimizin başı öyle. İnsanın başı vatanında dik olur, insanoğlu, bayrağının altında kendine güvenlidir, onurludur… Vatanın değerini bildirmek için vatan hainlerini bir süreliğine böyle zorunlu göçe zorlamalı. Bağımsız, çağdaş bir devletin bireyi olmanın değerini, oralardaki sığınmacı Arapları, üçüncü dünya ülkelerinden türlü çeşitli insanları örnek göstererek belletmeli, başka bir ülkede yaşamanın zorluklarını onları gurbette yaşatarak göstermeli… Sonra dil nedir, neden bir ülkenin en büyük değeri o ülkenin dilidir, bunu kafalarına vura vura sokmalı! Her ülkenin, kendi diline nasıl asıldığını yerinde gözlemletmeli, ulusal dilin ne demek olduğunu, Türkçesiz kalmanın ne olduğunu, onları başka bir dille bir süre yaşatarak bir iyice bu hain ve aymaz kafalara anlatmalı.
Geçen gün elime öğretmenlik yıllarımdan kalan eski defterler geçti. Almanya’dan, seksenli yılların sonundan bir okul belgesi. O yıllar Özal dönemiyle ülkemizin çözülmeye, sarsıntıya uğratıldığı yıllar… Terörün azdığı, bölücülüğün azıttığı, Türk diline saldırıların başlatıldığı, Türk Dil Kurumu’nun dönüştürüldüğü yıllar…
İlkokul üçüncü sınıf ders planı. Alman okullarına ait. Beş saat Almanca, beş saat Matematik dersi görürlermiş çocuklar. Diğer dersler bir iki saat, Spor ise üç saat. En önemli dersi eloğlunun, kendi dilinin dersi ve bilimin, aklın dili Matematik dersi. Ardından spor geliyor. Ülkemizde tam tersi yapılırken, İngilizce çocuklarımızın beynini uyuştururken, Türkçenin yerini alırken, terör örgütü PKK cirit atarken ortalıkta, bölücülerimiz Avrupa ülkelerinde korunup kollanırken, bakınız, Avrupa kendi diline sarılıyormuş… Ülkesine gelecekleri yıllardır Avrupalı dil sınavına sokuyor. Dilini bilmeyeni bir gurbetçiye eş olarak bile getirtmiyorlar. Ülke dili bu derece önemli, dili bir ülkenin güçlenmesinde, büyümesinde, ulus devlet olarak yaşayabilmesinde en önemli etken…
Eloğlu, Müslümanlar birbirini yerken, Afganistan’da okul saldırısında yüzlerce çocuk ölürken, Suriye’de, Irak’ta intihar saldırıları sıradan olaylarmış gibi kanıksanırken… hiç mi hiç etkilenmiyor… Aylardır Noel’i kutlamaya hazırlanmışlar, yine aylardır tek bu kutlamalar için yaşamışlar sanki… Ne bölünme, ne yönetim biçimlerinin geriye döndürülmesi, ortaçağın karanlığına girme sorunları var onların. Ne ırmakları, toprakları yağmalanıyor, ne dağları zehirleniyor, ne güneş enerjisini, rüzgâr enerjisini bir yana bırakıp, çağı geçmiş atom santralı kurmaya kalkışıyor yönetimleri… Ne işsizlik, ne yoksulluk dertleri var… Devletin sosyal güvenlik şemsiyesi tepelerinde. Ne eğitim sistemlerini yaz-boza döndüren bir kadroyu başlarına geçirmişler… Ne de yüz yıl öncenin karanlığına özlem duyan, başka ırkların, soyların kuyruk acılıları yönetiyor onları…
Bizimkiler ise, ne bizlerden, ne kendilerini duyan dünya insanlarından utanıyorlar. Ağızlarından dinlemeye dayanamadığım sözleri, bir rastlantı, bir müzik kanalının alt yazısından okuyorum:
“Yüz sene önce bizi komşularımızdan kopardılar…”
Biri çıkıyor, devleti yöneten iktidardan biri, hep güler gibi duran, anlamı okunamayan yüzüyle,“ Yüz sene önce bizi komşularımızdan kopardılar…” diyebiliyor. “Politikamız onlarla birleşmek üzerine…” diye de devam edebiliyor hiçbir tepki görmeden… O işgalci komşuların biriyle, Yunan’la, Kurtuluş Savaşı’nda en kanlı savaşları yaptığımızı bile bile… Yakın geçmişimizde terörist başını, bu eli kanlı katili, bu ülke koltuklamamış, bölücüleri bağrına basmamış sayarak… Denizlerimizden bizi atmak isteyen, Türk adası Kıbrıs’a el koymaya çalışan, sayısız adamızı son yıllarda sırayla işgal eden Yunan’ın nesiyle birleşeceksin? Daha öncelerini, İngilizlerle işbirliği edenleri, Arapların Arap çöllerinde Türk askerini arkadan hançerlemesini ulusa nasıl unutturacaksın? Hangi komşunla, ne amaçla birleşeceksin? “Ermeni mezalimi,” Balkanlardaki acılar unutulabilirmiş, bir ulusun belleğinden tarihi silinebilirmiş gibi… Aynı devletlerin, aynı emelleri bugün de taşıdıkları, ilk fırsatta bize yeniden saldırabilecekleri, toprağımızda gözü oldukları, onların Ağrı’yı, İstanbul’u, İzmir’i, kısaca vatanımızı elimizden alacaklarını hiç saklamadıkları bir gerçekken…
Yine eğitimin başındaki biri, saçı bıyığı ak pak biri, “Osmanlıca eski Türkçe, demek,” diyor. Olmayan bir yapay dili, ölmüş bir yazı dilini, üstüne de Fatiha okunmuş, çoktan geçmişe gömülmüş, duyanı dinleyeni bayan, iç bulandıran bir deli saçması dil bozuntusunu kalkmış savunuyor:
“ Bu da Türkçe. Yalnız Arap harfleriyle yazılı,” diye işin püf noktasını ağzından kaçırıyor: “ Arap harfleri.” Karşı devrimin sözcülerinin hep yaptığı gibi, Türk harflerine, Atatürk harflerine karşıtlığını, sevgisizliğini kusuyor, sonra yüce önderimiz Atatürk’e sarılırmış gibi yaparak bu akıl dışı söylemi aklınca yumuşatıyor: “1927’de yazılan Nutuk, kaç kere düzenlendi, bu acı bir şey…”
Eee… Ne olacaktı? Nutku Arapça mı okuyacaktık? Bunun için eski yazı mı öğrenecektik? Yüce önderimiz o günkü dille yazdıysa, yazı devrimiyle birlikte ertesi yıl, Nutuk Türkçe yazı diline çevrildiyse, Türkçe çevirisiyle kuşaklar boyu bizler Nutuk’ta ne dendiğini hiç eksiksiz okuduysak, anladıysak bunun neresi acı? Acı olan, eski dönemlerde, dilimize, dilimizin seslerine hiç uymayan bir yazı diliyle Türkçemizi yazmaya kalkışmaktı. Bu kötülüğü Atatürk en büyük devrimiyle düzeltmiş, Arap harflerini geldiği yere bir daha geri dönemeyecek durumda göndermiş, dilimizdeki yabancı diller boyunduruğunu, Türkçeyi yücelterek, geliştirerek, Türkçeyi güçlendirerek çözmüştür…
Oysa işin en acı olan yanı, bu dincilerin Atatürk adını kullanmaları değil, böyle bir örneği vermeye, koca bir ulusu akılsız saymaları da değil; Türk aydınlarının, okur yazarların suskunluğudur…
Aydınlanmadan geçmiş, Türk harfleriyle çağdaşlığa ulaşmış, Türk yazı diliyle 1928’den beri milyonlarca kitap yazmış, yazdırmış, kitap çevirmiş, çevirtmiş, kitap okumuş, okutmuş, yazı yazmış, yazdırmış bir ulus nedendir bilinmez bu sözleri kös dinliyor…
Bir eczacı kadın arkadaşım, karşılaştığımda ülkemiz için şöyle diyordu:
“ Artık üzülemiyorum bile ülkemizin durumuna. Bütün duyularım uyuştu. Bakıp bakıp kalıyorum, başımızda taşıdıklarımıza, koşar adım gittiğimiz cehennemin yakan, kavuran yoluna, bu vurdumduymazlığımıza…”
Bir mahpus, eski Sinop kapalı cezaevinde 26, 5 yıl hapis yattıktan sonra çıktığında, “ Toplu iğne başı kadar suçum yoktu, boşa yattım,” demiş, hemşerim Sami Gül, Sinop belgeselinde anlatıyordu.
Şimdi kuşbakışı bakarken ülkemizin durumuna, kendini aydın sayanlara sormalı:
Bu işte sizin hiç mi suçunuz yok? Bir toplu iğne başı kadar bile mi yok?
Ülkemiz kanla, irfanla kurulmadı mı? Yoksa gökten zembille mi indi, siz içine kondunuz? Neden parmağınızı oynatmıyorsunuz, tavır almak gerekenlere tavır koymuyorsunuz? Neden hepinize bölücülük mikrobu bulaşmış, gözleriniz körleşmiş, duyularınız körelmiş, aklınız başınızdan uçup gitmiş?
Bu kadar hain nerede yetişti?
Türkçeye eş dil yaratmaya kalkıştılar, ilkel yerel ağızları Türkçeyle bir tutmaya çalıştılar, sustunuz… Bu yetmedi; yıllardır eski yazıyı nasıl geri getiririz, Türk alfabesini ne yaparsak, ona ne eklersek bozarız, Türkçenin yerine sömürge dili İngilizceyi nasıl koyarız diye hesap kitap yapıyorlardı, görmezden, bilmezden geldiniz… İşte şimdi olacaklar açık seçik meydanda…
Nerede ülkemizin öğretmenleri? Üniversite gençliği nerede? Atatürk harfleriyle okuyup adam olan memurlar, işçiler, emekçiler, emekli memurlar ölmeden mezara mı girdiler, nereye gittiler?
Türkçe giderse, Türkiye’nin de gideceğinin ayırdında değil misiniz?
Feza Tiryaki, 17 Aralık 2014