
Küskündüm. Duyarsızlığımıza, tepkisizliğimize karşı ne yapmak gerektiğini bilemiyordum. İhanet paketlerinin sonuncusunun açılışını herkesin sakin sakin beklediğini görünce, güle oynaya günlük yaşamlarını sürdüren, gamsız kedersiz insanları görünce delirmemek için dış dünyadaki tüm kapıları üstüme kapadım. Bu korkunç bekleyiş bendeki bardağı taşırdı. Dayanma gücümü yitirdim, herkese küstüm, içime çekildim. Pazartesi saat on bire çeyrek kaladan şu ana kadar, bir haftadan beri elimi eteğimi, kulağımı gözümü siyasetten çektim. Haberlerden çektim. Dünyada olan bitenlerden çektim…
Ne olup bittiğini, büyük tantanalarla duyurdukları yıkım paketlerinden neyi çıkardıklarını, elde kalan nelerimizi de yıkıp yerle bir ettiklerini duymadım. En çok Türk harflerine saldıracakları haberi beni yıktı. Oğlunu kızını, can parçasını elinden yitiren, kara toprağa veren, gözünden sakındığını ellere oyuncak eden bağrı yanık karayazılı analar gibiydim…
Kulaklarımı tıkadım duyacağım hökürdemeye. Görmek istedim üç maymunu oynamak nasıl oluyor. Görmemek, duymamak, dolayısıyla öğrenmemek, öğrense de bildiğini söylememek nasıl bir şey? Aptalı oynamak, aptalmış gibi davranmak, maymunlaşmak ne veriyor insana? Büyük bir çoğunluk bunu nasıl başarıyor? İnsanlık duygularını, vatana millete, gelecek kuşaklara karşı görevlerini unutmak, hainleri görmezden gelmek, kötülüklere alkış tutmak, işbirlikçilere aldırmadan “mutlu mesut” hayatını yaşamak nasıl bir şey?
O gün bakıyorum, düğünü olan düğünüyle, cenazesi olan ölüsüyle, çocuğu olan çocuğuyla ilgili kaygı duyuyor, endişeleniyor... Ülkenin gündemi kimin umurunda?
Zaman öğlen üzeri, on birden önce mi, sonra mı, belli değil. Değişen tek bir tını yok! Çığlık yok! Feryat yok! Ekmek peşinde koşanlar aynı hızla, hırsla, hevesle ekmeğinin peşinde. Türkiye yanmış ne gam... Çocukları istedikleri okullara yerleşti ya… Emeklisi emekli maaşını aldı. Memuru istediği atamanın ardında koşturuyor. İşi oldu mu derdi bitiyor. Bir kapı yakalayan dört köşe. Devlet kapısı tutan parmağını yalıyor. Her kapıyı imamlar açıyor, imamlar müdür, imamlar yönetici, sınıf öğretmeni, imamlar baş… Esnaf satacağı malın derdinde. Cebine giren her kuruştan sonra dünyalar onun. Köylü suskun. Esnaf borçlu. Köylü geçim derdinde, borç batağında kıvranırken, tarlası tapanı elinden çıkarken, toprağı, vatanı yabancılara geçerken dert yanmıyor. Felaketin ayırdında değil. Kaderi böyleymiş. Efendiler daha iyi bilirmiş… Kendisinin efendi olduğunu onlara çoktan unutturmuşlar… Televizyon tutkunları dizilerinin ardından gidiyor. Vatan hainlikleri tescillenmiş, ağzı burnu ilaçla şişirilmiş, dev dudaklı, estetik artığı şarkıcı bozuntularının konserleri dolup boşalıyor… Gevezeler onu bunu çekiştiriyorlar. Boş gezen, asalak geçinen kadınlar erkekler bir kahkahanın üstüne bir kahkaha daha atıyorlar. Öğrenciler derslerinin peşinde. Babalar okul servisi derdinde… Küçücük bebeler okulları kapatılan köylerinden kent okullarına taşımalı sistem numarasıyla, köylerin ışıksız bırakılması projesi ayağına taşınıyorlar. Köylerden öğretmenler çıkıyor, imamlar her yere bir iyice yerleşiyorlar. Anneler ne pişirecek, bütçede neyi nasıl denk getirecek hesabındalar… Akşamcılara içkiye yapılan zam bile koymamış… Düzenlerini aynen sürdürüyorlar. Vur vur tozur örneği sanki onlara denmiş… İçtikleri içkiye, tüttürdükleri tütüne paraları hep var. İsterse altın fiyatına satılsın alacakları kesin. İktidarı dolaylı vergileriyle başlarının üstünde tutuyorlar da bundan gocunmuyorlar, kendilerini suçlamıyorlar.
Güneş aynı düzende. Tepede, eğrildi, yan yattı, batıyor… Gece oluyor, gün doğuyor. Göçmen kuşları göç yollarında. Değişik değişik kuşlar yere iniyor, çığlık atıyor, dallara konuyorlar. Köpekler miskin miskin gölgede uzanmışlar… Kediler geriniyor, güneşe karşı yatmışlar… Tavuklar da hep aynı gu gu sesleri. Yabancı gezginler, yabancı yerleşikler kendilerinden emin sert adımlarla yürüyorlar… Çekilmesen, yol vermesen yürüme yolunda üstünden geçecekler… Kendi memleketlerinde yolda belde böyle yüksek sesle konuşamazlar. Gece yarıları limanlarında, köy- kent uyurken, diğer tekneler karanlıkken böyle yüksek sesli müzik çalamazlar… Kulağı tırmalayan, çekiçle kafaya vuruluyormuş duygusu veren, ağızda sakız çiğnenirmiş gibi dudakları yayarak konuşulan çirkin dilleri burada geçerli akçe; paraları sanki altın mübareklerin. Gururdan, kendini bir şey sanmışlıktan, belki de sömürgeci genlerinden gözleri seni sinek gibi ezip geçiyor, görmüyor…
Yandaş televizyon kanallarında bağıra çağıra haberler sunuluyor. Vıcık vıcık yağlı, iktidar başına yapılan övgü sesleri… Sesler komşu evlerinden sokağa taşmış…

Ben küskündüm.
Karanlıktaydım.
Gök delinmiş… Yer yarılmış… Yurdumuz elimizden çıkıyor… Bel kemiğimiz, çadır direğimiz, damarlarımızdaki kan, yüreğimiz, soluğumuz, ciğerimiz Türkçemiz saldırı altında! Dilsiz, kör, sağır, ortada kalacağız. Evlatlık verilen anasızlar gibi… Kimsesizler gibi… Vatansızlar gibi…
Bir avuç yurtsever aydın, emindim aynı anlarda canla başla uğraşıyor, canını dişine takmış gece gündüz bu hainliklerle boğuşuyor… Bunları duyuruyorlar, birleşiyorlar, dur durak nedir bilmeden çalışıyorlar, bu uğurda canlarını vermeye yeminliler…
Yılgınlığımdan utanıyordum onları düşününce…
Elimde değil, yine de küskünlüğümü üstümden atamıyordum.
Derken komşu kızı Derin seslendi kapıdan. İkinci sınıfa giden dünyalar tatlısı bir küçük kız. Gülünce yüzünde güller açan, inci dişleri görünen, uzun saçları belinde, çok bilmiş, büyümüş de küçülmüş derler ya işte öyle bir kız. Kendine laf sokan, haksız eleştiren büyüklerine yanıt vermiyormuş ama kapılarından bile geçmiyormuş annesinin anlattığına göre. Bu yaşta kendini bilmeze tavır almasını bilen, kendine güvenen bir küçük kız.
Elinde Türkçe ders kitabı. Yardım istiyor. Konuları Atatürk’müş. Öğretmeni ezberlemek için kitaplardan bir Atatürk şiiri bulmasını istemiş. Bir de Atatürk’ten çocuklarla ilgili, sınıfta anlatabileceği birkaç anı öğrenmesini söylemiş.
Birden kanatlandım. Geçen yıllarda 23 Nisan için hazırladığım “Yaşasın Türk Çocukları” adlı yazımdan bir şiir seçtim. İki de güzel anı. O yaşın anlayacağı türden. Bir kâğıda yazdım annesine verdim. Bunu böyle anlatın dedim.
İçim küskün olmasına yine küskün ama, bu işte, vatanı emanet edeceğimiz, geleceklerini kurmaya mecbur olduğumuz yeni yetişenlerin, çocuklarımızın suçu ne? En azından umutsuz olmamalıyız. Atatürk’ün dediği gibi kendi kanımıza güvenmeliyiz.
Hâlâ şu sözlerle başlayan bir şiiri ezberletiyorlarsa öğretmenlerimiz çocuklara, umut var demektir:
“Kitabımı açtım / İlk Atatürk’ü gördüm; / Alfabeyi öğrendim / Atatürk yazdım önce.”
Anlattığım anının biri kısacık, Atatürk döneminin ünlü siyasetçilerinden, hukukçu Yusuf Ziya Özer nakletmiş:
Atatürk okulları gezerken derslere girermiş, çocuklarla konuşurmuş.
Bir Tarih dersinde Atatürk, öğrenciye sorar:
“Türk Milleti’ni kim kurtardı?” Çocuk hiç düşünmeden söyler:
“Atamız kurtardı!”
Büyük Türk itiraz eder:
“Hayır çocuğum, Türk Milleti’ni kendi kanı kurtardı!”

Diğeri küçük sınıflara daha uygun bir anı. Ercüment Ekrem Tasvir gazetesinde 1946’da yazmış. Kısaca anlatırsak:
Atatürk yanındaki devlet adamlarıyla, bir gün Çankaya kırsalında gezerken yanlarına bir çocuk sokulur. Atatürk çocuğu yakalar, tutar, yüzüne gülümseyerek bakar, ona sorular sorar. Adını, okula gidip gitmediğini… Sonra:
“Ben kimim Cemil?” der.
“Sen Gazi Paşa’sın!”
“Beni benzettin.”
“Benzetmedim, biliyorum, sen Gazi Paşa’sın! Çünkü sana kimse benzemez!
Bu yanıtı alan Atatürk duygulanır. Duraksar…
“Sen büyüdüğün zaman ne olacaksın Cemil?”
“Asker olacağım!”
“Asker olup da ne yapacaksın?”
“Düşman bu topraklara bir daha ayak basacak olursa düşmanı buradan kovacağım!”
Atatürk bu yanıtı alınca daha da duygulanır, çocuğu kollarından tutup kaldırır, alnından öper. Yanındakilere dönerek şöyle der:
“Bu milletin bağrından temiz bir kuşak yetişiyor… Gözüm arkada kalmayacak!”
Feza Tiryaki, 6 Ekim 2013