LİBERAL/DEMOKRAT/SOSYALİST (5)
Bir önceki yazıda, “1831 yılında Lyon kentinde ipek sanayii işçileri (Canuts), “Ya iş ya ölüm!” diyerek ayaklanmış, kolluk kuvvetlerine karşı “Açlıktan ölmektense polis/asker kurşunuyla ölmeyi yeğleriz” sloganıyla polis ve askerlere karşı direnmekteydiler demiştik.
Okurlarımdan biri, Türkiye’de, olsa olsa "Açlıktan ölmeden önce polis/askerimize midemizin gurultusunu dinletmeyi yeğleriz" diyerek bir durum saptaması yapmıştır.
Okura katılmamak mümkün değildir.
Bir toplum ancak bu kadar kişiliksizleştirilmiş olunabilirdi ve olunmuştur.
Burada ister istemez, ileride ele alacağımız ‘Demokrat’lık konusuna alelacele değinmek durumundayız.
Türkiye’de kendisini ‘Demokrat’ olarak tanımlayan her kim varsa, 1950’de iktidara gelen ‘Demokrat Parti’nin ‘Demokratlığı’ndan bir adım öndedir diyemeyiz.
Bu tür ‘Demokrat’lık, Fransa’nın Alman İşgali yıllarındaki iktidarının (1940-44) başı olan General Philippe Pétain ve onu destekleyen ‘aydın/düşünür’lerin ‘Demokrat’lıkları kadar olup, öncelikle işgal güçleriyle ‘işbirliği’ yapmakla nitelenebilir.
General Pétain, Birinci Dünya Savaşı’nda yararlılıkları görülen ve savaş sonrası dönemde de yükselen bir komutandır.
Ancak İkinci Dünya Savaşı boyunca Devlet Başkanı olarak, Alman işgalcileri ile ‘işbirliği’ yapmıştır.
Tıpkı Büyük Türk Devrimi dediğimiz ‘Millî Demokratik Devrimi’miz döneminde yurtseverlik gösterip Devrim’e katılan Asker ve Aydınlarımızın, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, başta ABD olmak üzere ‘emperyalizmle işbirliği’ yapmaları gibi…
Fransa’da Pétain dönemi bir ‘utanç dönemi’ olarak anılırken, Türkiye’de Demokrat Parti dönemi bir ‘övünç kaynağı’ olarak sürdürülmek istenmektedir.
Lyon’daki ipek işçileri üzerine otuz binlik ordu gönderen hükûmet, ‘sınıf savaşı’nı Marx’tan önce keşfeden ‘Sosyal Liberal’ diye tanımlanan tarihçi/düşünürlerden oluşmaktaydı.
70’li yıllarda ‘Devrimci gençliği’ vuran ve asan, işçileri ‘İşçi Bayramı’nda kurşunlayan hükûmetler ise, Fransa’nın ‘Sosyal Tarihçiler’inden başlayarak, Pétain dönemine düşünsel katkı veren yazar ve düşünürlerden beslenmişlerdi.
Türk akademisyenlerin Avrupa’lı meslektaşlarından beslendikleri kaynaklar başta 1870’lerden itibaren Fransa’da yayın yapmaya başlayan Armand Colin yayınevi yazar ve yayınları olup edebiyattan sosyal bilimlere her konuda belli bir ‘demokrat’lık içermektedir.
Sonra 1950’li yıllarının başından itibaren Alexis Tocqueville’in yeniden yayınlanması dahil Friedrich Hayek’in (1899-1992) La Route de servitude’ü başta olmak üzere, dünya genelinde ‘iki kutuplu dünya’nın ‘liberal’ kanadının görüşlerini yayınlayan Medicis yayınevi gelmektedir.
Ki Süleyman Demireli’in dilinden düşünmediği ‘Hür Dünya’, işte bu ve benzeri yayınlar sayesinde ezberletilmiş olup, ‘Anglo-sakson felsefesi’ diyebileceğimiz bir geleneği yerleştirmiş bulunmaktadır.
Denilebilir ki, kim ki ‘Hür Dünya’ demektedir, ‘Hürriyet’in ne demek olduğunu bilmemektedir.
Bu kaba saptamanın ardından, 1950’lerden itibaren Türkiye’de yayınlanan tez ve kitapların kaynakçasında Armand Colin ya da Medicis yayınevinin sayısına bakarak ne demek istediğimiz anlaşılmış olacaktır.
Turgut Özal’la birlikte ‘Amerikan sosyolojisi’nin Türk akademisyenlerinin biricik başvuru kaynağı olduğu artık kesinleşmiş gibidir.
İşte Türkiye’de başta akademisyenler olmak üzere, giderek tüm toplumun ‘kişiliksizleştirilmesi’nin en temel nedeni budur diyeceğiz.
O arada, 1960’tan başlayarak on yıllık bir ‘kendine gelme’ ya da ‘özüne dönme’ diyebileceğimiz bir ‘uyanış’ olmakla birlikte, bu kez ‘asker ve polis’ baskısıyla bu canlanış sürekli engellenmiştir.
Böylece artık ne ‘liberal’, ne ‘demokrat’ ve ne de ‘sosyalist’ gibi terimlerin ‘bilimsel’ olarak irdelenmesi mümkün olabilmiş ve ne de tüm düşünsel alanda bir kakofoninin oluşması engellenebilmiştir.
Dolayısıyla, okurumun "Açlıktan ölmeden önce polis/askerimize midemizin gurultusunu dinletmeyi yeğleriz" tanısının gerçekleştiği noktaya gelinmiş bulunmaktadır.
Bu parantezi burada keserek, çözümlemelerimize devam edeceğiz.
(Sürecek)