Mahkeme,YAŞ derken TERÖRÜ UNUTTUK !..

Genel & Güncel Konular

Mahkeme,YAŞ derken TERÖRÜ UNUTTUK !..

İletigönderen borabey » Sal Ağu 05, 2008 17:22

Son olarak
ABD Başkonsolosluğu saldırıya uğrayan şehit polislerimizin ve
Güngören'de şehit olan sivillerimizin anısına (ne çabuk unuttuk ?..)


**********************************
MOSSAD; TERÖR VE MAFYA KARARGAHI

Yazar Osman ERAYDIN


Önce Şam'da, ardından Diyarbakır'da bombalı saldırılar yapıldı. Yine masumların kanları akıtıldı. Mahir Kaynak, Hasan Ünal gibi uzmanların da ifade ettikleri gibi, bu işlerin arkasında MOSSAD ve CIA'nin bulunduğu açıktı. Tetikçi olarak ta PKK'yı kullanmışlardı. Amaçları:

a) Bu cinayetleri ordunun üzerine yıkmak

b) Bölge halkımızı devlete karşı kışkırtmak

c) Federasyon fesatlığıyla Güneydoğumuzun bölünmesini kolaylaştırmak

d) İsrail ve ABD'nin Suriye ve İran saldırısında Türkiye'yi yanlarına almak.

Peki bu MOSSAD nedir ?


İsrail Gizli Haber alma Teşkilatı (MOSSAD) Amerikan CIA teşkilatından sonra dünyadaki en güçlü casusluk teşkilatı olarak bilinmektedir. İşin doğrusu CIA'da Siyonistlerin kontrolündedir.

MOSSAD, zaman zaman CIA ajanlarıyla bir arada çalışır, fakat zaman zaman da çatışır. Dünyanın en güçlü casusluk servislerinden birisi olan MOSSAD'ın dünyanın her tarafına yayılan ve sayıları binleri bulan ajanları; gemi kaçırır, adam kaldırır, kamuoyu oluşturur, haber toplar, mektupları okur, telefon dinlerler, terörist eylemlere karışır.

Bütün haber alma örgütlerinde kiralık adamları ve elemanları bulunduğundan Mehmet Ali Ağca olayında, onun FKÖ kamplarında eğitilmiş olduğunu, ilk açıklayan MOSSAD'dır.

ABD'nin BM'deki büyükelçi Andrew Young'un telefonlarını dinleyip, onun FKÖ ile ilişki kurmak istediğini öğrenen ve bilgileri basına sızdırarak Young'un istifasına ve siyasi hayatının bitmesine sebep olan yine MOSSAD'dır.

MOSSAD ajanları Fransa'daki, "Action Direct/Doğrudan Eylem) teşkilatının Türk teröristler ile iş birliğini tespit edip,CIA vasıtasıyla İtalyan Gizli Haberalma teşkilatına, daha ilerideki araştırmalarının sonuçlarını aktarmışlardır.

MOSSAD ajanları, Irak'taki nükleer reaktörleri tahrip ettiler. Güney Fransa'da şirket bastılar. Uranyum yüklü bir gemiyi kaçırdılar. Münih Olimpiyatları baskınından sorumlu tuttukları, FKÖ'lü 12 teröristi yakalayıp yok ettiler. Kenya'dan adam kaçırdılar. Entebbe baskını ve zenci Yahudilerin sessiz sedasız İsrail'e getirilmeleri, Fransa'nın, Irak'a satacağı reaktör parçalarının ve Ortadoğu'da dengeleri değiştirecek 65 kg uranyumun bulunduğu Joulon'daki ASST tersanesine asansör operasyonu düzenleyecek, kezkför parçalarını havaya uçuran, uranyumun gönderilmesini engelleyen hep MOSSAD ajanlarıdır. Ancak MOSSAD ajanları, bu büyük şöhretlerini, bütün ülkelerdeki Siyonist güdümlü yönetimlere ve masonik istihbarat örgütlerine borçludurlar. Buna rağmen çok büyük yanlışlıklar da yapabiliyorlar. Münih baskını sorumlusu saydıkları Ali Hashan Salamh yerine, Faslı garson Ahmet Boucki'in öldürülmesi, Avrupa'nın çeşitli merkezlerindeki Yahudi kuruluşlarına karşı yapılan saldırılarda çaresiz kalmaları, Londra Büyükelçilerinin öldürülmesine seyirci kalmaları, MOSSAD'ın aldığı kötü notlardır.

İngiltere'de yayınlanan "Morning Star Gazetesi"ne göre; MOSSAD görevlileri, Nablus şehri yakınlarındaki El Faria çocuk hapishanesinde yaşları 7-20 arasındaki çocuklara çağ dışı işkenceler yapmaktadırlar. MOSSAD ve Shin Bath adlı iki gizli Yahudi teşkilatı Tel-Aviv'deki bir askeri karargahtaydı. Ancak MOSSAD; bir süreden beri bu karargahın karşısındaki bir caddede bulunan ve çok maksatlı olarak kullanılan bir ticaret merkezini müştemilatında faaliyet göstermektedir ki, özel olarak inşa edilmiş olan duvarlarla çevrilmiş olan bir binada, gizli laboratuarlar ve hükümete ait bir misafirhane de bulunmaktadır. MOSSAD ve Shin Bath'de seçme 10.000 kişi vazife yapmaktadır.


İsrail'in yerle bir ettiği Sur şehrindeki FKÖ kampının yöneticisiyle Yaser Arafat'ın Batı Beyrut'ta Fakani Bölgesinde bulunan karargahının önünde her sabah 3-5 keçi otlatan çobanlar, birer İsrail subayı olan MOSSAD ajanlarıydı.

MOSSAD; acımasız bir katliam karargahıdır ve aldığı bir görevi, inatla sonuçlandırır. Mesela Nazi suçlusu olarak tespit ettiği Adolf Elchman'ı, Arjantin'den İsrail'e kaçıran, Mısırdaki Alman roket imalatçılarını ve Mısırlı generallerle yakın dostluk kurarak onları öldüren MOSSAD ajanları, "Yahudinin Yahudiden başka dostu yoktur" ilkesini şeytanca uygular. MOSSAD'ın eski başkanlarından İsser Harel, teşkilatın, yakaladığı bazı Nazi savaş suçlularının sorgusuz sualsiz "icabına baktığını" açıklamıştır.[1]

"Mossad"[2]

Tıpkı Kabbala inancının temelinde olduğu gibi "gizem ve korku" üzerine kurulu İsrail İstihbarat Enstitüsü Mossad, dünya genelinde faaliyet gösteren ve kendi kendini erişilmez gösteren istihbarat örgütlerinden biridir. Dünyada birçok kişi, bu istihbarat teşkilatı hakkında çoğunlukla kulaktan dolma ve Yahudi mimarlarının istediği türden dehşet verici bilgiye sahiptir.

Yapısını Kabbala gizeminden alan ve en az onun kadar karışık olan Mossad'ın kurulmasından önce İsrail devletinin istihbarat faaliyetlerini SHAI isimli örgüt sağlıyordu. 1951 yılında İsrail devletinin zamanla palazlanmasıyla Mossad kuruldu. Bu cinayet şebekesi özelikle İngiltere ve ABD üzerinden pek çok ülkede mafyayı, terör örgütlerini ve kontrgerillayı örgütledi.

Mossad'ı açık istihbarat verileriyle detaylıca incelemeden önce, SHAI isimli örgütün yapılanmasından bahsetmekte yarar görüyorum. SHAI, İbranice'de Bilgi (istihbarat) Servisi anlamına geliyor ve "Sherut Yediot"un kısaltılmış harflerinden oluşuyor. İsrail'in kurulma aşamasında ve ilk yıllarında kullanılan bir diğer istihbarat teşekkülü Haganah'ın, İsrail devletinin İsrail ordusunun içinde erimesinden sonra kurulan SHAI de yerini, kısa bir süre sonra kurulan İsrail İstihbarat Servisi, Mossad'a bırakıyor. SHAI servisinin en son başkanı ise Isser Beeri oluyor.[3]

İşte Isser Beeri SHAI üyeleriyle yaptığı son toplantıda, dönemin başbakanı Ben Gurion'un isteğini açıklıyor: Bu istek; "SHAI'nin dağıtılması ve bu üyelerin yeni kurulacak istihbarat servisini şekillendirmesi" idi. Ayrıca, bu sadece SHAl'nin isim değiştirmesi operasyonu değildi, aynı zamanda İsrail'de dört tane daha yeraltı istihbarat grubunun oluşması demekti."[4]

Siyonizmin, Kabbala'dan uyarlanan ve uluslararası cinayet şebekesi olan Mossad, 1 Nisan 1951'de kuruldu. İbranicesi "Ha-Mossad Lemodiin Ule-tafkidim meyuhadim", yani özel konular ve istihbarat örgütüdür. Mossad'ın ilk başkanı bir hahamın oğlu olan Reuven Shiloah'dır. Shiloah'ın, başkanlığı çok kısa sürmesine rağmen teşkilatın temel kurallarını belirleyen kişi olmuştur.[5] Shiloah, II. Dünya Savaşı'ndan sonra Siyonist liderlere yazdığı gizli raporda yabancı istihbaratlarla ilişkiye geçeceklerini özellikle CIA'ye bildirmişti. Shiloah tüm dünyadaki Yahudilerle, Yahudi devleti arasında kurulacak sağlam ilişkide istihbaratın gücünün ne derece önemli olduğunun farkındaydı.[6]

Dört Köşeli Birim

Mossad, çalışmalarını farklı alanlarda uzmanlaşmış 4 ayrı bölümle yürütür. Bunlar:

- Askeri İstihbarat,

- Yerli Gizli Servis,

- Yabancı İstihbarat Servisi

- Aliyah Beth.


Birinci Birim: Askeri İstihbarat

İlk olarak Mossad'ın askeri istihbarat bölümünü incelediğimizde karşımıza "AMAN" olarak tanınan teşekkül çıkıyor. İbranice "Agaf ha-Modi'in"in kısaltılmasından oluşan bu birimin adı Türkçeye "istihbarat kanadı" olarak çevriliyor. Öncelikli ve özellikle görevi Müslüman ülkeler hakkında istihbarat toplamaktır.[7]

"Aman", istihbarat uzmanlarının takdir ettiği iyi organize edilmiş bir askeri birliktir. Altı bölümden oluşur. Özellikle iki bölüm tarafından yönetilir: Toplama ve Prodüksiyon. Toplama bölümü, sınır ötesine ajanlar göndermek, radyo kanallarını ele geçirmek, genellikle ülkelerdeki telefon konuşmalarını dinlemekten sorumludur. Prodüksiyon bölümünde, "Aman"lı 7.000 kişinin 3.000'i çalışır. Konuları, dış ülkelerden çalınan belgelerin ve bilgilerin analizidir. Bu analizler politikacıların karar vermesinde yardımcı olur. "Aman" basına verilen bilgileri de kontrol altında tutar.[8]

"Aman"ın sınır ötesi harekâtlar için oluşturduğu çok gizli komando birliğinin adı Sayeret Matkal'dır."[9]

30 Haziran 1954'te Aman'ın gizli kolu "Unit 131", Mısır'da bir operasyon yapmıştır. "Operation Susannah" adlı operasyon bir sabotajdır. Bombaların hedefi Mısır askeri örgütleri değil; İngiliz ve Amerikan enstitüleri ve tiyatrolardır. Bundaki amaç Washington ve Londra'nın Mısır aleyhinde bir politika geliştirmelerini sağlamaktır. Bu iş için Alman Yahudisi Avraham Seidenwerg seçiliyor. Kibbutz'da Avri El-Ad, adını alıyor. Daha sonra Mısır'a, Paul Frank adında zengin bir Alman iş adamı karakterinde gidiyor."[10]

"Aman"a bağlı ilk birim, "Gadna." Bu birim, yarı askeri bir gençlik grubudur."[11]

İkincici Birim: Yerli Gizli Servis

Domestic Secret Service'in (Yerli Gizli Servis) başına Isser Harel getiriliyor. Bu servis "Shin-Beth" olup, "Genel Güvenlik Servisi" adında faaliyet gösteriyor. İbranicesi Sherut-ha-Bitachon ha-Khali.[12]

Shin Beth, Destek ve Operasyon olmak üzere iki bölümden oluşuyordu. Destek bölümünde, sorgulama teknolojileri, koordinasyon ve operasyonlar için lojistik destek vardı. Operasyon bölümü ise üçe ayrılıyordu: 1- Koruma ve güvenlik: İsrail elçiliklerini, Başkan'ı ve İsrail savunma sanayinin korunması, 2- Müslüman ülkelerle ilişkiler, 3- Müslüman olmayan ülkelerle ilişkiler.[13]

Üçüncü Birim: Yabancı İstihbarat Servisi

Bu servisin ilk başkanı Boris Gurtel'dir. Yabancı istihbarat servisi "Varash"ın toplantı saati son derece gizlilik taşıyıp yeri hiçbir zaman önceden bilinmez. Dikkatlice saklanır. "Varash", halka hiç açıklanmamıştır. Varash'ın görevi, çeşitli gizli servisler arasında bağlantı kurmaktır.[14]

Politika Şubesi gibi alakasız bir isim almasına rağmen, İsrail istihbaratının "uluslararası" kolunu oluşturur. Bu şubenin ajanları diğer gizli servislerle bağlantı kurarlar. Politika Şubesi ajanları Londra, Roma, Paris, Viyana, Bonn ve Cenevre'de İsrail konsolosluklarında diplomat kisvesi altında operasyon yapmaktadır. Böylesi daha avantajlıydı, çünkü diplomatların dokunulmazlıkları vardı.[15]

Dördüncü Birim: Yeraltı Gizli İşleri Servisi

Aliyah Beth (Yeraltı Gizli İşleri Servisi). Bu bölüm yeraltı gizli işlerine devam edecekti. Orijinal görevi Yahudilerin Filistin'e kaçmasını sağlamak ve bu işi yasal hak haline getirmekti. 1937'de Haganah tarafından kuruldu. Bu bölümün başında, "Saul Meyeroff" takma adlı Shiloah vardı.[16]

Mossad'ın Göçten Sorumlu Birimi: Aliyah Beth

Yahudileri Filistin topraklarına göç ettirme görevini Mossad'ın özel bir bölümü üstlenmiştir. Bu iş için kurulmuş olan Aliyah Beth isimli alt örgüt, dünyanın pek çok yerinde düzenlediği provokasyonlarla sahte bir Yahudi aleyhtarı hava estirmiştir.

Aliyah Beth, "Sihirli Halı Operasyonu" (Operation Magic Carpet) adı altında bir operasyon hazırladı. Bu operasyonda "Near East Air Transport Corporation" adında, İsrail hükümetiyle gizli bağları olan bir şirket kullanıldı. 1948 ve 1949'da bu şirket Yemen ve Adenli 50 bin Yahudi'yi gizlice İsrail'e taşıdı.

Irak'ta 1950 Martı'nda, meclisten çıkan yasayla, isteyen bütün Iraklı Yahudilerin Irak'ı terk edip İsrail'e gidebileceği açıklandı. Tek şart Irak vatandaşlığından vazgeçmeleriydi. Bu sürpriz açıklamanın altında, Irak Başbakanı Tevfik el-Sawidi'ye İsrail ajanları tarafından verilen rüşvetler yatmaktaydı. Tevfik el-Sawidi aynı zamanda Irak Tur'un başkanıydı ve bu turizm şirketi Near East Air Transport'un bir parçasıydı. Sadece Tevfik el-Sawidi değildi. Daha sonra başbakan olan Nuri as-Said de İsrailli ajanlar tarafından faydalandırılmıştı.[17]

Düzenlenen operasyonları Ben-Porat yönetiyor. 150 binden fazla Yahudi Irak'tan İsrail'e götürülüyor. Ben-Porat Irak istihbaratı tarafından tutuklanıyor. Daha sonra İsrail'e kaçıyor. Yehudah Tajar da, Ben-Porat'la çalışan ve tutuklanan ajanlardan; Haganah'ın elit tabakasından. Politika Şubesi tarafından Irak'a gönderiliyor. Tajar, Irak istihbaratı tarafından tutuklanıyor ve ömür boyu hapse mahkum ediliyor. Irak istihbarat servisinin başına Albay Abdel Kerim Quassem geçince Mossad'la antlaşma yapılıyor. Tajar serbest bırakılıyor. İsrailli ajanların yargılanırken suçları arasında Bağdat'taki "Masouda Shemtou Sinagogu"nun Yahudiler duadayken bombalanması da sayılıyor. İsrail ajan ağının bir sinagogu bombalaması Iraklı Yahudileri kaygıya düşürüyordu![18]

Dünyanın birçok yerinde sinagog bombalama gibi eylemleri bulunan Mossad, daha sonraki yıllarda da bu tip faaliyetlerini artırmıştır. Mossad'ın kendi düzenlediği bu sahte antisemitik hareketler, çoğu zaman Siyonistler tarafından da takdirle karşılanmıştır. Mossad'ın tarihini anlatan "Every Spy a Prince" kitabının yazarları da Aliyah Beth'e operasyon nedeniyle teşekkürlerini sunmuşlardır.

"Aliyah Beth'nin gizli ajanlarına teşekkürler, kuruluşunun ilk 4 yılında İsrail nüfusunu 2 katına çıkardılar. Aliyah B., İsrail'in en güçlü servisiydi. Bir yeraltı seyahat ağı kurmuştu.[19]

Aliyah Beth ajanları liderlerle doğrudan ilişkiye geçerlerdi. Bunun örneği sadece Irak Başbakanı değildi, aynı zamanda Macar politikacılar, İran Şah'ı gibi kişiler de etkilenirdi"[20]

Eylem Metodları

Mossad'ın propaganda mahiyetinde, fakat fazla stratejik önemi olmayan eylemlerini açık bir güç gösterisi şeklinde yaptığı tüm dünya stratejistleri tarafından bilinen bir durumdur. Bu propaganda genellikle Mossad kontrolündeki basın aracılığıyla dünya kamuoyuna duyurulur. Entebbe Baskını gibi eylemler bu sınıfa dahildir. Ancak İsrail'in ve Siyonizm'in menfaatlerini doğrudan ilgilendiren ciddi konularda ise son derece gizli ve örtülü bir politika izlenmektedir. Bu durumda kendi eylemlerini başka örgütlere yıkarak, tamamen ilgisiz bir tutum sergilenir. Tüm bunlar dünya çapında bağlı basın organları, gazeteci ve yazarlar, film yönetmenleri, siyasi yorumcular kanalıyla kamuoyuna benimsetilir.

Mossad'ın bu anlamda propagandasının yapıldığı filmler dünya televizyonlarında sık sık yayınlanmaktadır. Filistinlileri sürekli terörist olarak tasvir eden, ancak İsrail'in suçlarından hiç söz etmeyen "Delta Force", Münih Olimpiyat Köyü'ndeki olayların İsrail lehinde çarpıtılarak aktarıldığı "Münih'te 21 Saat", 1976 Entebbe Baskını'nın anlatıldığı çalışmalar, eylemler hakkında pek çok filmler çekilmiş, kitaplar yazılmış ve Mossad dünya kamuoyuna yalnızca, İsrail Devleti'ni düşünen, diğer devletlerin içişlerine karışmayan, kahraman bir örgüt gibi tanıtılmıştır.

Öte yandan Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann ve İsrail'in nükleer santralı Dimona ile bilgileri açıklayan hahamın oğlu Vanunu'nun kaçırılmaları gibi eylemler, bir anlamda tüm dünyaya "İsrail'e ihanet edenleri nerede olurlarsa olsunlar buluruz, cezalandırırız" mesajı vermek için düzenlenmiş Mossad operasyonlarıdır. Bu gibi eylemler dünya kamuoyu önünde rahatlıkla gerçekleştirilir. Daha sonra basın organları aracılığıyla da sıkça gündeme getirilerek Mossad'ın caydırıcı mesajı kitlelere ulaştırılmış olur.

Bir başka metod ise kendi ajanlarını, bilgi sızdırmış gibi gösterip "Hile Yolu Mossad" türü kitaplarla Mossad'ı olduğundan da mükemmel bir istihbarat örgütü gibi göstererek, bu örgüte karşı kişilerde korku dolu bir hayranlık uyandırmaktır. "Bizim elimizde bu kadar nükleer güç var" mesajının ilgili yerlere gitmesi için, Vanunu tarafından açıklanan Dimona Nükleer Santralı hikâyesi de benzer bir taktikle planlanmıştır.

Ayrıca CIA'den sadece istemekle elde edebileceği bilgileri, Mossad'ın bir güç gösterisi yapmak amacıyla Ajan Pollard vasıtasıyla CIA'den çalması da Mossad'ın metotları arasındadır.

Ancak pek çok kaynakta yer alan daha önemli bilgiler ve Mossad'ın gerçek yüzünü gösteren eylemler ise örtbas edilmesi gereken kirli işlerdir. Mossad'ın dünyadaki uyuşturucu ve silah ticareti üzerindeki denetimi, Olof Palme'nin öldürülmesi, Kennedy suikastı, Maxwell'in sır dolu ölümü, çeşitli ülkelerdeki faili meçhul cinayetler, mafyanın örgütlenmesi, kontrgerilla ve terör örgütlerinin teşkilatlandırılması, tüm dünyadaki kontralara verilen destekler özellikle saklanmaktadır.

Mossad, Kıbrıs'tan Sibirya'ya uzanan Irak, Suudi Arabistan, Pakistan ve Birleşik Arap Emirlikleri'ne Seylan üzerinden ajan sokan; Afrika ve Latin Amerika'ya casus yollayan belalı bir şirket konumundadır. Türkiye'de Güneydoğu sorununa ilişkin sıkı önlemler alınırken okun sivri ucunu Irak ve Suriye'ye yöneltmeye çalışan ve bu arada Türkiye'yle ilişkileri geliştirmeye çalışan bir terör örgütü karşımızdadır.[21]

Mossad, Kuzey Irak'taki Barzani bağlantısıyla, Orta Asya'daki Türk devletlerinde İslam aleyhinde gösterdiği yoğun propaganda faaliyetleri ve bu ülkelerin birçok yeraltı kaynaklarının kullanımını kendi tekeline almasıyla, Orta Doğu'da maaşa bağladığı piyon devlet başkanlarıyla, Bosna-Hersek katliamına yaptığı katkılarla, sürgün ettiği mazlum Filistinlilerle, Latin Amerika'daki uyuşturucu işini organize eden kontralarıyla, insani yardım adıyla Somali'den Kızıldeniz'in anahtarını teslim almasıyla gündemleri meşgul eden organize bir cinayet şebekesidir, VE Deccalin ajanlarıdır.

MI-6 Mossad'ın Taşeronu mu?

İngiliz gizli servisi de Mossad'ın hesabına çalışan teşkilatlar arasında yer almaktadır. Zaten bu örgütün kurucusunun da Siyonist finansör Rothschild olması konuyu açıklayan önemli bir ayrıntıdır:

"Yahudi Lord Victor Rothschild İngiliz İstihbaratı MI-6'yı kurdu."[22]

İngiliz istihbarat yüksek düzey yetkililerinden Mİ-6 bölüm şefi Maurice Oldfield ve Peter Wright, Amerika'da CIA şefi Angleton'un yaptığını İngiltere'de yaptılar. Mossad'la İngiliz istihbaratı arasında sıkı bağlar oluşturdular. Daha sonra Mossad bağlantı subayları Ml-6 ile Mossad ve CIA arasındakine benzer bir işbirliği anlaşması imzaladılar. (İsrail'in İngiliz İstihbaratı'nda en önemli adamı Maurice Oldfield, Kudüs Belediye Başkanı Teddy Kollek'e her zaman Siyonizm'i benimsediğini söylemişti) Oldfield, 1970 yılında Ml-6'nın başına geçti ve İngiltere'de her zaman İsrail'in savunucusu oldu.[23]

İspanya Gizli Servisi CESID Bağlantısı

İspanya'da, 100'den fazla Mossad ajanı çalışmaktadır. İspanya, Mossad'ın operasyonlarını gerçekleştirdiği aktif bir bölge... Mossad İspanya'da en önemli ajanlarını kullandı, göstermelik amaçlarla operasyonlar düzenledi, halen düzenliyor. Sessiz bir şekilde etkili ve güçlü bir teşkilatlanma kurdu. İspanya'da Mossad gayri resmi bir şekilde çalışıyor ve olayların çoğunda da İspanyol haber alma teşkilatlarıyla iş birliği yapıyor. İspanyol gizli servisi CESID ve Askeri istihbarat, Mossad'ın yan kuruluşu gibi çalışıyor. İsrailli casuslar İspanya'da yetkililer tarafından hiçbir takibe uğramamışlardır. Mossad'ın İspanyol gizli servisleriyle yaptığı işbirliği geniş çaplı. Birçok İspanyol askeri, istihbarat görevlisi ve tüm kontra birlikleri eğitimlerini İsrail'de yapıyorlar. Mossad'a bağlı İsrailli diplomatlar İspanya yönetiminde etkili olan partilerle bağlantı kuruyorlar.[24]

Nedir Bu Kilowatt?..

Mossad Avrupa'da ne isterse yapabilir; istediklerini gerçekleştirmek için bütün gerekli yardımı ise Avrupa'nın gizli servislerinden ve polisten elde etmektedir.[25]

Mossad'ın İtalyan gizli servisi "SISMI" ile de yakın iş birliği vardır. Mossad diğer ulusların güvenlik servisleriyle Kilowatt adlı uluslararası gizli bir gruba katılarak bağlantı kurmaktadır. Bu gruba İtalya, Belçika, Almanya, İngiltere, Lüksemburg, Hollanda, İsviçre, Danimarka, Kanada, Fransa, İrlanda ve Norveç gizli servisleri üye bulundurmaktadır. Mossad'ın ayrıca Portekiz, İspanya ve Avusturya ile de bağlantısı vardır. Bu ülkelerin birçoğunda Mossad'ın istasyonları çalışmaktadır. Bu istasyonlar genellikle İsrail konsolosluklarında "diplomasi" adı altında operasyonlarını yürütürler.[26]

Norveç'te yakalanan "İsrail ölüm komandoları" bu duruma şaşmışlardır. Çünkü İsrail ve Batılı gizli servislerin varlıkları, bir anlaşma gereği İsrail komandolarına sınırsız dokunulmazlık sağlamıştır. Filistinli aydın Wael Zu-alter ve Mahmut Ham Şavi'nin Roma ve Paris'te öldürüldükleri sırada İsrail gizli servis şefi General Zwi Zamir'in de Roma ve Paris'te bulunması yerel gizli servislerin gözünden kaçmış olamaz.[27]

ABD ve İsrail'in Irak'taki Ortak Operasyonları

MOSSAD, Kuzey Irak'ta İran sınırına yakın bölgelerde yoksul vatandaşlardan arsalar satın alarak kampanyasını genişletiyor. MOSSAD, İran tarafından istihbarat bilgileri toplamak için giriştiği bu kampanyada sınır kaçakçılığı yapan yerel Kürt unsurlardan yararlanıyor, ayrıca Kuzey Irak'ta Türkiye, İran ve Suriye sınırlarına yakın bölgelerde Amerikalıların yerleştirdiği teknolojik istihbarat tesislerinden tam olarak faydalanıyor.

İsrail'in, Irak'ta ve özellikle de kuzeyindeki varlığı herkesçe biliniyor. Gerçi, İsrail'le işbirliği yapmakla suçlanan Iraklı kurum ve gruplar yalanlama yolunu seçiyor. O derece ki, Irak Devlet Başkanı Talabani, mülakat yapmak için Kahire'den gönderilen el Ahram muhabirine, Süleymaniye'ye gelirken yolda herhangi bir İsrailliye rastlayıp rastlamadığını soruyor ve bir tek İsraillinin Irak'ta bulunmadığını iddia edebiliyor.

Oysa mesele bu kadar basit değildir. Mezopotomya topraklarındaki fiili İsrail varlığı bir gerçektir. Bu varlığın bir kısmı aleni, bir kısmı da Amerika, Ürdün ve Avrupa firmalarının perdesi altında gizlidir. Hal böyleyken konu, çıkarları gereği doğru söylemek zorunda olan kaynaklardan edinilen bilgiler ışığında yeniden değerlendirilmelidir. Bu kaynaklar genelde, kâr ve zarar üzerine hesap yapan Amerikan kurul ve kurumlarıdır. İsrail firmalarıyla ekonomi, silahlanma ve medya alanlarında sıkı bir ittifak halinde olan Amerikan firmaları, iş yaptıkları yeni Irak'ın tablosunu tam olarak gerçeklere uyan şekilde sunmak zorundadır. Batılı medya organlarına yansıyan bu gerçekler, özellikle ulusal güvenliğimizin tehlikede olduğunu göstermesi bakımından iyice incelenmelidir.

Bir örnek mi istiyorsunuz? İsrail basını, birkaç ay önce, New York'ta bir araya gelen Ürdün Kralı Abdullah ile İsrail Başbakanı Şaron'un, Ürdün toprakları üzerinden Irak'tan Akdeniz'e petrol taşıyacak bir boru hattının inşasını görüştüğünü aktardı. Bunun ne anlama geleceğini herhalde daha fazla açmaya gerek yoktur.


Burada üzerinde durulması gereken, İsrail'in rolünün elverişli siyasi ve ekonomik bir ortamın varlığıyla güçlü hale gelmesidir. Bu ortam, en modern savaş araçlarıyla donatılmış 150 bin kişilik bir askeri işgal yoluyla gelen Amerikan varlığı sayesinde sağlanmıştır. Artı, Irak'ın siyasi karar mekanizması, ABD Büyükelçiliği'nin ipoteğindedir. Alınan tüm kararlar, Washington'daki yeni muhafazakârların çıkarlarına hizmet etmektedir. Sonuçta Irak'ın ekonomisi ve yeniden yapılanması işi, çoğu açıkça İsrail'e bağlı Amerikalı Yahudi işadamlarının sahip olduğu firmalar yoluyla, en büyük yağmalama operasyonunun pençesindedir.

Hal böyleyken, ABD'nin askeri ve ekonomik varlığı, Irak'ta İsrail'in rolünü kucaklayan çok elverişli ve aktif bir ortam yaratmaktadır. Bunu, önceki ve şimdiki Irak Hükümetinin ileri gelen danışmanlarının, İsrail ile sıkı bağlantıları bulunan İngiliz ve Amerikalılar olmaları daha da etkin kılmaktadır. Bunlar isim isim medyada aktarılıyor ve teyit ediliyor. Artı, Irak'tan gelen son bilgiler, geçen birkaç ay içinde birçok Irak asıllı İsraillinin Bağdat'a geri döndüğü ve 1948 yılında Irak'ı terkeden babalarının bıraktığı mal ve mülkleri Iraklı komisyoncular yoluyla belirledikleri yönündedir.

Irak'ta çeşitli alanlarda açık veya gizlice faaliyet gösteren 18 İsrailli şirketin bulunduğu Amerikan kaynaklarınca teyit edilirken, Bağdat'ın içinde ve çevresinde Amerikan komutası altında ve onunla koordineli olarak hareket eden iki İsrail tugayının bulunduğu bilinmektedir. Bu iki tugayın görevi direniş eylemlerini bastırmak, Sünni ve Şii liderler ile camilerini hedef alarak mezhep kavgası yaratmaktır.[28]

Her Siyonist Yahudi Aslında Bir Ajan mıdır?

Diğer taraftan El-Al Havayolları, Mossad'ın tüm dünyada koruyucu örtüsü görevini görüyor. Mossad, El-Al Havayolları'nı o ülkeye rahatlıkla sızmak ve gerekli istihbaratı toplamak için paravan olarak kullanıyor.

Mossad'ın Politik Hareket ve Bağlantı Şubesi, gizli ikinci dış işleri bakanlığı konumundadır. Mossad'ın Politik Hareket Şubesi'nin amacı, hedef ülkelerde endüstriyel ve ticari kuruluşlar oluşturmak ve bunların hükümet üzerinde baskı kurmalarını sağlamak, bu ülkeye danışmanlar gönderip önemli mevkilere ajanlar yerleştirmektir. Bu, İsrail tarafından dünya çapında uygulanan bir sistem. Endüstriyel ve ticari kuruluşların başında bulunan ülke dışındaki Yahudilerin yanında, konsolosluklarda da Mossad ajanları diplomasi adı altında görevlerini sürdürürler.[29]

İsrail'in diğer ülkelerde pek görülmeyen biçimde, İsrail dışında, dünyaya dağılmış Yahudi cemaatinden anlamlı ve sadık bir kadrosu vardır. Bu, ayrıcalıklı bir gönüllü Siyonist yardımcılar şebekesidir. Bu Siyonistler siyasi olsun ya da olmasın, bulundukları ülkelerdeki işyerlerini, mevkilerini, görev ve olanaklarını Mossad'ın hizmetine sunarlar.[30]

Dünyanın her yerindeki Yahudi topluluklarında, Siyonistler ve sempatizanları vardır. Ve bu kişiler İsrail gizli servisine destek verirler: Mossad'a bu kanallarla bilgi ve materyal verilir. Bu kişiler yoluyla propaganda yapılır ve diğer pek çok hedef elde edilir. Mossad'ın aktiviteleri İsrail'in resmi veya resmi olmayan kurumlarıyla bağlantı içindedir. Bu resmi olmayan kurumların bir kısmı özellikle bu iş için kurulmuştur. İsrail'in gizli servisi çeşitli ülkelerdeki Yahudi toplumlarına, organizasyonlarına dayanır. Bu organizasyonlar ajansı güçlendirir ve bilgi akışını artırır.[31]

Her İsrail vatandaşı potansiyel birer ajan görülmektedir. Mossad'ın başarısının en önemli nedeni, her İsrail vatandaşını potansiyel bir ajan olarak kabul etmesidir. Örgütün güçlülüğünün bir nedeni de, Mossad'ın bilgileri toplarken, ya da eylemlere girişirken bunları doğrudan kendi ajanlarıyla değil, üçüncü kişiler aracılığıyla elde etmesidir"[32]

Bir CIA görevlisine göre, suikast ve kara propaganda gibi psikolojik ve yarı askeri, sabotaj türünden eylemlerin yanında, İsrail istihbarat servisinin işlevlerinden biri de; "Batı'daki İsrail karşıtı grupları susturmak için kullanılmak üzere bilgi toplamaktır." Dünyanın hemen her ülkesinde var olan Yahudi cemaatlerinde, İsrail gizli servisine yoğun destek veren Siyonistlere her türden sempatizan bulunmaktadır. Bu tür bağlantılar özenle kurulmakta, korunmakta ve bilgi, yanıltmaca, propaganda ve başka amaçlarla kullanılmaktadır. Aynı zamanda muhalefeti nötralize etmek için anti-Siyonist unsurlara da sızmaya çalışılır.[33] (Acaba Milli Görüşe kimler sızmıştır)

Mossad'ın Türkiye Trafiği

İsrail'in Türkiye üzerinde hesapları var mıdır?.. Bu soruya bir cevap bulmak elbette son derece önemlidir. Bu konuda akla gelen olayların biri, 90'lı yılların başında dönemin İsrail Savunma Bakanı Şaron'un söylediği "Türkiye ilgi alanımız içindedir" açıklamasıdır!

Uzun yıllar Filistin Kurtuluş Örgütü Liderliği yapan Yaser Arafat bir beyanında: "Dava İsrail'le bizim anlaşmazlığımız değildir, dünyanın başına örülmekte olan çoraplardır." Ölmeden önce de Türkiye'yi şöyle uyarmıştı: "Orta Doğu'da yeni tuzaklarla karşı karşıyayız. Türkiye'yi de içeren birtakım Siyonist hesaplarla ilgili önemli raporlar alıyorum. Kesinlikle sizi bir çembere sokmaya çalışıyorlar... Dikkatli olun."

O zaman bu sözlerin üzerinde durulmadı pek. Ola ki çoğumuz Arafat'ın destek sağlamak için propaganda yaptığını düşündük. Ama tuhaf bir haber gündeme geldi: İsrail'in saldırganlık şampiyonu Savunma Bakanı Şaron, ünlü İtalyan gazetecisi Oriana Fallaci ile konuşmasında "Türkiye'yi kendi ilgi alanları içinde gördüğünü" açığa vurmaktan sakınmamıştı"[34]

Türkiye'nin İsrail için hayati stratejik önemi ise Liberation dergisinde şöyle anlatılmıştır: "Bir İsrailli yönetici söylüyor: Türkiye bizim stratejik derinliğimiz. Özellikle bizim akciğerimiz. Onsuz boğuluruz."[35]

Bernard Lewis, Henry Kissinger, Richard Perle, Zbigniew Brzezinski, Morton Abramowitz, Paul Henze, Moris Amitay, Stephan Solarz, Nelson Ledsky, Ellen Laipson, Moris Abram bu isimler Mossad'ın Türkiye'yi nasıl bir ilgi alanı haline getirdiğinin önemli göstergeleridir.

Mossad'ın Türkiye'deki geniş faaliyetleri, terör sorunu ve faili meçhuller gibi hassas konuları içermektedir.

Emekli albay ve avukat Emin Değer'e göre istikrarlı bir Türkiye istemeyen Mossad'ın, Türkiye'deki terörün tırmanmasında parmağı olabilirdi. 12 Mart öncesi ve 12 Eylül öncesindeki olaylara ve 1 Mayıs 1977 olaylarına MOSSAD'ın karıştığını söylemektedir. 1940'ların sonunda İstanbul, Mossad ajanları için önemli bir merkezdir.[36]

1954'te Türkiye dünyada hiçbir ülkenin olmadığı şekilde, üç uluslararası savunma paktına bağlıydı. Bu alışılmadık statü, İsrail yetkililerinin Ankara'yı öncelikli politik ve askeri dikkat merkezi yaptı. Türkiye'nin açık istihbarat için geniş bir faaliyet alanı oluşturduğunu ileri süren İsrailli politikacılar, istihbarat toplamak amacıyla Ankara temsilciliğine askeri ateşe bulundurulmasını önerdiler. İsrail'in Türkiye'deki faaliyetleri için Türkiye'nin politik pozisyonu önemli bir nedendi. Orta Doğu'daki kilit coğrafi pozisyonuyla Türkiye'nin İsrail için değeri artmaktaydı.[37]

İsrail Dışişleri Bakanlığı Genel Direktörü Walter Eitan, Türkiye'nin Orta Doğu'daki gelişmelerle ilgili bilgi için en iyi istihbarat kaynağı olduğunu söyledi. Bu amaçlarla İsrail, Ankara temsilciliğinde daha etkili iletişim faaliyetleri planladı ve Türkiye'nin Irak ve Suriye sınırlarına yakın şehirlerinde konsolosluklar kurmak için çabalar harcadı.[38]

İsrail Gizli Servisi'nin ABD'de ve diğer Batı ülkelerinde Siyonizm taraftarı hükümet görevlileriyle yakın bağlantılar kurduğu birçok delille kanıtlanmıştır. CIA araştırmasının gösterdiğine göre Mossad İsrail için önemi olan her ülkenin üst düzey yetkilileri ve hükümet görevlileriyle ilişki içindedir. 1978 Baharı'nda Washington'da bir skandal çıktı ve Senato'nun Dış İlişkiler Komitesi'nden (CFR), Stephen Bryen'ın İsrailli yetkililere gizli bilgi aktardığı anlaşıldı. Senatör Abraham Ribicoff'un yardımcısı Morris Amitay ve Richard Perle -Senatör Henry Jackson'un yardımcısı- Siyonist lobinin çekirdeğini oluşturdu.[39]

18 Mart 1993 tarihli Milliyet gazetesinde Yonca Özkaya, İsrail ve ABD'nin -Türkiye üzerine son planını ele almıştı. Plan, Mossad'ın sözcüsü Melman'ın imzasıyla çıkan haberden alıntı yapılarak aktarılmıştı:

"İran'a karşı Türkiye'yle birlikte hareket etmeyi planlayan ABD ve İsrail yetkililerinin şubat ayı sonunda Washington'da "ABD, Türkiye ve İsrail'in Ortak Çıkarları" başlıklı bir belge hazırladığı bildirildi. İsrail gazetesi Haaretz'de 12 Mart'ta Yossi Melman imzasıyla çıkan "Türkiye Seçeneği Tekrar Gündemde" başlıklı makalede, Amerikalıların İran'a karşı bölgede bir karşı güç oluşturmak istediğinden söz ediliyor. Melman'ın makalesi şöyle: 'İsrail Başbakanı İzak Rabin, önceki gün ABD'de Başkan Clinton ile biraraya geldi. Görüşmede ele alınan konular arasında Türkiye seçeneği de yer alıyor.

"Türkiye seçeneği" terimi, diplomasi ve Orta Doğu siyasi ilişkileri uzmanı Yahudi asıllı Amerikalı Profesör Nadav Safran'a ait. İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres, geçen ay Washington'da Amerikalı yetkililerle görüşürken Türkiye'ye bu konuda daha fazla destek olunması gerektiğini söyledi."[40]

Bu durum, 1986 Nisan'ında Mehmet Altan'ın "Batı, Türkiye'nin nereye kadar kalkınmasını ister?" sorusuna Süleyman Demirel'in verdiği cevapta da hissediliyordu: "Batı'nın Türkiye'ye karşı dış politikasını ayarlarken gözettiği iki husus vardır. Bir tanesi Türkiye'nin Yunanistan'ı ezecek güce sahip olmaması, diğeri de bir gün İsrail için tehlike teşkil edebilecek güce sahip olmamasıdır. Gerek İsrail gerek Yunanistan Batı'nın karakollarıdır. Ayrı devletlerdir, ama bunları Batı ile müşterek saymak lazımdır."

"Batı ile karşılıklı menfaatler dendiği zaman, bizim menfaatimiz güçlenmek ve kuvvetlenmektir. Onların menfaati de, onların gayelerini aşan kuvvetlendirmeye mani olmaktır. Bütün mesele onların iradesine tabi olmadan güçlenip, kuvvetlenmeyi başarabilmektir."[41]

İsrail, bölgede bir "Terör Devleti" olmaya devam etmektedir. Şii-Sünni çatışması, suni Türk-Kürt ayrımı Mossad'ın Orta Doğu'da kullandığı "Böl ve Parçala" ilkesinin bir sonucu olarak sürekli körüklenmektedir. Bölgenin güvenliği ve barışı için atılacak adımlarda, bu bilginin göz önünde bulundurulması gereklidir. İzi bir türlü bulunamayan bombaların ve cinayetlerin arkasındaki asıl gücü göz ardı etmek Türkiye'yi karanlıklara itmekten başka bir şey olmayacaktır.

İsrail'in Tanrısına Verilmiş Ahit GAP mı?

"O gün Rab Abramla ahd edip dedi: Mısır ırmağından büyük ırmağa, FIRAT ırmağına kadar senin zürriyetine verdim."[42]

İsrail'in Güneydoğu Anadolu'yu içine alan kutsal sınırları ve suya olan acil ihtiyacı, GAP ile yakından ilgilenmesine yol açmaktadır:

"İsrail, GAP konusunda Türkiye ile iş birliği yapmak istediğini, İsrail'in su kaynaklarından yoksun olduğunu, Türkiye'nin ise zengin su, toprak ve iş gücüne sahip bulunduğunu belirtti."[43]

"Gelecek sene Kudüs'te bulvarlar gül kokmayacak ve İsrail belki de çölü çiçeklendiren bir ülkenin gözalıcı görüntüsünden vazgeçmek zorunda kalacak. Eski kültürler ve Negev pamukları içinde olduğu gibi kutsal şehrin süslenmesi için çok suya ihtiyaç var, ama su yok."[44]

"Şimon Peres: Nüfus artıyor. Suyu üretmek için imkân oluşturmazsak, bu kez su için savaşacağız."[45]

"İsrail Hayfa Üniversitesi'nden Prof. Armon Sofer 1990'da verdiği demeçte, Ortadoğu'da su kaynaklarının kullanımı yüzünden savaş çıkacak dedi."[46]

Türkkaya Ataöv de İsrail'in Orta Doğu'daki su problemini ve bu problemi çözmek için ne gibi metodlar kullanabileceğini şöyle açıklamıştır: "Orta Doğuda bir su problemi var. Belki de bu cümle değiştirilmeli ve suyla ilgili ekonomik ve stratejik sorunlar var denmelidir... Bazı ülkelerde 'su güvenliği' vardır. Türkiye ve bir miktar da İran'ın yeterli su fazlası var. İsrail ve işgal altındaki topraklarda kişi başına düşen su miktarı gittikçe azalmaktadır. Libya ve Suudi Arabistan kendi yeraltı kaynaklarını kullanmaktadırlar. Suriye ve Irak ise gelecek için endişeli.

Su gerçekten petrol kadar önemli mi oluyor? Komşu ülkeler arasındaki rekabeti artırarak onları silahlı bir anlaşmazlığa mı yöneltiyor? Suyun giderek değerinin arttığı ve anlaşmazlıkların hızlandırıldığı doğrudur.

Bazı gruplar ve devletler, barajları, boru hatlarını, damıtma tesislerini ve dağıtım hatlarını sabote edebilir.

İsrail, bölgesindeki suyu kontrol altına almak istiyor. Ürdün nehrinden, Yarmuk ve Batı Şeria'daki kaynaklardan İsrail büyük miktarda su sağlıyor. Versay Barış Konferansı'nda 1919'da ileri sürülen Siyonist haritaya Litani Nehri dahildir. İsrail 1982'de Lübnan'a saldırısında bu nehri kontrol altına almak istemiştir.

İsrail, işgal altındaki topraklardaki Yahudilerin su ihtiyacını karşılıksız olarak sağlarken, Filistinlilerden en yüksek fiyatı istiyor. Aşağı yukarı tüm su anlaşmazlıkları politik kargaşalarla sonuçlanıyor.

Mısır, Nil'in normal su akışını isteyerek, şimdi İslami grupların desteğinde olan güney komşusu Sudan'la anlaşmazlığa düşüyor. Bu iki ülke 1959'da Orta Doğu'daki suyla ilgili tek anlaşmayı yaptı.

Türkiye'nin GAP'ı ise Kürt meselesiyle iç içedir. Dicle-Fırat sularının kullanımı projesiyle birçok amacı olan bir plan gerçekleşecek ve hidroelektrik gücü elde edilerek geniş alanlara sulama yapılacaktır."[47]

Orta Doğu su sorununda üç kilit ülke, Sudan-Etiyopya-Türkiye'dir. Etiyopya'nın İsrail güdümlü dış politikası, gözleri Türkiye ve Sudan üzerine çekmektedir. Bu durumda GAP da ayrı bir önem kazanmaktadır. Güneydoğu'da Kudüs merkezli manevralara sık sık rastlanmaktadır. Sudan'ın İsrail açısından sahip olduğu stratejik önem ise, bu ülkede yaşanan sorunların son bulmasını da engellemektedir. Su sorununun Ortadoğu'da bir savaşa yol açabileceği ihtimali ilk olarak 1986 yılında CIA'nin Uluslararası Stratejik Araştırmalar Merkezi tarafından ortaya atılmıştır.

"Merkezi Washington'da bulunan Uluslararası Stratejik Araştırmalar Merkezi, 1986'da durup dururken, "Ortadoğu'nun Su Sorunu" başlıklı bir rapor yayınladı. Raporda bölgedeki kuraklığın artacağı, nehir debilerinin azalacağı, günlük hayatta suyun petrolden daha değerli olacağı gibi araştırma sonuçları yazıldı ve bir de kehanet ortaya atıldı: ... Nil, Ürdün ve Fırat... Orta Doğu'da, gelecekteki bir savaş, mutlaka bu üç nehrin sularının paylaşılmasından çıkacaktı..."[48]

Orta Doğu'da patlak veren su krizinin kilit ülkesi ise İsrail'dir. İsrail'in şu andaki su ihtiyacının büyük bir bölümü Taberiye Gölü'nden karşılanmaktadır. Oysa Taberiye Gölü'ne akan Litani Nehri Lübnan üzerinden gelmektedir ve kontrolü İsrail'in sınırları dışındadır. İsrail'in Güney Lübnan'ı işgal etmesi ile bu sorun bir süreliğine ortadan kaldırılmıştır. Bu da İsrail'in su uğruna savaşmaktan kaçınmayacağını göstermektedir.

İsrail'e sürekli Yahudi göçü devam ettiği ve yeni gelenler için her gün daha fazla yerleşim alanları açıldığı göz önünde bulundurulursa, gelecekteki İsrail Devleti'nin nüfusuna yetecek kadar su kaynağı Orta Doğu'da bulunmamaktadır. İhtiyaç duyulan suyun GAP'tan sağlanmasıyla, planlanan "Büyük İsrail" projesinin kurak topraklarda değil "Barış Suyu" projeleriyle verimli topraklarda gerçekleşmesine çalışılmaktadır.

Barış Suyu projesiyle Fırat'ın suyunun Suriye üzerinden önce Ürdün'e daha sonra İsrail'e aktarılması planlanmaktadır. İsrail'e gereken suyun gönderilmesi için bütün bu planlar yürütülürken, İsrail'in sessiz bir politika izlemesi de dikkat çekicidir. Tarihte ne zaman İsrail'in büyük, fakat kamuoyuna hissettirilmemesi gereken bir menfaati olsa, İsrail sessiz bir politika izler: Gelişmeler hakkında doğrudan yorumda bulunmak yerine, kendi fikirlerini kontrolü altında olan ağızlardan söyleterek, arka planda kalmayı tercih eder.

Su konusunda, kamuoyunun dikkatinin zaman zaman piyon olarak kullanılan Suriye'ye çevrilmesi de söz konusu bu metodun bir parçasıdır. Bir dönem çok gündemde olan Suriye-Türkiye arasında yaşanabilecek potansiyel savaş senaryoları sonucunda, "Barış Suyu"nu devreye sokabilmek ve "Barış için Suriye'ye su" mesajı altında İsrail'e gereken suyu sağlamak hedeflenmiştir.


İsrailli liderlerin su sorununa bakış açısı da Orta Doğu'da su kavgasının merkezinin Tel-Aviv olduğunu gözler önüne sermektedir.

"İsrail Tarım Bakanı Rafael Eitan: Bölgede su, saatli bombadır."[49]

Su sorunu hakkında bu denli ilginç görüşleri olan Eitan, bir dönem Mossad'ın askeri kanadı LAKAM'ın eski şefi olarak da görev yapmıştır. Bugün ise İsrail ordusu Genelkurmay Başkanı'dır.

"İsrail'in en ünlü casusu Rafael Eitan 1968'de İsrail İstihbarat Örgütü LAKAM'ın başındaydı." [50]

"İsrail Tarım Bakanı Rafael Eitan uyarıyor: 'Taberiye Gölü'ndeki su seviyesi hiçbir zaman bu kadar düşük olmamıştı. İsrail'in su rezervleri hayati tehlike altında."[51]

"Su darlığı İsrail'i tehdit ediyor."[52]

Ve İsrail'in bu büyük su ihtiyacına paralel olarak bölgede savaş rüzgârları da sık sık esmektedir:

"İsrail Başbakanı İzak Rabin: Umarım ki su sorunu silahla çözülmez."[53]

"İsrail ve Ürdün su rezervlerini tekrar doldurabileceklerinden yüzde 15 kat fazla bir hızla tüketiyorlar. Ürdün'ün teklifi 350 milyon dolarlık birleşik bir barajı Yarmuk Nehri üzerinde kurmak. İsrail ve Ürdün BM'nin aracılığını yaptığı gizli görüşmeler yapıyorlar. İsrail'deki her yerleşim yeri günde 280 lt, yani Filistin'dekinin 4 katı su harcıyor. İsrail, Lübnan'la Litani Irmağı'nın suyunun alınmasıyla ilgili antlaşma yapmaya çalışıyor. Amman'daki Batılı bir diplomat 'Su İsrail'in elinde silah gibidir ve çözülemeyecek bir problem olur' diyor."[54]

Geçtiğimiz yıllarda İsrail'in Batı Şeria ve Gazze'deki suyun %60'ını elinde tuttuğu bildirilerek, Sovyet Yahudilerinin göçü ile İsrail'in su ihtiyacının daha da artacağı belirtildi... Washington Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü araştırmacılarından, Joyce R. Starr ve Daniel C. Stoll "Orta Doğu'daki Su Kaynakları Konusunda ABD Dış Politikası" adlı araştırmalarında, Orta Doğu'da gelecekte muhtemel bir savaşın petrol yüzünden değil de su yüzünden çıkacağını belirtmişlerdir:

"İsrail'in Batı Şeria ve Güney Lübnan'ı işgal etmesinin en önemli nedenlerinden biri de buraların zengin su kaynaklarına sahip olmaları. Golan Tepeleri dağlık, yağışlı ve münbit bölgeler. Buraları gözden çıkaramıyor. Ayrıca İsrail Taberiye Gölü'nün Suriye'ye ait bölümünü de işgal etmiş durumda, bütün gölü kullanıyor. Çünkü denizden su arıtma çok masraflı bir işlem. Bu İsrail'in enflasyonunu bile etkiliyor...

Su gücü dostluk kazanmak ve birlikte ticaret için kullanılabilir. Fakat aynı zamanda bir nükleer güce de benzer ki, bir kere sizin buna sahip olduğunuz insanlar tarafından bilinirse, bu onlarda büyük bir saygı uyandırır. Türkiye'nin su zengini bölgesi Güneydoğu. Güneydoğu'daki olaylar daha genişlerse komşuluk ilişkileri açısından daha da önemli olacak."[55]

"Kızgın su kavgaları Orta Doğu için yeni bir şey değildi. Bundan evvelki birçok savaş bu üç büyük nehirle ilgiliydi: NİL, DİCLE, FIRAT."[56]

"Kaynaklar durmaksızın artan ihtiyaçlar yanında sınırlılar. Aynı ritimle insanların sayısı da artmaktadır. Su, devletler arasında baskı kaynağı olmuştur ki, bu daha çok Orta ve Yakın Doğu'da geçerlidir.

Fırat, Dicle, Nil; yarın belki de bu ırmakların kontrolü için savaşılacaktır."[57]

"Batılı kaynaklar, Orta Doğu'da petrolden daha değerli hale gelmeye başlayan suyun, 2000'li yıllara doğru stratejik bir önem kazanarak bölgede savaş rüzgârları estirebileceğini belirtiyorlar."[58]

İsrail, GAP ve Kürt Sorunu

İsrail'in GAP'a duyduğu ilgi, projenin ilk günlerinden itibaren pek çok farklı kaynakta yer almış bir bilgidir. Bu ilgi, İsrail'in Türkiye'ye bu projede ortak çalışmayı teklif etmesinde olduğu gibi zaman zaman açıkça görülürken, kimi zaman da İsrail'in bölgede gerçekleştirdiği bazı gizli eylemlerde görülmektedir. Bu eylemlerin temelinde ise İsrail'in Siyonist ideolojisi yer almaktadır.

Siyonizm sözcüğü Zion kökünden geliyor. Zion "Büyük İsrail" demek. Zion'un sınırları Akdeniz'den Kızıldeniz'e, İran Körfezi'nden Karadeniz'e uzanıyor. Ne gariptir, İsrail'in çizdiği haritada Türkiye'nin Kürt bölgeleri Zion sınırları içinde gösteriliyor.[59]

21 Aralık 1992 tarihli Sabah gazetesinde Sedat Sertoğlu, İsrail'in GAP hakkında neler düşündüğünü dile getirmişti:

"Türkiye ile İsrail arasında, orta ve uzun vadede bölge sularının kullanımı konusunda bir anlaşmazlık çıkabileceğini sezinledim. Rabin başkanlığındaki İsrail yönetiminin, suların paylaşımı konusuna Türkiye'den daha değişik yaklaşımı olacak. Bunun işaretlerini biraz dikkat edince hemen yakalayabiliyorsunuz. İsraillilerin Golan Tepeleri'ndeki su kaynaklarının Suriye ile birlikte kullanımı konusunda, Türkiye'nin Dicle ve Fırat sularının Suriye ve Irak arasında kullanımına dair değişik fikirleri var. Bu fikirler bizi pek memnun etmeyeceğe benziyor."[60]

"Dünya Siyonist Örgütü'nün yayın organı Kivunim (Yönelimler) dergisinin Şubat 1982'deki 14. sayısında; 1980'lerde "İsrail İçin Strateji" başlıklı yazıda, Irak'ın Basra çevresinde güneyde bir Şii Bölgesi, kuzeyde Musul çevresinde bir Kürt Bölgesi ve ortada Bağdat çevresinde bir Sünni Bölgesi olarak üçe bölünmesi hedefleniyor."[61]

Dünya Siyonist Örgütü'nce 1982'de hazırlanan, Irak'ın üçe bölünmesi planı, bugün gerçekleşmiş durumdadır. Merakla beklenen ise, bundan sonra neler olacağıdır? Evet, ateş Türkiye'ye yaklaşmaktadır.

Mossad Barzani İşbirliği

Kuzey Irak'taki Müslüman Kürt halkının tasfiye edilerek, Kürt devleti adı altında piyon bir devlet kurulma çalışmalarının temelleri 1970'li yıllara kadar uzanır. Mossad'ın Barzani'ye yardımı 1970'lerden beri belli aralıklarla hep devam etti. Mossad, Barzani'ye hem modern silah yardımında bulunuyor, hem de çeşitli teçhizatları sağlıyordu. Hatta dönemin Mossad Başkanı Meir Amit, Barzani yandaşlarına, dağlardaki kamplara kadar gelip yardım sözü vermişti. İsrail'in Barzani'ye 1970'lerde başlayan yardımı 5 Nisan 1975 tarihli Cumhuriyet gazetesinde şöyle anlatılmaktadır:

"Newsweek dergisine göre İsrail beş yıldan beri Kürtlere silah ve askeri malzeme yardımı yapmakta, bir yandan da askeri uzmanlar göndermekteydir."

Mossad-Barzani iş birliği günümüze kadar şöyle devam etmiştir.

"Mossad, 1973'te, Yom Kippur Savaşı'nda, Barzani'den Irak petrol kuyularını bombalamasını istemiş, Barzani de bunu kabul etmiştir." [62]

"Kuzey Irak'taki Kürtler, Mossad'dan ilk ve direk yardımı, İsrailli askerler Kürt Yahudisi gerillaları eğitirken almıştı. İsrail Kabine Başkanı Aryeh Eliav, Barzani yandaşları için arazi hastanesi kurmuştu." [63]

Bugün de 100 binden fazla Peşmerge Mossad tarafından eğitilmekte, PKK militanları Peşmerge ordusuna katılmaya çalışmakta ve Türkiye'ye karşı kullanılmaya hazırlanmaktadır.

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Cemal Anadol Siyonizmin Kıskacında Türkiye Sh:59-61

[2] Bak. Gizlenen Talmud Yasaları H.Yılmaz Çelebi Emre yy. 2.Bask. Sh:243-266

[3] Dan Rviv, Yossi Melman, Every Spy a Prince, sf.16

[4] Bvery Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.17

[5] lsrael's Most Secret Service Mossad, Ronald Payne, sf. 27

[6] Dan Raviv, Yossi Melman, Every 5P a Prince, sf30

[7] Dan Raviv, Yossi Melman, Every Spy a Prince, sf. 17

[8] Dan Raviv, Yossi Mel'ilan, Every Spy a Prince, sf.207-208

[9] Dan Raviv, Yossi Melman, EverySpy a Prince, sf. 182

[10] Dan Raviv, Yossi Melmon, Every Spy a Prince, sf. 56

[11] Noam Chomsky, Kader Üçgeni, sf.229

[12] Dan Raviv, Yossi Melmon, Every Spy a Prince, sf.7

[13] Dan Raviv, Yossi Melman, Every Spy a Prince, sf.50

[14] Darı Raviv, Yossi Melman, Every Spy a Prince, sf. 26

[15] Dan Raviv, Yossi Melmon, Every Spy a Prince, sf.26-27

[16] Dan Raviv, Yossi Melmon, Eveıy Spy a Prince, sf.18

[17] Dan Raviv, Yossi Melmon, Every Spy a Prince, sf.36

[18] Dan Raviv, Yossi Melman, Every Spy a Prince, sf.37

[19] Dan Raviv, Yossi Melman, Every Spy a Prince, sf.38

[20] Dan Raviv, Yossi Melman, Every Spy a Prince, sf.39

[21] 2000'e Doğru, 8 Nisan, 1990

[22] Dan Raviv, Yossi Melmon, Every Spy a Prince, sf.91

[23] Dan Raviv, Yossi Melmon, Every Spy a Prince, sf.92

[24] Cambio, No 804, 27 Nisan 1987, sf.50

[25] Cambio, No 804, 27 Nisan 1987, sf.50

[26] Dan Raviv, Yossi Melmon, Every Spy a Prince, sf.153-154

[27] Livia Rokach, Israel's Sacred Terrorism, Son Söz

[28] Mısır'da yayınlanan El Ahrar Gazetesi- 21 Kasım 2005

[29] Dan Raviv, Yossi Melmon, Every Spy a Prince, sf.153

[30] Victor Ostrowsky-Claire Hoy, By Way of Deception, sf.16

[31] Paul Findley, They Dare to Speak Out, sf.149

[32] Nokta, 14 Haziran 1987

[33] Noam Chomsky, Kader Üçgeni, sf.34

[34] Refik Erduran, Güneş, 16 Eylül 1982

[35] Liberation, 8 Ağustos 1992, Shalom Cohen

[36] Nokta, 14 Haziran 1987

[37] Amikam Nachmani, Israel, Turkey and Greece,

Uneasy Relations in the East Mediterranean, The Hebrew University of Jerusalem, sf.6-7

[38] Amikam Nachmani, Israel, Turkey and Greece,

Uneasy Relations in the East Mediterranean, The Hebrew University of Jerusalem, sf.3-6

[39] Sergei Sedov, Zionism Counts On Terror, sf.61

[40] Milliyet / 18 Mart 1993 / Yonca Özkaya

[41] Ufuk Güldemir, Çevik Kuvvetin Gölgesinde, sf.205

[42] Tekvin Bölümü, 15/18, 21

[43] Şalom / 29 Ocak 1992

[44] L'Express, 16 Ağustos 1991

[45] Cumhuriyet, 12 Haziran 1991

[46] Milliyet, 31 Ekim 1990

[47] Türkkaya Ataöv, Turkish Daily News, 19 Şubat 1993

[48] Tempo, 10-16 Haziran 1990

[49] Hürriyet, 14 Temmuz 1991

[50] Andrew and Leslie Cockburn, Dangerous Liaison, sf.85

[51] Nature, Ağustos 1991

[52] Şalom, 9 Ocak 1991

[53] Sabah, 22 Aralık 1992

[54] Newsweek, 12 Şubat 1990

[55] Economist, 14 Aralık 1991

[56] Newsweek, 12 Şubat 1990

[57] L'Expansion, 4-17 Temmuz 1991

[58] Cumhuriyet, 23 Temmuz 1992

[59] 2000'e Doğru, 22 Eylül 1991

[60] Sabah, 21 Aralık 1992

[61] Cengiz Çandar, Ortadoğu Çıkmazı, sf.37

[62] Dennis Eisenberg-Uni Dan-Eli Landau, Mossad 'Les Services 5cc- ters Israeliens', sf. 269

[63] Dan Raviv-Yossi Melman, Every Spv A Prince, sf.82


Kaynak
Kullanıcı küçük betizi
borabey
Üye
Üye
 
İletiler: 333
Kayıt: Çrş Haz 25, 2008 14:06

Kosova/Bosna Hersek'li şehitlerimizin anısına

İletigönderen borabey » Sal Ağu 05, 2008 17:27

Miloseviç'in ve Çetniklerin İsrailli Finansörleri

Çetnik terörünün perde arkasını araştırırken, bu terörün en büyük sorumlusu olan Miloseviç'in kimler tarafından destek gördüğünü de incelemek gerekiyor kuşkusuz.


İsrailli uzmanlar tarafından eğitildikleri bildirilen ve İsrail bağlantılı Dafiment Bank tarafından finanse edilen "zalimliği ile ünlü" Çetnik lideri Arkan ve onun komutasındaki Çetnik grubu
Miloseviç'in iktidara yürüyüşünün ardından, sonradan ortaya çıkan önemli bir finans desteği vardı. Sırbistan'ın iki büyük bankası, Dafiment Bank ve Yugoskandic Bank Miloseviç'i -ve çeşitli Çetnik gruplarını- seçim kampanyaları sırasında ve daha sonra mali yönden desteklemişlerdi. Savaşla birlikte Sırbistan'a uygulanan ambargonun delinmesinde de bu iki bankanın büyük rolü oldu. Bu bankalarla ilgili haberler, 1993 baharında detaylı olarak dünya basınına da yansıdı.

1993 Martı'nda Sırbistan'da gelişen Yugoskandic Bank ve sahibi Jezdimir Vasilieviç ile ilgili skandal, Sırp lideri Miloseviç'i kimlerin finanse ettiği konusunda ilginç bilgileri ortaya serdi:

"Yeni Yugoslavya basın ve yayın kuruluşlarından yapılan açıklamalara göre, Sırbistan Devlet Başkanı Slobodan Miloseviç'in seçim kampanyasına mali destekte bulunduğu bildirilen banka sahibi Jezdimir Vasilieviç, pazartesi ülkeyi aniden terk etti.... Ayrıca, Yeni Yugoslavya'da, önceki gün de iki bankacının cesetleri bulundu. Gizemli bir şekilde ölen bu kişilerin de, skandal ile ilişkileri olduğu ileri sürülüyor." (Milliyet, 13 Mart 1993)

Seçim sırasında Miloseviç'i finanse eden Vasilieviç'in kaçtığı ülke İsrail'di! İsrail onu çok iyi karşıladı. Vasilieviç, Miloseviç'in kendisinden zorla para aldığını ve bu yüzden de ona "savaş açtığını" bildirdi:

"Sırbistan'da siyasi arena, Devlet Başkanı Slobodan Miloseviç'in adının da karıştığı banka skandalı ile çalkalanıyor. Miloseviç'in yakın dostu olan özel bir banka sahibi geçen salı günü yüz binlerce kişinin mevduatı ile İsrail'e kaçtı. Yugoskandic Bankası'nın sahibi, 44 yaşındaki Jezdimir Vasilieviç Salı akşamı ailesiyle geldiği Tel Aviv'in Ben Gurion havaalanında gazetecilere, 'Miloseviç ve yandaşları benden şantajla 7 milyon dolar aldılar. Sırbistan liderine karşı mücadelemi buradan sürdüreceğim' dedi." (Hürriyet, 12 Mart 1993)

Mason Miloseviç'le, "anayurdu" İsrail olan Vasilieviç'in dövüşlerinin "danışıklı" olup olmadığı ise akıllarda kalan soru oldu. Zaten Sırbistan'da da bu konuda bazı yorumlar yapılmıştı:

"Bazıları Vasilieviç'in hala Miloseviç için çalıştığını, ona bazı bürokratları ve Karadağ'lı liderleri ekarte etmek için zemin hazırladığını söylüyorlar." (The Sunday Times, 14 Mart 1993)

Sicilya doğumlu karısı ile İsrail'e kaçan Vasilieviç'in bankasının yanında, başta söylediğimiz gibi seçimlerde Miloseviç'i destekleyen bir banka daha vardı: Dafiment Bank. Miloseviç'le ve Çetnik grupları ile çok yakın ilişkiler kuran, onları finanse eden bu bankanın özelliği ise yine İsrail'le olan bağlantılarıydı. "Çetnik finansörü" olarak adlandırabileceğimiz bu banka hakkında İngiliz basınında yayınlanan bazı haberler şöyledir:


Sırp çeteleri ardlarında binlerce katledilmiş masum insan bıraktılar.
"Vasilieviç'in Yugoskandic adlı bankasının yanında Yugoslavya'nın diğer büyük bankası Dafina Milanoviç adlı orta yaşlı bir bayan tarafından yönetilen Dafiment Bank. Dafina Milanoviç, Miloseviç'e çok yakın, zaten Miloseviç'e finansal yardımda bulunduğu ve onun tarafından korunduğu söyleniyor. Ayrıca Milanoviç'in, Arkan adıyla tanınan bir Sırp paramiliter grubun (Çetnik) liderine yardım ettiği biliniyor." (The Sunday Times, 14 Mart 1993)

"Dafiment Bank'ın sahibi Dafina Milanoviç, bankasının 'milyarlarca dolarlık' sermayesi olduğunu söylüyor. Bildirdiğine göre, merkezi Belgrad'daki bankanın Londra'dan Lüksemburg'dan, Münih'ten, Bulgaristan, Yunanistan, Kıbrıs ve Tel Aviv'e uzanan bir ağı var. Yayınladığı broşüre göre, Dafiment Bank, 1991 yılında kurulmuş, sermayenin %75'i Bayan Milanoviç, %25'i de Israel Kelman adlı bir Yahudi iş adamı tarafından karşılanmış. Birleşmiş Milletlerin ekonomik ambargo ve yaptırımlarına rağmen bankanın işlerinin nasıl hala bu kadar iyi gittiği ise adeta bir sır.... Bayan Milanoviç, hükümetin aşırı milliyetçi politikasını tamamen benimsiyor. Hatta söylediğine göre, Hırvatistan'ın işgalinden sonra oluşturulan Krayina'daki 'Sırp Parlementosu'na maddi destek veriyormuş. Ayrıca, Krayina bölgesinde Arkan adıyla tanınan ve savaş suçlusu ilan edilen Çetnik lideri Zeljko Raznjatoviç'e de maddi destek veriyormuş." (The Independent, 11 Mayıs 1993)

"Batılı diplomatlar, Bayan Milanoviç'in Bosna'daki Sırp kuvvetlerine silah almaları için yardım yaptığını, Vasilieviç'in ise 1991'de Hırvatistan'daki savaş için Sırp birliklerine askeri malzeme sağladığını bildiriyorlar." (The Guardian, 13 Mayıs 1993)

Aslında, Çetnik hareketinin "finansal" desteğinin, tam bir kaosun hakim olduğu bu ülkede derinlemesine ortaya çıkması mümkün değildir. Zaman, Sırpları bugüne getiren faktörlerin neler olduğunu daha iyi gösterecektir. Üstte ortaya koyduğumuz örneklerin yanında, olayın "finans" yönü hakkında ipucu olabilecek bir başka gelişme de 70''li yıllarda yaşanmıştır. P2 mason locası üyesi, "finans" uzmanı ve dünyanın en "karanlık" isimlerinden biri olarak kabul edilen Sindona, Yugoslavya'ya gitmiş ve çeşitli bağlantılar kurmuştur:

"1970'te CIA, Sindona'dan Yugoslav Merkez Bankası tarafından yatırılmış iki milyon dolarlık parayı üstlenmesini istedi. Sindona ricayı geri çevirmedi ve kağıtları (evrakı) satın aldı. CIA durumu üstlendi ve onun dostları yoluyla Yugoslavya'ya girişini sağladı. Sindona da CIA'e bölgedeki aşırı sağ eğilimli politik grupları destekleyerek yardım etti." (Im Namen Gottes, David A. Yallop, sf.183)

Sindona, uluslararası terör şebekesi P2'nin mali işlerinden sorumluydu. Masonlar, çoğu ülkede desteklemek istedikleri rejimleri Sindona kanalıyla besliyorlardı. Güney Amerika'nın faşist diktatörlerini Sindona finanse ediyordu. Peki Yugoslavya'da Sindona'nın desteklediği "bölgedeki aşırı sağ eğilimli gruplar" kimlerdi? Biraderi Miloseviç'in Sindona ile bağlantısı olmuş muydu? Bunlar zaman içinde belgeleri ile ortaya çıkacaktır. Ancak bu arada gözden kaçmaması gereken bir başka nokta da, Sırp lideri Miloseviç'in bir süre sonra Belgrad Bankası'nın başına geçecek olmasıydı:

"Miloseviç, 1987'de, 45 yaşını yeni bitirmişti. Parlak ve çok hırslı bir yönetici teknokrat kariyeri ile Belgrad Bankası'nın başına geçtikten sonra, doğrudan politikaya atılmıştı." (Yugoslavya - Milliyetçiliğin Provokasyonu, Tanıl Bora, sf.106)


Kontra Örgütü Çetnikler, İsrail'in Ordusu

İsrail faktörünü incelerken, İsrail tarafından dünyanın çeşitli bölgelerinde eğitilen terör çeteleri olan "kontra"ları göz ardı etmek mümkün değildir. Kontralara büyük benzerlik gösteren Çetnikleri, bu nedenle çok detaylı olarak incelemek gerekmektedir. Zaten katliamın uygulayıcıları da tüm Sırplar değil, "Çetnik olan Sırplar"dır:

"Mojimilo yerleşim bölgesinin komutanı Boşnak Nejat Aynadziç, 'Her Çetnik Sırptır, ama her Sırp Çetnik değildir' diyor. Ve Bosna Hersek'in Çetnik olmayan Sırpları, Boşnaklarla omuz omuza, 'soydaşları'na karşı savaşıyor." (EP-Ekonomi Politika, 10-17 Ocak 1993)

Unutmamak gerekir ki, Bosna'da yaşanan savaş aşırı milliyetçi Çetnikler ile Müslümanlar arasında geçmiştir. Vicdan sahibi Sırplar da Çetnik zulmüne savaş boyunca karşı çıkmış, Müslümanların yanında yer almışlardır. Çetnikler ise, Siyonizmin ve masonluğun meydana getirdiği bir ordudur. 1990'larda Çetnikleri yenide örgütleyip hayata döndüren Miloseviç de, tıpkı 1940'larda Çetnikleri organize eden Mihailoviç gibi masondur. Çetniklerin Mihailoviç döneminde Kudüs'teki radyo istasyonlarını, göz ardı etmek mümkün müdür? Çetniklerin günümüzde yapılan tariflerinden biri ise şöyledir:

"Dünyadaki belli başlı Kontragerilla/paradox-militer örgütlerinin arasında Sırbistan'daki Çetnikler bulunuyor." (Yeni Dünya Düzeni, Halid Özkul, sf.87)

Söz konusu bu "kontragerilla" örgütlenmesinin merkezi ise yine aynı kitapta şöyle bildirilmektedir:

"Paradoxmiliter/Kontra-gerillanın merkezi: MOSSAD ve AMAN: Kfar Sirkin, Tel Aviv, İsrail."

İsrail'in eğittiği kontra grupları arasında sayılan Çetnikler ve uyguladıkları akıl almaz vahşetin bazı örnekleri şu şekildedir:

"The Observer gazetesinde bildirilenlere göre, Arkan takma ismi ile bilinen vahşi gerilla, insan kasabı ve sadist ruhlu Raşatoviç, savaş suçlusu olarak ilan edilen listenin başlarında yer alıyor. Şu anda 800 kişiden meydana gelen, insanlıkla uzaktan yakından alakası olmayan, öldürmek için eğitilmiş, öldürmekten ve işkenceden zevk alan, kendilerine 'Kaplanlar' diyen vahşi Çetnik grubunun başında yer alıyor. Daha önce Hırvatistan ve Bosna'da çok sayıda cinayetler işleyen , insanları sokak ortasında kurşuna dizen, camileri insanlarla doldurup yakan, özellikle Vulkovar ve Bijeblina kasabalarında akıllara durgunluk verecek, soykırımı yapmış olanların en belirginleri bu Çetniklerdir. Onları bu kadar meşhur eden uyguladıkları vahşi yöntemlerdi. İnsanların boğazlarını keserek ölüme terk eden, ufak çocukların kafalarını dipçikle ezen, ölülerin bile vücutlarını parçalayan, bu Çetniklerdi. Onların en ünlü vahşiliği ise, yoldan geçen hamile kadınların karnını yararak çocuğu çıkarmaları daha sonra da hem anneyi, hem de çocuğu ölüme terk etmeleriydi" (Zaman, 2 Ocak 1993)

"Sayısız tutsak acımasızca öldürülmüş, katliama uğramış ya da canlı olarak yakılmıştır. Çetnikler, Bratunac bölgesindeki Vuk Karadzic ilkokulundaki kampta tutsak olan Müslümanların kanını aldılar ve bunu Sırbistan'a gönderdiler. Başka bir kasabada Çetnikler 10 cm. uzunluğundaki çivilerle masum insanları kapılara astılar; kulaklarını, burunlarını ve diğer organlarını kestiler, beyinlerini parçaladılar ve canlı ya da ölesiye dövülmüş tutsakların üzerinden tanklarla geçtiler. Suç delillerini saklamak için cesetleri buldozerlerle gömdüler. Kadınlara, genç kızlara ve hatta küçük kızlara tecavüz edip sonrada göğüslerini, cinsel organlarını kestiler ve bağırsaklarını dışarı çıkarttılar. Çocukları öldürdüler, canlı canlı yaktılar, kollarını kesip annelerini, bebekleri ölene dek kanlarını içmeye zorladılar." (Concentration and Extermination Camps, Republic of Bosnia-Herzegovina War Crimes Investigation Bureau, sf.15)

İsrail'in terör yöntemlerini, stratejik yönden çıkarlarına hizmet edecek olan örgütlere ihraç ettiği, vahşetin "know-how"ını pazarladığı bilinen bir durumdur. Başta söylediğimiz gibi Latin Amerika'da İsrail'in uyuşturucu pazarını kontrol altında bulundurmak için desteklediği kontralar bunun bir örneğidir:

"Tegucigalpa'da (Nikaragua'da bir bölge) bir Mossad istasyonu vardır. Mossad bölgede İsrail'in yaptığı operasyonlarla meşguldür. Bu operasyona kontraları eğitmek de dahildi. İsrail, Orta Amerika tarihinin bir parçası olmuştur. 1975'de İsrail bölgeye büyük bir silah satış kaynağı olarak girdi. Time dergisine göre 1984'de İsrail'in bölgedeki silah satışının tutarı 12 milyon dolar. Bu bölge çok fakir olduğu için birkaç milyonluk silah binlerce insanı donatır. Birçok Orta Amerikalı General İsrail'e hayran olduklarını sık sık belirtirler." (The Israeli Connection, Benjamin Beit-Hallahmi, sf.85)

"Kontralara yataklık eden ülkelerin başında gelen İsrail, silahları kontralara aktarıyordu." (ABD Terörü, Noam Chomsky, sf.70)

Mossad eğitiminden geçen kontraların vahşetinin de Çetniklere benzemesi ise son derece dikkat çekicidir.

"Kontraların vahşeti onlara büyük ün kazandırmıştı. Sağlık merkezlerini, okulları ve halk merkezlerini tahrip ediyorlardı. Yakaladıkları insanları, en akıl almaz şekilde öldürüyorlardı. Bir örnek, The Guardian gazetesinde şöyle anlatılıyordu:

"Rosa'nın göğüsleri kesilmişti. Sonra göğsünü yarıp kalbini çıkardılar. Erkeklerin kollarını kırıp, testislerini kesiyorlar ve gözlerini oyuyorlardı. Boğazları kesilip, bu yarıklarından dilleri dışarı çıkarılarak öldürülmüşlerdi" (The Guardian, 15 Kasım 1984, The CIA, A Forgotten History)


Kaynak
Kullanıcı küçük betizi
borabey
Üye
Üye
 
İletiler: 333
Kayıt: Çrş Haz 25, 2008 14:06

İletigönderen SuLtanAhmet » Sal Ağu 05, 2008 20:55

Biz hatırlamaya calıstıkca onlar unutturmaya calısıyor.Hergün yeni yeni suni gündem maddeleri ile gerceklerden birer birer yozlastırılıyoruz.
Sen "Dogrusun","Yalanlar"Benle Dolu ! [Burcin Birben]
Kullanıcı küçük betizi
SuLtanAhmet
Üye
Üye
 
İletiler: 215
Kayıt: Prş Şub 22, 2007 13:48
Konum: Mechul

terörle mücadelede gelinen son nokta

İletigönderen borabey » Çrş Ağu 06, 2008 13:06

Değerli dostlar,

Terörü gündemden düşürmemek için arada bir salama yaparken,
Hükümetin terörle mücadelede "etkin ve yetkin" kuruluşunun 22.07.2008 günlü son topkantısında alınan kararlar..
Stratejik konularda araştırmalar yapan birisi olarak ben bir şey anlamadım..
Siz anlayabilecek misiniz?
****************************************************
Terörle Mücadele gözden geçirildi 22 Temmuz 2008 17:08
Terörle Mücadele Yüksek Kurulu Toplantısında, terörle mücadele kapsamında muhtelif kurumlarca yürütülen hukuki, idari, ekonomik, diplomatik ve sosyal tedbirlerin uygulanma durumunun bir kez daha gözden geçirildiği bildirildi.
Terörle Mücadele Yüksek Kurulu'nun Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek başkanlığında gerçekleştirdiği toplantıya ilişkin Başbakanlık Basın Merkezi'nden yazılı açıklama yapıldı. Açıklamada, şunlar kaydedildi:

''Terörle mücadele çerçevesinde dönem içerisinde meydana gelen iç ve dış gelişmeler ile yürütülmekte olan faaliyetlere ilişkin olarak son günlerde meydana gelen gelişmeler de dikkate alınmak suretiyle kapsamlı bir durum değerlendirmesi yapılmış ve önümüzdeki dönemde izlenecek politikalar ve alınacak ilave önlemler görüşülmüştür.

Terörle mücadele kapsamında muhtelif kurumlarımızca yürütülen hukuki, idari, ekonomik, diplomatik ve sosyal tedbirlerin uygulanma durumu bir kez daha gözden geçirilmiştir.''

AA
*******************************************

terörle mücadelenin tek kuralı vardır..
YAPANIN YANINA KAR KALMAYACAĞININ İLANI ve
MİSLİYLE MUKABELE...

Güngören/ABD Başkonsolosluk bombalama olayınında rolü olan herkes , istisnasız , dünyanın neresinde olursa olsun hakettiği kesin infaz cezası ile karşılığını vermedikçe sonuç alamazsınız?
İsrail, ABD ve diğer devletlerin yaptığını biz de yapmadıkça
daha çok "hukuki,idari,ekonomik, diplomatik, sosyal" tedbirlerle göle maya çalarız....
Kullanıcı küçük betizi
borabey
Üye
Üye
 
İletiler: 333
Kayıt: Çrş Haz 25, 2008 14:06

Şehit polislerimize selam olsun

İletigönderen borabey » Çrş Ağu 06, 2008 13:09

Şehit Polislerimizin anısına...


ABD BAŞKONSOLOSLUĞU SALDIRISI VE MEDYA…


Süleyman Özeren


Dün ABD’nin İstanbul Başkonsolosluğu önünde polis noktasına yapılan ve El Kaide bağlantılı olduğu sanılan terör eylemi ve bu olayın medya tarafından ele alınış şekli bize yine 15-20 Kasım 2003 ve geçen yıl Ankara Ulus’ta meydana gelen intihar saldırısı eylemlerinde medyanın takındığı tavrı hatırlattı.

Ancak bu son eylemde medyanın olayları ele alış şekli, olayları analiz etme/ettirme şekli, olayla ilgili ses ve görüntüleri izleyiciye aktarma şekli hem yazılı hem de görsel medya açısından TEKRAR analiz edilmeye değerdir.

Başkonsolosluk önündeki saldırıda 3 polis memuru şehit olurken teröristlerden üçü öldürülmüş ve bir kişi de olay yerinden araçla kaçmıştır. Olayda polisin gösterdiği fedakârlık ve kahramanlık aslında olası bir büyük saldırıyı önlediği gibi çok daha yüksek sayıda can kaybına da meydan vermemiştir.

Olayın hemen sonrasında Emniyet yetkilileri ve İçişleri Bakanının olayla ilgili spekülasyonlara neden olabilecek, aceleyle söylenip panik havası oluşturabilecek demeçlerden özenle kaçındıkları ve yatıştırıcı ve dikkatli bir şekilde olayı ele almaları ülkemizde güvenlik birimlerimizin kat ettiği aşamayı göstermektedir. Devletin en üst kademesinde bulunan devlet büyüklerinin olaya yaklaşımları da son derece yerinde olmuştur. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Meclis Başkanı ve Genel Kurmay Başkanının taziye mesajlarında Emniyet Teşkilatının kahramanlığını ve fedakârlığını ön plana çıkarırken topluma güven veren açıklamaları bu gibi olaylarda oluşabilecek ya da oluşturulmak istenen olumsuz psikolojiye karşı en uygun müdahale metodudur.

Bunlar bu üzücü olaydaki olumlu yanlar olmakla birlikte üzerinde dikkatle durulması gerekli olan bir diğer konu da medyanın tavrı ve yaklaşımlarıdır.

Medya terör olaylarını ele alırken genellikle bilgiye ilk ulaşan ve bunu halkla paylaşma çabasında olan, bu çaba içerisinde de halkın dikkatini en üst düzeyde çekecek kan, vahşet ve dramatik sahneleri ön plana çıkaran bir yol izlemektedir.

“En çok satan” ya da “en çok izlenen” olmanın temel hedef olması bazı durumlarda medyayı hata yapmaya zorlamaktadır. İngiltere Başbakanlarından Margaret Thatcher’e atfedilen “Medya terörün oksijenidir” sözü malesef bir adım ilerisinde terör mü medyayı kullanıyor medya mı terörü? sorusunu gündeme getirmektedir.

Özel yaşamın gizliliği, kişinin vücut bütünlüğüne saygı, ulusal güvenlik, toplum güvenliği gibi konular bu nedenle çoğu zaman ikinci plana atılmakta ya da tamamen göz ardı edilebilmektedir.
Medyanın dün meydana gelen terör saldırısını ele alış şekli ile ilgili olarak göze çarpan bazı yanlış uygulamalar şöyle özetlenebilir;

Bilgi ulaştırma/bilgi üretme telaşı:
Bilgi ulaştırma telaşıyla terör saldırısı hakkında teyide gereksinim duymadan yanlış olabilecek bilgi kırıntıları, doğrulanmış bilgi havasında sunulmaktadır. Saldırıda şehit olan polislerin isimlerinin, ailelerine yetkililerce bilgi verilmeden aceleyle haberde okunması, saldırıyı düzenleyenlerden birinin Suriye uyruklu olduğu iddiası yapılan bir dizi yanlıştan sadece ikisidir ki özellikle birincisi en temel insani duyguların hiçe sayılması anlamına gelir.

Kan, gözyaşı ve olayı dramatize etme çabası:
Terörün şiddet eylemleri üzerinden politik mesajlarını hedef kitlesine ulaştırmayı amaçlayan “propaganda” boyutu (Bal, 2006) göz ardı edilerek terör örgütünün vermeyi hedeflediği mesajı eylemin büyüklüğünün çok ötesinde abartarak sunmak aslında terör örgütlerinin amacına ister istemez hizmet etmektedir.
Medya dünkü olayı geçmişteki benzer terör saldırılarında olduğu gibi tüm yönlerini sakıncalı olabilecek yönlerini göz ardı ederek sunmuştur. Örneğin, yaralı polis memuruna kalp masajı yaparak geri döndürmeye çalışan sağlık görevlileri görüntüsü birçok yönden ele alınmalıdır. Can çekişen polis görüntüsünün yüzlerce defa ekrana getirilmesinin mantıklı bir izahı zordur. Öncelikle bu, o kişiye karşı ve onun şahsında kişinin yakınlarına ve meslektaşlarına saygısızlıktır. Düşünün ki o polis memurunun ailesi ve yakınları dün, bugün, yarın ve belki de bu konu her gündeme geldiğinde, o görüntü ekrana ve gazetelere taşındığında bu acıyı tekrar tekrar yaşayacak ve belki de yaşamları boyu bu travmayı üzerlerinden atamayacaklardır.

Güvenlik birimlerinin moral ve motivasyonunu olumsuz etkileme:
Meslektaşını kaybetmek özellikle polis ve askerler arasında ayrı bir anlam taşımaktadır. Meslek kültüründen dolayı birlik ve beraberlik, birlikte sevinme ve birlikte üzülmenin daha farklı ve yoğun yaşandığı bu tür kurumlarda görevden kaynaklanan kayıplar, diğer meslektaşlar üzerinde daha farklı duygular ve izler bırakabilir. Meslektaşlarının can verirken çekilen ve pervasız bir tavırla sürekli olarak ekrana taşınan görüntüsü polisler üzerinde de olumsuz motivasyon ve moral bozukluğuna neden olacaktır. Eylemin psikolojik kapitalini de sürekli olarak polis ve toplum aleyhine artıracak olan bu tavır, aslında terör örgütlerinin artı hanesine yazılacaktır.

Korku ve gerilimi sürdürme çabası:
Olay anlatırken anlamsız replikler ve canlandırmalarla korku ve paniği yeniden yaşatma gayreti ve bu sayede izlenme oranını yükseltme medya için fayda getiriyor gibi görülse de toplumsal fayda düşünüldüğünde bunun ne kadar sakıncalı olduğu ortadadır.

Güvenlik birimlerini töhmet altında bırakma:
Medya bu olayda bir yeniliğe daha imza atmış ve olay yerine ilk ulaşan sağlık ekibini telaşla televizyona çıkararak ne kadar hızlı ve diğerlerinden önde olduğunu ispata çalışmıştır. Bu yanlışa başka yanlışlar da eklenmiştir. Olay yerine sağlık ekibinin 1 dakikada ulaşmış olması bir başarı olarak anlatılırken bu, polisi eleştirmek için araç olarak kullanılmıştır. Ancak bir terör saldırısında üç mensubunu kaybetmiş bir teşkilatın özellikle bu yöntemle ve acelecilikle eleştirilmesi yarardan çok zarara neden olmaktadır. Sanki polis, meslektaşlarının yardımına koşmamış gibi bir hava yaratmak toplum vicdanını yaralayacaktır.

Olayı başka soruşturmalarla ilişkilendirme çabası:
Bugüne kadar medyanın terör eylemleri ya da toplumda infial uyandıran olayları ele alışında eleştirilen konulardan farklı bir yön de bu olay sonrasında ön plana çıkmıştır. Bazı basın ve yayın organlarında, bu olayda üç şehidin verilmesi ve polis zafiyetinin (!) olmasının temel nedeni olarak polisin Ergenekon operasyonuna yoğunlaştığı ve diğer konuları tamamen göz ardı ettiği gibi farklı ve ilginç yorum ve yaklaşımlar görülmektedir. Bu tür haberlerin veriliş tarzı da işi daha da ilginçleştirmekte ve sanki Emniyetin tüm birimleri Ergenekon soruşturmasıyla ilgilenirken diğer tüm olaylar önemsiz görülmekteymiş gibi bir hava oluşturulmaktadır. Bu yaklaşımlar kendi içinde aslında içinden çıkılmaz bir çelişkiler yumağını temsil etmektedir.

Emniyet Teşkilatının merkez ve taşra birimlerinin Ergenekon operasyonundan dolayı Emniyet teşkilatında diğer tüm işleri askıya alacak bir yapılanmada olmadığı, aksine farklı terör örgütlerine bakan birbirinden ayrı birimlerin olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Bu tür bir iddia aslında kendi içinde büyük bir çelişki içindedir. İki gün önce bir organize suç örgütüne İzmir’de operasyon yapıldı. Çok kapsamlı bu operasyona çok sayıda Emniyet görevlisi helikopter destekli olarak katıldı. Aynı saatlerde İzmir’de başka bir büyük olay olsaydı o zaman da acaba şu denebilir miydi? Bu kadar polisle operasyon yapacağınıza o olayı da önlese idiniz.

Polis tabiî ki eleştirilecektir… eleştirilmelidir de. Ancak bugüne kadar başta İstanbul olmak üzere diğer illerde de sayısız terör saldırısını polisin önlediği gerçeği de göz ardı edilmeden polis eleştirilmelidir. Gelişen organizasyon olmak eleştirileri göz önünde tutmaya bağlıdır. Polis teşkilatı bunu yaparak başarılara imza atmış, önceden insan haklar ihlali ile yan yana anılan polis, şimdi başta Ergenekon olmak üzere diğer soruşturmalarda insan haklarına saygılı, titiz ve özenli bir teşkilat olmasından dolayı takdir toplamaktadır ki bu da polisin yapılan eleştirileri dikkate aldığının göstergesidir.

ÖNERİLER

Güvenlik analizcisi ihtiyacı
Medya da diğer kurum ve kuruluşlar gibi belirli etik kurallarla çalışıyor olmalıdır. Topluma hizmet sunan birçok özel ya da kamu kuruluşunda ihtiyaç duyulan alanlarda uzmanlar çalıştırılmaktadır. Örneğin bir bankanın olmazsa olmaz personelinden birisi halka ilişkiler uzmanıdır. Özel ya da kamu sektöründe olsun etkili konumda bulunan birçok kişi de danışmanlar ve uzmanlarla birlikte çalışmaktadır. Bunun en temel nedeni de herkesin her şeyi bilemeyeceği gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Toplumun genel tüketimine hizmet sunan kurumlar da sunacakları hizmetin sağlayacağı genel faydayı en üst düzeye çıkarırken ya da istenilmeyen ancak olası olan zararları da minimum seviyede tutmak amacıyla gerekli özeni göstermek durumundadırlar.

Etnosentrik yaklaşım:
“Ben her şeyin herkesten iyi bilirim” şeklinde etnosentrik iddia ve yaklaşımlar kısa ve uzun vadede hem hizmet sunulan topluma zarar vermekte hem de iddia sahibinin güvenilirliğini yok etmektedir. Bunun önüne geçilmesi için medyanın da diğer sorumlu kurumlar gibi güvenlik alanında uzman kişi ya da kişilerden oluşan güvenlik analizcisi ekibine gereksinimi vardır. Geçmişte ve dün yaşananlar gelecekte de benzer durumların olacağı hakkında bize fikir vermektedir. Bunun önüne geçilmesi için alanında gerçekten uzman kişilerin bilgisine başvurulmalıdır. Bunun yanında terör olayları gibi toplumu derinden yaralayan olayları aktarmakla görevli TV ve gazete muhabirleri özenle seçilmeli ve mümkünse tecrübeli kişiler bu olaylarda görevlendirilmelidir.

Eleştiriye açık olmak:
Eleştiriye açık olmak, eleştirilmekten korkmamak, dokunulmazlığı olduğu sayıtlısıyla hareket etmemek ve aynı zamanda da yapıcı eleştirilere yönelik yeni açılımlar geliştirebilmek “Öğrenen organizasyon” olmanın temel özelliklerindendir.

Otokontrol:
Gelişmiş demokrasilerde medya demokratik olmayan ülkelerde devlet kontrolünde olan medya kadar bu tür olaylarda kan ve vahşet görüntülerini vermekten özelikle kaçınmaktadır. Bu çaba aslında devletin o medya üzerinde empoze ettiği bir tutumdan çok medyanın geliştirdiği “oto-kontrol” ve “etik değerler” dizesinden kaynaklanmaktadır. Medyanın görevi haber ulaştırmak olduğu kadar o haberle ilgili olan tarafların da haklarını gözetmektir. Habere konu olay şayet devleti, toplumu ve bireyleri özellikle ilgilendiriyorsa bu durumda medyanın daha da özenli davranması temel etik kurallarının gereğidir.

Medya demokratik toplumların olmazsa olmaz kurumlarından biridir. Toplumu bilgilendirmek görevdir ama her görevde olduğu gibi sorumlulukları olan bir görevdir. Çok daha önemlisi de medya öğrenen organizasyon olabilmek için de öğrenme gereksinimi olduğu konusunda farkındalığını artırmalı ve eleştiriye başkalarından beklediği anlayışın çokta fazlasını göstermeye gereksinim duymadan açık olmalıdır.


10 Temmuz 2008


Süleyman Özeren
Kullanıcı küçük betizi
borabey
Üye
Üye
 
İletiler: 333
Kayıt: Çrş Haz 25, 2008 14:06

Terörle mücadeleye devam

İletigönderen borabey » Çrş Ağu 06, 2008 13:17

PKK Terör Örgütü: Tarihsel Süreç ve 28 Mart Diyarbakır Olayları Analizi


Doç. Dr. İhsan BAL


Özet: Marksist ideolojiye sahip, etnik ayrımcı ve dini temaları kullanan PKK eylemlerinde pek çok çelişkiyi barındıran bir terör örgütüdür. Bir yandan insan haklarından bahsederken diğer yandan en vahşi cinayetleri işleyebilmektedir. Böyle bir karaktere sahip PKK’nın günümüzde geldiği noktayı anlamada tarihsel süreci analiz etmek oldukça önemlidir. Bu çerçevede, Diyarbakır olayları PKK terörü ile mücadelede hangi yöntemlerin etkili olacağı sorusunu aydınlatmada kilit rol oynamaktadır. 1984’ten günümüze yoğun terörden, gerilla aşamasına birçok farklı strateji benimseyen PKK, bu dönemde arzu ettiği kutuplaşma ve ayrımcılığı toplumda yaratamamıştır. Diyarbakır olayları artık son döneminde olan PKK tarafından toplumda ayrışma yaratmak için bir fırsat olarak değerlendirilmiş, ancak güvenlik güçleri başarılı kriz yönetimi, aşırı güç kullanmama ve kucaklayıcı güç stratejileri ile terör örgütünün hedeflediği ayrışmanın oluşmasını engellemişlerdir. Bu makalede, PKK’nın dönemler itibariyle stratejileri incelenecek ve Diyarbakır olayları çerçevesinde yumuşak güç kullanımının önemine değinilecektir.



Anahtar Kelimeler: PKK, Diyarbakır Olayları, Kriz Yönetimi, Kucaklayıcı Güç, Yumuşak Güç


Yazar: Doç. Dr. İhsan BAL[1]



GİRİŞ



Terörle mücadelenin birçok boyutundan bahsetmek olasıdır. Mücadelenin çatısı, en temelde iki sütun üzerine oturmaktadır. Bunlardan birincisi teröristle mücadele, diğeri ise terörizmle mücadeledir. Bu iki sütundan oluşan mücadele stratejisinin arka planını anlamak ve mücadeleyi akılcı bir şekilde gerçekleştirme ve sürdürmenin temel koşulu, terör ve terörizmin neler ifade ettiğinin anlaşılmasında yatmaktadır. Bu kavramlar doğru şekilde analiz edildiğinde, teröristlerin hangi stratejileri neden uyguladıkları, istihbarat örgütleriyle neden ve nasıl bir ortaklık kurdukları, neyi nasıl ve neden yaptıklarını anlama başarısı yakalanmış olacaktır.



Teröristleri doğru analiz edebildiğimiz derecede terörle mücadele stratejileri de buna paralel olarak doğru yönde gelişme şansı yakalayacaktır. Her şeyden öte, sloganların yerine istatistikler ve kavramsal analizlere dayalı bilimsel düşünce temelli çalışmaların ortaya çıkması, ucuz komplolar yerine teorik ve bilimsel metodlara dayalı analizlerin yapılması, terörle mücadele koordinatlarını daha anlaşılır ve güçlü kılacaktır. Bu makalede de PKK terör örgütünün bilimsel profilinin çıkartılması amaçlanmıştır.



Bu temel amaçtan hareketle bu makalede, PKK Terör Örgütünün taktikleri, stratejisi ve kısa tarihsel öyküsü, geleceği, PKK’nın örgütteki dağılmayı önleme çabaları, Demokratik Toplum Hareketi-PKK ilişkileri, 28 Mart 2006 Diyarbakır olayları, PKK’nın geçirdiği tarihsel süreç ve yeni stratejileri çerçevesinde analiz edilecektir.







PKK Terör Örgütü: Taktikleri, Stratejisi ve Geleceği?

PKK (Partiya Karkeren Kürdistan-Kürdistan İşçi Partisi) Kongra-Gel terör örgütü, Türkiye’de en çok konuşulan ancak en az anlamlandırılabilen ve bir çerçeve içersinde sunulabilen örgütlerdendir. Örgüt bir yandan Marksist, diğer taraftan etnik ayrılıkçı ve aynı zamanda ise dini temaları kullanmaktadır[2]. Hem devletin bölgeye yatırım yapmamasından şikâyet etmektedir, hem de bu yatırımları engellemek için bombalar atmaktadır. PKK ile ilgili çelişkiler bunlarla sınırlı değil elbette, örgüt bir taraftan insan hakları ve onurundan bahsetmektedir diğer taraftan ise en vahşi cinayetleri işlemektedir. Bu çelişkileri kuşkusuz çok daha fazla sıralamak olasıdır. Ancak, tüm bunlara rağmen örgütün bir taraftar ve sempatizan kitlesi vardır ve örgüt Türkiye Cumhuriyeti’nin son yirmi yılında devletin ve halkın maddi ve manevi enerjisini harcamayı başarmıştır.[3]

PKK’nın yarattığı terör ortamı ve uyguladığı stratejiler her defasında değişiklikler göstermiş ve son olarak Diyarbakır olaylarında Filistin halkının direnişi ile özdeşleşen intifada stratejisini uygulamaya çalışmıştır. Bu stratejinin Filistinlilere özgü tarihsel süreç, beşeri unsurlar ve meşruiyet dayanaklarının, Türkiye’nin Kürt kökenli vatandaşları bakımından oluşmadığını öncelikle ifade etmekte yarar var. Tüm bunlara rağmen; (intifadanın tarihi, beşeri, kültürel ve hukuki meşruiyet zemini olmamasına rağmen) Türkiye’de uygulanılan yanlış güvenlik politikaları, geçici de olsa bir intifada için malzeme olarak Diyarbakır’da kullanılmaya çalışılmıştır. PKK terör örgütü kendi militanlarının cenazesini araç haline getirmek, çocukları ve kadınları ölümcül ateşe atmak marifetiyle Diyarbakır’da bunu yapmak istemiştir. Bu çalışma PKK terörünün stratejilerini genel olarak irdelemenin yanında Diyarbakır olaylarını daha detayla mercek altına almayı amaçlamaktadır.



PKK terör örgütü eylemlerine başladığı 1984 yılından beri birbirinden farklı stratejiler uygulayan bir örgüttür. Bu stratejiler genel olarak dört başlık altında toplanabilir: 1984-89 arası “yoğun terör”, 1989-95 arası “gerilla aşamasına geçme çabası”, 1995-1999 arası büyük kentleri de kapsayacak şekilde tekrar “yoğun terör”, 1999-2005 arası ise farklı kombinasyonları eş zamanlı içeren, “terör, pasif itaatsizlik ve siyasallaşma” sürecidir[4]. Gerçi şunu belirtmekte yarar var; bu stratejilerin hiçbiri PKK terör örgütü patenti taşımamaktadır, hepsi ithal kopya edilmiş stratejilerdir. PKK terör örgütünün bu stratejileri nasıl uyguladığına sırayla bakalım.





PKK’nın Birinci Dönemi



PKK terör örgütü 1984 yılından itibaren Kürt kökenli vatandaşlarımıza yoğun bir terör uygulamıştır.[5] Bu süreçte bölge halkı hedef alınmış ve gerçekleştirilen eylemlerde bazen ailelerin tüm mensupları öldürülmüştür. Seksenli yıllarda şu sorunun sıklıkla sorulduğunu hatırlarız. Nasıl, bir örgüt adına savaştığını iddia ettiği insanları topluca katledebilir? Cevabı oldukça açıktır. PKK argümanına göre, Kürtlere haklarını hatırlatmak, onları mobilize etmek ve ikna etmek başka türlü olanaksızdır. Dolayısıyla, terörün korkutucu gücünden ve sindirme etkisinden yaralanılacaktır. Bu yaklaşımı Öcalan, o yıllarda yalın bir şekilde ifade etmiştir; “Kürtler zorun gücünden anlar, onlarla fikri tartışmalarla bir sonuca ulaşmak olanaksızdır”. Terör keşfedildiği günden beri bir yönüyle bu çıkarımla yola çıkmıştır. Terör örgütleri önce büyük bir ürperti yaratmak, sosyal grupları yalnızlığa ve çaresizliğe itmek üzere hareket ederler.[6] Terörün en keskin mesajı ise “sizi kimse kurtaramaz, bizden başkasını bir adres veya otorite olarak aklınızdan dahi geçirmeyin” ifadesidir.[7] Teröristlerin eylemlerinde bu kadar vahşi olmasının ve görselliğe önem vermesinin nedeni budur. “En fazla acıyı biz veririz, en vahşi biziz, kural tanımayız, hiçbir değere bağlı değiliz” teröristin eylemlerinde kullandığı temel propagandadır. Bu bakımdan terör eylemlerine “ölü üzerinden propaganda” denir. Evet, insanın en kıymetli hazinesi kendi varlığıdır ve bunun her an kaybedilme riski varsa en azından sessiz kalınması tercih sebebidir. PKK terör örgütü de bunu yapmaya çalışmıştır. PKK neden Kürtleri katletmiştir sorusunun yanıtı açıktır: çünkü eylem bölgesi olarak seçtiği alanda devlet güçleri ile yerel halk arasına bir duvar örmek istemiştir ve bu duvarın yoğun terör eylemleriyle örülmesi bir metot olarak benimsenmiştir. Önemli olan sonuca ulaşmaktır ve sonuca varmak için de her yol meşrudur. Zira, teröristin meşruiyet kaygısı yoktur. 1989 yılına gelindiğinde bölge halkı üzerinde gerçekten de bir tedirginlik oluşmuştur. Artık PKK, özellikle geceleri daha fazla korkulan bir güçtür.[8] 1990’lı yıllara gelindiğinde ise devlet, PKK’nın vahşetinden halkını emin kılamamıştır.









PKK’nın İkinci Dönemi



PKK örgütünün ikinci stratejisi ise, terörün bir sonraki safhası olan gerilla aşamasına geçme çabasıdır. Gerilla aşaması, terör örgütlerinin özellikle etnik ayrılıkçı örgütlerin ulaşmak istedikleri önemli bir stratejik hedeftir. PKK açısından da durum böyledir. Korkuya hapsedilmiş Kürtlere şefkatli yaklaşım zamanı ve devlete meydan okuma vakti gelmiştir. Bu stratejinin temeli şaşkınlık ve panik halindeki halkı kurulacak farklı isimlerdeki derneklerle örgüte yönlendirme ve aynı zaman da devleti aşırı güç kullanmaya itmek marifetiyle güvenlik güçlerinin ne kadar vahşi ve adaletsiz olduğu propagandasını yapmaktır. Gerilla aşamasının olmazsa olmazları da vardır. Bunlar bir toprak parçasına sahip olduğunu veya en azından kendi kontrolünde bir toprağın olduğunu göstermek, kendine gönüllü destek veren geniş bir halk kitlesinin varlığını ispatlamak ve düşman güçler olarak tanımladığı devlet güçlerine karşı başarılı eylemler yapmaktır. PKK terör örgütü bu çerçevede hükümet güçlerine (asker, polis, öğretmen, doktor, hemşire, şantiye işçileri, ziraat mühendisleri v.b) karşı yoğun eylemler başlatmıştır.[9] Ancak örgüt, devlet güçleri karşısında büyük zayiatlar vermiş ve çatışmayı kaybetmiştir. Aynı dönemde örgütün uygulamaya koyduğu bağımsız bir arazi parçasına sahip olmak stratejisi ise Kuzey Iraktaki otoriteden yoksun bölgeyi kontrolü altına almak çabası olmuştur.[10] Burada belirli bir toprak hâkimiyeti kurmakla birlikte, adına savaştığını iddia ettiği Kürtler, yani halk yoktu. Bunun gerçekleştirilmesi için Türkiye’den ‘devletin zulmünden şikayetçi Kürtlerin’ bu bölgeye göçmesi gerekmekteydi. Bu göç gönüllü olamadı ve zorunlu olarak aileler göçe zorlandı ve sonuç olarak yüz binlerce Kürt Türkiye’nin batısına (Adana, Antalya, İzmir, Bursa, İstanbul, İzmit, Ankara gibi illere) göç ederken, sadece birkaç bin Kürt Kuzey Irak’a göç ettirilebildi. Bu deneme de başarısız olmuştu. Geriye 1994 yerel seçimleri kalmıştı. Örgütün gücü ve halk desteği burada kanıtlanabilirdi. Seçim sandıklarına gidilecek, ancak, kasıtlı olarak geçerli oy kullanılacaktı. Bu seçimlerde bölgede kullanılan oyların, Türkiye ortalamasındaki hata payı çıkarıldığında, %3.5’de kalması, PKK terör örgütünde derin bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Çatışma alanlarında yenilgiye uğrayan, Kuzey Irak’a göçü başaramayan ve yerel seçimlerde taban desteğini ispatlama noktasında büyük şok yaşayan PKK tekrar ilk dönemdeki gibi ayrımsız ve yoğun teröre dönme kararı almıştır. Zira örgüt, Kürtlere karşı uyguladığı her türlü strateji sonucunda, başkaldırmayı ve kendine yeterli desteği vermeyi sağlayamamıştır.





PKK’nın Üçüncü Dönemi

Üçüncü dönem PKK açısından dağlardaki yenilgiyi kabul etmek anlamına da gelmektedir. 1995 yılında şekillenen bu dönem Öcalan’ın 1999 yılında Kenya’da gözaltına alınmasına kadar sürmüştür. Artık PKK terör örgütü Türkler üzerinden Kürt kimliği arayışı içersindedir. Bu stratejinin temeli, terör eylemlerinin Türkiye’nin batıdaki kentlerine taşınmasıdır. Batıdaki kentlerde gerçekleştirilecek olan yoğun terör eylemleri Türk milliyetçiliğini radikalleştirecektir. Dolayısıyla, Kürtler adına eylem yaptığı iddiasıyla olayları üstlenen PKK, Türk milliyetçiliğinin tepkisini Kürtler üzerine çekecektir. Kızgınlık, öfke ve nefret üzerine inşa edilecek ötekileştirme projesi Kürtleri yalnızlığa itecek ve ötekileştirilen Kürtler ise PKK yanında saf tutacaklardır. Böylece yüzyıllarca birlikte yaşamış, aynı potada erimiş ve ortak değerler etrafında yükselmiş olan Anadolu insanı, Kürtler ve Türkler olarak birbirlerinden ayrışmaya başlayacaklardır. PKK bu beklentiler içersinde İstanbul, İzmir, Adana, Ankara, Antalya gibi illerde eylemlerine başlamıştır. Türkiye’deki birliktelik yerine, ortak özelliklerin bir kenara atıldığı, küçük farklılıkların dahi dev aynasında öfke seliyle beslendiği bir dönem planlanmıştır. Ancak, bu süreç beklenilen sonucu doğurmamıştır. Bunun gerçekleşmemesinin temel nedeni ise; yüzyıllardan beri aynı kaderi paylaşma, aynı potada erime gerçekliği, PKK’nın eylemlerinin Kürtler üzerinde istediği etkiyi doğurmaması, Kürtleri ötekileştirememesidir. PKK, batı kentlerindeki eylemleri için gerekli Kürt (daha önceden bu bölgelere yerleşmiş olanlar) desteğini bulamamıştır, polis istihbaratı ve buna bağlı gerçekleşen operasyonlar örgütün planlı eylemlerinin önemli bir kısmını başlamadan önlemiştir.[11] Tüm ayrılık hamlelerine rağmen, Anadolu’da PKK’nın istediği ölçütte bir kutuplaşma ve ayrımcılık yaşanmamıştır.[12] Bu süreci sona erdiren önemli gelişmeler ise, yukarıdakilere ilave olarak, Örgüt’ün ikinci kişisi Şemdin Sakık’ın yakalanması ve PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 1999 yılında Kenya’da Türk güvenlik güçlerince ele geçirilmesidir.[13] Özellikle Öcalan’ın yakalanması PKK terör örgütü üzerinde önemli bir şok etkisi yaratmıştır. Bu şok süreci örgüt üzerinde karmaşalara yol açmış ve bir kısım örgüt militanları intihar eylemlerine teşebbüs etmişlerdir. Ancak bu eylemlerin önemli bir kısmı başarısız olmuştur.



PKK’nın Dördüncü Dönemi

PKK terör örgütünün dördüncü aşaması ise, birbiriyle çelişen stratejilerin uygulanmaya çalışıldığı dönemdir. Bu, günümüzde PKK ne yapmaya çalışıyor sorusunu da sıklıkla akla getiren karmaşıklığın doğmasına yol açmıştır. Son döneme sarkan karmaşıklığın temeli, PKK lideri Öcalan’ın Türk devlet görevlilerinin eline geçtiği andan itibaren; “devletime hizmet etmeye hazırım, halkların kardeşliği, akan kanın durdurulmasında üzerime düşeni yapmaya hazırım” ve “demokratik cumhuriyet” gibi ifadelerle, hem Türkiye Cumhuriyeti’ne hem de terör örgütüne yönelik mesajlarıyla ortaya çıkmasıdır. Örgüt, militanlarına Kuzey Irak’a çıkmaları için emir vermenin yanında eylemsizlik kararı almıştır. Bu örgütün inisiyatifinden ziyade, tüm şartların örgütün aleyhine gelişmesinin zorunlu bir sonucu olmuştur. Eylemsizlik sürecini uzun kılan bir başka gelişme ise, ABD’ye karşı gerçekleştirilen 11 Eylül terör eylemleridir. 11 Eylül saldırılarında sonra küresel güç ABD, teröristlere karşı topyekün bir mücadele ilan etmiştir.[14] Uluslararası alanda gerçekleşen bu hava, teröre müracaat edenlere sıfır tolerans olarak ortaya çıkmış ve PKK terör örgütü bu rüzgârı üzerine çekmekten çekinmiştir.



PKK Terör Örgütünü 2004 Yılından İtibaren Yeniden Eylem Sürecine Yönlendiren Unsurlar



PKK’yı eylem sürecine getiren gelişmeleri; Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) süreci, Örgütün iç sorunları, Irak savaşı ve ABD’nin teröre bakışı olarak sıralayabiliriz. PKK, Öcalan’ın tutuklanması sonrasında Kuzey Irak’ta konuşlanmış ve Türkiye’deki gelişmeleri takibe koyulmuştur. 1999 sonrası, Örgütün içersindeki şaşkınlık intihar eylemlerinin denenmesi olarak ortaya çıkmıştır. Ancak, bitmişlik psikolojisinin ürünü olan bu eylemler fazla sürme şansı bulamamıştır.[15] Bu eylemler düşünülmüş bir stratejiden ziyade şok ve şaşkınlığın bir kısım militanları bu yöne itmesi şeklinde cereyan etmiştir. Silahlı eylem yapma döneminin önemli ölçüde bittiğini anlayan örgüt siyasallaşma çalışmalarına ağırlık vermiştir. Bu çerçevede çeşitli adlarda sivil toplum örgütlerini arttıran örgüt, Belediye başkanlığı seçimleri ve kurdurduğu partiler aracılığıyla Türkiye’deki genel seçimleri, gücünün önemli ölçütte ispatlanabileceği olimpiyatlar olarak görülmüştür. Halkın Emek Partisi (HEP), Demokrasi Partisi (DEP), Demokratik Toplum Partisi (DTP), Demokratik Halk Partisi (DEHAP) ve Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) gibi PKK ekseninde siyaset yapan partilerin önemli siyasal argümanları, bölgedeki insanların ekonomik, sosyal sorunlarını çözmeye yönelik olmamıştır.[16] Tam tersine bu sorunların varlığını yapıcı çözüm önerileri üretmek yerine PKK örgütünün bölücü söylemlerini gündemde tutmak ve ayrılıkçı söylemleri öne çıkarmak suretiyle acı, gözyaşı, düşmanlık, etnik milliyetçilik, tahrik ve kışkırtma üzerinden negatif duygusal politik argümanlar ileri sürmüşlerdir. Gerçi bu yaklaşım tarzı Kürtlerin sorunlarını çözmemiş olsa da bir kısım insanların duygularını okşamıştır. 11 Eylül saldırıları PKK’nın eylemsizliğini daha da pekiştirmiştir. Süper güç ABD’nin teröristlere yönelik kızgın açıklamaları yeni dünya düzeninde terörle sonuca gitmeye çalışanlara veya heveslilerine ağır bir darbe indirmiştir. Artık PKK’nın en büyük ümidi, siyasal alanda kazanımlar elde etmekti. Ancak, yıllarca terörle uğraşmış ve düşmanlığın, gerilimin arttırılması üzerine stratejiler geliştirmiş olan örgütün demokratik yaşamda başarılı olması da oldukça zordu. Gerçi Türkiye’nin politika yapıcıları da PKK’nın siyasallaşması konusundan çok endişe etmekteydiler. Onların da bakışı, silahlı mücadeleyi kazandık; ancak, beyin gücüne dayalı mücadeleyi kazanmamız daha zor olacak şeklindeydi. Her iki taraf açısından da korkulan olmadı 2003 yılına gelindiğinde; 1 Mart tezkeresinin TBMM’de kabul edilmemesi sonucunda oluşan Türk-ABD ilişkilerindeki gerilim, PKK açısından yeni bir canlanmanın işaretlerini vermeye başladı. Irak savaşına ABD’den farklı yaklaşan Türkiye, bir bakıma bölgedeki rolünü de sınırlamak zorunda kaldı. ABD Irak işgalinde Şiileri ve Kürtleri müttefik ilan etti. Bu gelişmelere bağlı olarak Kuzey Irak’ta konuşlanmış olan PKK terör örgütü ABD’nin Irak’taki operasyonlarına doğrudan hedef olmadı. PKK, Irak savaşının konuşulduğu süreçte kendine yönelik risklerin kaygısını yaşarken, savaşta Türkiye’nin ABD tarafında doğrudan yer almaması sonucunda önemli bir nefes almıştır. ABD’nin terörle mücadeleden anladığı ile Türkiye’nin anladığı arasında önemli farklar oluşmaya başlamıştır. Bir bakıma Türkiye ABD’nin ilan ettiği terörle mücadele projesinde aktif yer alırken, ABD sadece kendi teröristlerinin peşinden koşmayı strateji olarak benimsemiştir. Bu durum PKK’yı ABD’nin hedefi dışında tutmuştur. PKK’nın önemli terörist liderlerinden Murat Karayılan açık bir şekilde ABD’nin kendi menfaatleri çerçevesinde PKK’ya karşı operasyon yapamayacağını, çünkü Irak’taki müttefiki olan Kürtleri karşısına almak istemeyeceğini söylemiştir. ABD’nin bölgede kendini doğrudan hedef almayacağını anlayan PKK, önemli ölçütte rahatlamıştır. Bu örgütün kendini yeniden toparlaması açısından ateşleyici olmuştur.



PKK’nın örgütteki dağılmayı önleme çabaları



PKK’nın Türkiye’de eylemlere başlamasının bir diğer nedeni ise örgütteki dağılmanın önlenmesi çabasıdır. Örgüt, Öcalan’ın İmralı’da vereceği işaretleri beklemenin yanında, kendi iç sorunlarını aktif olarak örgütün başında bulunanlarca yürütülmesini de ön plana çıkarmıştır. Zübeyir Aydar, Murat Kayrılan gibi örgüt liderleri PKK’nın eylemlere başlamasının gerekli olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bunun içe dönük iki nedeni vardır; birincisi yaşamını militan olarak geçirenlerin uzun eylemsizlik döneminde kokuşmaya başlaması, ikincisi ise örgütün hedeflerin gerçekleştirmek için başka araçları kullanma yeteneğinin sınırlı olmasıdır. Bu düşünce terör örgütünün söylemlerinde inandırıcı olmasa da elindeki araçlara göre politik hedeflerine ulaşma çabasıdır. Bu çerçevede, Örgüt doğrudan güvenlik güçlerine yönelik saldırlar gerçekleştirme yeteneğinden yoksun olduğunu da açığa çıkaracak şekilde, siviller, turistik bölgelere ve ulaşım araçlarına yönelik uzaktan kumandalı bombalı eylemlere başlamıştır.



Demokratik Toplum Hareketi – Öcalan bağlantısı



İmralı’daki Öcalan ise bu eylemeleri desteklemekle birlikte kendi yaşamını garantiye alacak asıl gelişmenin siyasal alandaki çalışmalara bağlı olduğunun farkındadır. Bu doğrultuda Demokratik Toplum Hareketi (DTH)’nin kendi inisiyatifinde kurulmasına özel önem vermiştir. DTH, Kürt siyasal hareketinin tek adresi ve Kürtlerin yegane temsilcisi olduğu tezini işleyen bir projedir. Bunun en önemli delillerinden olan Hikmet Fidan’ın -Kürt siyasal yaşamında önemli bir isim- PKK tarafından öldürülmesi ve diğer alternatif girişimlerde bulunanların da -Abdülmelik Fırat, İbrahim Güçlü, Kemal Burkay, Ümit Fırat gibi yüzlerce kişi gibi- tehdit edilmesi veya öldürülecekler listesine alınmasıdır.



DTH Kürtlerin temsilcisi olduğunu siyasal projeleriyle değil, alternatiflerini yok ederek ortaya koymaya çalışmaktadır. PKK’nın 2004’ten sonraki gelişimi karmaşık olmakla birlikte iki temel strateji üzerine oturmaktadır. Bunlardan birincisi Örgüt açısından riski az silahlı eylemler, bir diğeri ise siyasallaşma sürecini canlı tutmaktır. Bu iki sürecin de eş zamanlı ilerlediğini görmekteyiz. PKK bir elinde bomba diğer elinde ise siyasetle kamuoyuna mesajlar vermeye çalışmaktadır. Siyasallaşma çabaları daha çok Türkiye’nin AB sürecine yönelik mesajlar içerdiği açıktır. Ancak, örgütün İmralı güdümünde, aynı zamanda silahlı eylemleri içeren vizyonu bu günlerde sadece Öcalan’ın koşullarının iyileştirilmesi ve uzun dönemde ise serbest bırakılmasına yöneliktir.



Kürt halkını temsil ettiği iddiasıyla yola çıkan bir hareketin Kürt halkını Öcalan’a indirgemesi yakın gelecekte farklı alternatiflerin ortaya çıkmasının en önemli nedenini oluşturmaktadır. Zira, Kürt sorunu ile Öcalan ve terör sorunu aynı şeyler değildir dolayısıyla, çözüm arayışları da farklı zeminlerde olacaktır. PKK’nın yeni dönemde karışık sinyaller vermesi, örgütün bir hiyerarşiye sahip olmadığının da bir göstergesidir. Bir kısım bombalama eylemlerini örgütün doğrudan üstlenmemesi veya bazı örgüt üyelerinin eylemleri üstlenmesine karşı, üst düzey militanların bu eylemleri (özellikle Kuşadası, Bodrum bombalı eylemleri ve Mersindeki bayrak eylemi) reddetmesi, karşımızda tek bir PKK’nın olmadığını göstermektedir.[17]



Tek bir Kürt siyasalı (DTH) ve tek bir PKK yoksa durum iyi demektir. PKK’nın tüm diğer alternatifleri yok edip siyasal alanı sadece DTH’ye bırakma girişimi, korkutma ve yıldırma politikasını zorunlu olarak gündemde tutmaktadır. Bu çerçevede gerçekleştirilen eylemler bizzat Kürtlere yönelik eylemlerdir. PKK’nın kendi içersindeki farklı sesler de terör örgütünün hangi stratejide devamlılık sağlayacağını zamanla ortaya koyacaktır. Silahlı eylemlerin tekrardan canlı tutulması ve süreklilik kazanması oldukça zordur. Çünkü bu alanda örgüt önemli yenilgiler almıştır ve eski gücünden de uzaktadır. Dolayısıyla, PKK’nın yeni dönem stratejisi terör şantajını kullanmakla birlikte, yasal uzantılarıyla kamuoyunu yönlendirme ve pasif direniş eylemleriyle Öcalan’ı kurtarma çabası içersinde olacaktır.



PKK’nın yeni dönem stratejisinde amaçlanan, Kürtlerin sorunlarının çözülmesi değildir. Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in Avrupa Parlamentosu Başkanı Joseph Borrell’le görüşmesinde yaptığı açıklama dikkat çekicidir. Baydemir, bölgeler arasındaki gelişmişlik farkına dikkat çekerek, AB fonlarında ağırlığın Doğu ve Güneydoğu’ya verilmesini talep etmiştir.[18] Ancak, bu talebin içtenliği de sorgulanmaya muhtaçtır. Son beş yıllık ekonomik göstergeler bu bölgede önemli kalkınma hamlelerinin olduğunu, yerli ve yabancı yatırımcıların bölgeye her geçen gün ilgisinin arttığını, turizmin yeniden canlandığını, yaşamın normale döndüğünü, Olağanüstü Hal Yasasının tüm illerde uzun yıllar sonra tamamen kalktığını göstermektedir. Hak ve özgürlüklerin oldukça genişlediği bir dönemde bombaların patlamaya başlaması ise eylemlerin temel hedefinin bölgedeki bu iyileşme ve gelişmeler olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu gelişmeler karşısında eylemleri gerçekleştiren örgütü kınama, dışlama ve yalnızlığa itme yerine örgütün başını destekleyen yürüyüşleri savunmak, ölen teröristlerin cenazelerinde yer almak DEHAP’lı belediyelerin önceliğini teşkil etmektedir. Bombaların nasıl bir huzur getireceği (!) geçmiş deneyimlerden bellidir. Belediyelerin eğer ki bir tarafta yer alması gerekiyorsa, bu yer şüphesiz hizmet vermekle mükellef oldukları halkın yanıdır. Oysaki gelişmeler tam tersini göstermektedir.



AB sürecinde Türkiye’de yaşayan Kürt kökenlilerin kader bizzat DEHAP’lı belediyelerce sabote edilmektedir. PKK, ölü küllerinden canlandırılmaya çalışılmakta ve Öcalan’ın gölgesinde oluşturulan toz ve duman bulutları Bölge halkının geleceğini karartmaktadır. Baydemir Borrell’le görüşmesinde Gemlikteki olayların kaygı verici olduğunu ifade etmektedir; ancak, bu kaygının bizzat PKK’nın terörist bir kişiyi destekleme yürüyüşü olduğunu ve terör örgütünü destekleme yürüyüşünü AB yasaları çerçevesinde de çok ağır bir suç olduğu açıklamada yer almamaktadır.[19] Türkiye’de bir çatışma ortamı yaratılması yönünde çabalar vardır ancak bu ortamı hazırlayan en önemli kaldıracın da PKK olduğu ve Öcalan lehine yapılan eylemler olduğu da unutulmamalıdır.





PKK Terör Örgütü ve Diyarbakır Olayları: anlaşılamayan ve görülemeyenler



Muş ve Bingöl ilinin kesiştiği Şenyayla bölgesinde 25 Mart 2006’da, güvenlik güçleri ile girdikleri çatışmada öldürülen on dört PKK’lı teröristten dördü Diyarbakır’da toprağa verilirken çıkan olaylarda, üç yurttaş yaşamını yitirdi, çok sayıda güvenlik personeli, vatandaş ve eylemci yaralandı. 28 Mart Salı günü Diyarbakır’da başlayan ve çevre illere yayılan şiddet olaylarını Danimarka’dan Kürtçü ve ayrılıkçı yayın yapan PKK’nın Roj TV’sinden yapılan çağrıların tetiklediği anlaşılmaktadır.[20] Çıkan olaylar sonucunda çeşitli işyerleri tahrip edilmiş, meydana gelen olayların sonucunda, 2 Nisan 2006 İstanbul olayları da dikkate alındığında toplam 10 kişi ölmüş ve çoğunluğu güvenlik güçlerinden olmak üzere 250 kişi de yaralanmıştır.[21] İçişleri Bakanı Aksu’nun açıklamasına göre, güvenlik güçleri sükunetle davranmak suretiyle daha büyük kayıpları önlemiş ve olayların genişlemesini de engellemiştir. Olaylara karıştığı anlaşılan çok sayıda eylemci de gözaltına alınmış ve mahkemeye sevk edilmiştir.[22]



Yapılan ilk tahmini değerlendirmeler arasında, teröristlerin cenazelerinin kaldırılması sırasında başlayan olayların yol açtığı maddi kayıpların da elli bin Yeni Türk Lirasının üzerinde olduğudur. 28 Mart 2006 günü meydana gelen olaylar sonucunda can kayıpları, özel ve kamusal mülkiyete verilen zararların yanında, henüz ölçülemeyen ancak en az bunlar kadar önemli sonuçları olan psikolojik kayıpları da hesaba katmak gerekir.



Güvenlik kavramı, bireyler açısından gerçek veriler yanında psikolojik yönü ağırlıklı veriler ışığında oluşur. Toplumsal olayların, siyasallaşmış şiddet olaylarının ve terör olaylarının bireyler üzerinde asimetrik bir etkisi vardır. Bu nedenle, terör olaylarının görsel boyutu en az gerçeğin kendisi kadar önemlidir. Dolayısıyla, vatandaşların güvenliğinin sağlanması için sadece onların can ve mal bütünlüklerinin sağlanması yeterli olmayıp, aynı zamanda bunların tehlike altında olmadığı hissinin de verilmesi gerekmektedir. Günün sonunda, yurttaş açısından güvende olmanın öncelikli kuralı güvende olma hissidir. “Güvende olma” hissinin tersi ise “güvenliğin risk altında” olduğu hissidir. Güven kaygısı, çoğu defa devletin kendisini koruyamayacağı psikolojisiyle doruk noktaya ulaşır. Terör örgütlerinin de en fazla dikkate aldığı, yurttaşların güvenlik duygularındaki kırılganlıktır.



Diyarbakır ve Terörle Mücadelede Kriz Yönetimi

Kriz yönetimi, terörle mücadelede yaşamsal öneme sahiptir. Terörle mücadele çalışmalarının en az yarısını psikolojik çalışmalar oluşturmaktadır. Kriz yönetiminin önemli bir kısmı, birey ve toplum psikolojisi üzerine inşa edilmek zorundadır. Arkasında organize ve bilinçli bir başkaldırı provası olan Diyarbakır olayları ve sonrasındaki gelişmeler, kriz yönetiminin birkaç temel üzerine inşa edilmesini gerektirmektedir. Bunlar; olaylara istihbarat analizleriyle taktiksel olarak önceden hazırlıklı olmak, psikolojik direnç göstermek ve fiziksel donanımlı olmak ve son olarak, görev paylaşımı ve iletişim kanallarında nelerin, nasıl yapılacağı konularında hazır olmaktır.



Diyarbakır olaylarında “güvenlik krizi yönetimi” istenen düzeyde değilse bile, yapılan eksiklikler değerlendirildiğinde, geleceğe yönelik başarılı planların yapılmasında yol gösterici olabilir.[23] En azından güvenlik güçleri, bir kısım eksiklikleri aşırı güç kullanarak kapatmaya çalışmamışlardır. Medya da göreceli olarak daha iyi bir sınav vermiştir. Yaşanan aksaklıkların nedeni ise; olaylar esnasında alınan önlemlerin yurttaşlara tam olarak aktarılamamasından kaynaklanmıştır. Yurttaşların bilgilendirilmesi; gerektiği ölçüde, doğru zamanda ve doğru biçimde yapılamamıştır. Dolayısıyla, devletin zafiyet içersinde olduğu düşüncesini oluşturan görüntüler ön plana çıkmıştır.



Terörle mücadelede, yurttaşların her şeye rağmen, güvenliğinin sağlandığı psikolojisinin oluşturulması önemlidir. Bunun sağlanabilmesi için de kamu kurumlarının ve sivil toplumun işbirliği içerisinde hareket etmesi zorunludur. Olaylar anında sinerji oluşturacak, yıkılan moralleri düzeltecek bir ortaklığın kurulması ve zedelenen bağların hemen onarılması için gerilimin aşağıya çekilmesi gerekmektedir. Gerilimin düşürülmesi, kriz yönetiminin başarı işaretlerindendir. Bu anlamda da devlet güçlerinin “aşırı güç” kullanmaması önemli bir adım olmuştur.[24] Devlet güçlerinin “düşük profil” göstermesi, Diyarbakır olaylarında terör örgütünün krizi tırmandırmak suretiyle inisiyatifi bir süreliğine de olsa elinde bulundurmasına yol açmıştır. Bu durum, başarılı bir medya yönetimiyle aşılabilirdi. Burada en önemli sorun, olayların yorumlanması ve geniş kitlelerin yanlış yorum bombardımanına maruz bırakılmasıdır.



Diyarbakır olaylarında, Diyarbakır spor ile Fenerbahçe arasındaki futbol maçının Malatya’ya alınması önemli bir “kriz yönetimi” hatasıdır.[25] Bu karar, vatandaşa verdiği mesajlar bakımından oldukça yanlış çağrışımlar listesi oluşturmaktadır. Bir ülkede korunması çok iyi olan bir futbol takımı, daha önceden seyircisiz oynanmasına kara verilmiş olan bir spor müsabakasını güvenlik gerekçesiyle oynayamıyorsa, bu kentte sürekli teröristlerle burun buruna yaşamak durumunda olan iş adamı, her gün yaşamını farklı rollerle sürdürmek zorunda olan yurttaşlar, kendilerinin korunacağını nasıl düşünebilir.



Bu uygulama sadece iç kamuoyuna yanlış mesajlar verilmesiyle kalmamış, aynı zamanda Türkiye’nin güvensiz bir ülke olduğu mesajı yurtdışına da verilmiştir. Geçici bir süreyle sınırlı sayında insan, terörün doğrudan hedefi değildir. Sınırlı sayıda sporcunun güvenliğini sağlayamadığı mesajını veren kamunun, kendi vatandaşının zaman ve mekâna bakılmaksızın güvenliğini nasıl sağlayacağını yeniden anlatmak ve toplumda “güvende olma” duygusunu yeniden inşa etmek zorundadır.



PKK tüm olumsuzlukları ön plana çıkarmak suretiyle gerilimi tırmandırmak istemiştir.[26] Bu da terör örgütünden beklenen bir yöntemdir. Terör örgütünün sonuca yönelik yöntemleri; faklılıkları ön plana çıkarmak, toplumu tahrik etmek, kamu otoritesini zafiyete uğratmak, hiçbir etik, yasal ve insani kuralla kendini sınırlı saymamaktır. Terör örgütünün ortaya koyduğu yapıcı bir projenin olmaması şaşırtıcı değildir. Dolayısıyla, örgütün çizgisine yakın hareket eden siyasal süreçteki taraftarları da çözüm üretmek yerine, kendilerini örgütün saldırılarını savunmak ve devletin eksiklerini sıralamakla sınırlamışlardır. Diyarbakır’daki olayların şiddet ve gerilim ortamında geçmesi ve bunun üzerine inşa edilen söylemler, gelecek kızgınlıkların ve kavgaların alt zeminini oluşturmaktadır.



Devletin, genelde terörle mücadele, özelde ise Diyarbakır ve sonrasında meydana gelen olaylarla mücadelesindeki yaklaşımı, gelecekte karşılaşacağı olayların da alt yapısını oluşturacaktır. “Terörle mücadele” sadece olayların yaşandığı zamana özgü değildir. Tam tersine, günümüz stratejileri ve mücadele anlayışı, gelecek nesileri de ipotek altına almaktadır. Şiddet sarmalının döllenme dönemleri dikkate alındığında, bugün geçici başarı olarak görülebilecek uygulamaların gelecekte çok daha büyük bedelleri olduğu, daha önceki süreçlerde yaşanan yüzlerce örnekle ortaya çıkmıştır. Metin Göktepe, Diyarbakır Cezaevi ve Ziverbey Köşkü sorgulamaları, geleceğe bıraktığı olumsuz miraslar bakımından terörle mücadelede olumsuz sonuçlar doğurmuştur.



Devlet kurumlarını terörle mücadelede bekleyen en büyük tehlike, teröristlerin yöntemlerinin kamu görevlileri tarafından aynalanması ve kamu görevlilerinin hukuk dışına çıkarak yetkilerini kötüye kullanmasıdır. Hiçbir hukuk devleti vahşette teröristlerle yarışamaz. Örneğin, ABD’nin Guantanamo ve Ebu Gureyb hapishanesi örneklerindeki gibi aşırı güce başvurması ve birtakım işkence olaylarına karışması Irak’taki terör olaylarını tırmandırmıştır.[27] Zira, uluslararası terörle mücadele maksadıyla Irak’a müdahalede bulunan ABD’nin aşırı güç kullanımı bu mücadelesini çıkmaza sokmuştur. Ancak, Diyarbakır olaylarında güvenlik güçlerinin kontrollü güç kullanımı bu olayların yatıştırılmasında oldukça etkili olmuş, Türkiye terörle mücadelede izlediği bu strateji ile örnek rol oynamıştır.



Devletin gücü kendi ürettiği değerler siteminden kaynaklanır. Dolayısıyla değerlerin, insan canının, malının, fikrinin garanti altına alındığı, özgürlüklerin korunduğu bir ortamda, hukukun üstünlüğü ilkelerinden hareketle terör mücadelesinin yönetilmesi devletin temel iç güvenlik konsepti ve stratejisi olmalıdır. Diyarbakır’da bilinçli bir şekilde karşılarına çocukların konulduğunu fark eden güvenlik görevlileri müdahalede geri durmuştur.[28] Doğru olan da budur. Ancak, istihbaratıyla, olayları yönlendirenleri önceden takip eden ve teröristlerin provakatif elamanlarından önceden bilgi sahibi olması gereken güvenlik güçleri, olaylara hazırlıklı olmadığı izlenimi vermiştir. Cenazelerin Diyarbakır’a geleceği önceden belli olmasına rağmen, bunun karşısında öncelikli bir strateji geliştiremediği ve bir yönüyle olayların, yetkililer açısından sürpriz olduğu anlaşılmaktadır.



Devlet kurumları, kriz anlarında gündemi belirlemek zorundadır. Gündemin belirlenmesinin üç temel kuralı ise, olaylara profesyonel anlamda hazırlıklı olmak, olaylar karşısında hangi değerler sisteminden hareket edileceğinin belirlenmesi (Otokrasi, demokrasi, meşruiyet gibi) ve kriz yönetiminin halka sağlıklı bir şekilde ulaştırılmasıdır. Terörün gerilim, ayrılık ve düşmanlık stratejisine karşı, devletin barışık, kucaklayıcı, uzlaşıcı stratejisi ön plana çıkmalıdır. Bunun için de, “yaşatma” ve “gerilimi düşürme” vazgeçilmezdir. Bu konuda Diyarbakır olayları ve sonrasında, güvenlik birimlerinin hassas davrandığı söylenebilir. Ancak, halka güven verme noktasında eksiklik, kısa süreli de olsa görülmüştür.



Devlet, kendi kurallarıyla hüküm etmeli ve güvenliği sağlamalıdır. Kuralların uygulanması, özellikle çatışmanın sıcağında, heyecanın ve nefretin arttığı toplumsal olaylarda, panik ve galeyan hallerinde kolay değildir. Bu zorluğu aşmanın yolu da, bu tür olaylara önceden hem tatbikatlarla ve hem de psikolojik olarak hazır olmaktır. Hatırlanacağı üzere 7 Temmuz 2005 bombalamalarında önemli bir sınav veren İngiliz polisi, panik halinde, yanlışlıkla bir Brezilya’lıyı vurmuştur.[29] Bu olay Londra bombalamalarında polisin akılda kalan en önemli icraatı olmuştur ve diğer tüm olumlu önlemleri perdelemiştir.



Diyarbakır Olayları ve Medya

Medyanın olayları ele alma konusunda 15 Kasım 2003 İstanbul bombalı saldırılarına kıyasla önemli mesafe aldığı anlaşılmaktadır. Ancak toplumsal olaylarda, özellikle de terör bağlantılı infiale yol açan krizlerin başarıyla sonuçlandırılmasında, medyanın hareket stratejisi çok doğru belirlenmelidir. Bu stratejinin temeli, toplumun doğru bilgilendirmesi; doğru bilgiye ulaşılacak kanalların medyaya açık tutulması, medyanın kendi denetimini yapmasıdır. Medyanın, denetimin nasıl yapılacağını ortaya koyması gerekmektedir. Terör ve bağlantılı toplumsal olaylarda medyanın, elde ettiği bilgilerin doğruluğundan emin olması gerekmektedir. Elde edilen bilgilerin, medyanın güvenlik uzmanlarınca incelendikten sonra topluma ulaştırılmasında son derece yarar vardır (Lofthouse, 7/7 London Bombings; ISRO. 2006). Türkiye’de uzun yıllardan beri, terörle mücadele ve güvenlik, önemli bir sorun ve haber değeri taşımaktadır. Buna rağmen medyanın güvenlik analizcileri yoktur. Bu da medyanın doğru bilgilendirme ve kriz anlarında doğru haber stratejileri oluşturma çabalarını olumsuz yönde engellemektedir.



Medya, vatandaşların kanaatlerinin oluşmasında ve toplumun güvenlik ihtiyacının karşılanmasında önemli bir yere sahiptir. Toplumun doğruları bilmesinde yarar vardır. Medya, özellikle Diyarbakır ölçeğindeki olayları mutlaka geniş kitlelerle paylaşmak zorundadır. Ancak, kameralara yansıyan görüntülerin titizlikle seçilmesi son derece önemlidir (Lofthouse, 7/7 London Bombings; ISRO.2006). Örneğin, olaylarda ölen insanların parçalanmış cesetleri yerine, aynı kişilerin sağlam fotoğraflarını vermek; doğru bilgilendirmeyi, doğru bir yöntemle yapmaktır. Aynı şekilde, olayların boyutu ile ilgili yorum, değerlendirme ve muhabir izlenimlerinin aktarma ölçütleri de önceden belirlenen kurallar ve bilgi donamımı çerçevesinde olmalıdır. Her görevin icrasının birincil kuralı ise yapılacak olan işin profesyonelliğinin iyi bilinmesi ve değerler sisteminin doğru tanımlanmasıdır.



Kamuoyunun bilgilendirilmesinde rol alan medya, olayların yansımasını doğru yapabildiği ölçüde, gerilim, kavga, yok etme ve şiddet taraftarlarını yalnızlığa itme; barışıklık, kucaklama, hukuk ve yaşatma taraftarlarını ise güçlü olmaya sevk etmek yolunda önemli mesafeler alacaklardır.



Terör olaylarına bağlı gelişen organize toplumsal olaylarda oldukça önemli hileler yer almaktadır. Bu toplantıları düzenleyen sınırlı sayıdaki profesyonel ajan militanların, arka planda son derece hazırlıklı ve antrenmanlı bir şekilde toplum ve onunun güvenliğinden sorumlu devleti karşı karşıya getirme girişiminde bulunmuşlardır (IDB, 2006: 12–17). Diyarbakır olayları bunun son derce kurnazca örnekleriyle doludur. Çocukların en önde kamu görevlileriyle karşı karşıya getirilmesi, yaşlıların ve kadınların da bu listeye ilave edilmesi terörün son derece gayri ahlaki ancak kurnazca uyguladığı yöntemler zincirinden sadece biridir.[30] Kamu hizmetlerini yetersizliği, bölgenin geri bırakılmışlığı gibi sloganları ağzından düşürmeyen örgütün ilk hedef listesi ise bu hizmet binalarının talan edilmesi ve iş çevrelerine gözdağı verilmesi şeklindedir. Örgütün bu ve benzeri çabaları sonuçta bölge insanını yalnızlığa mahkûm ederek kendi maniple alanına mahkûm etme çabasıdır.



Diyarbakır Olaylarının Dersleri

Diyarbakır olaylarına müdahalede bir kısım hatalar söz konusu olmakla birlikte, örgüt militanlarına geleceğe yönelik propaganda materyali verilmemesi konusunda başarılı olunduğu söylenebilir. Bu tür infiale yönelik, arka planı, terör örgütünün organize güçleri tarafından çalışılmış ve sahneye konulmuş olan, toplumsal olayların en tehlikeli taraflarından biri de geleceğe yönelik, döllenmeye bıraktığı “nefret tohumlarıdır”. Bu tohumların yetişeceği başat ortam ise, örgütün provokasyonu sonucu aşırı güç kullanan, panik ortamında bilinç ve hesap dışı reaksiyonel hareket eden, devlet görevlilerinin yasadışı uygulamalarıdır. Bu açıdan PKK’nın Diyarbakır ve sonrasında geleceğe taşıyacağı fazla bir sermayesi olamayacaktır. Özellikle son dönemde her şeyin bölge halkının lehine geliştiği bir dönemde bu tür aşırılıkların, olay gününün heyecanıyla örgütsel bir başarı olarak gösterilme girişimi söz konusu olsa da uzun dönemde örgütün aleyhine olacağı muhakkaktır. Örgüt, bu olaylardaki başarısızlıklarını yeni cinayet serileriyle unutturmaya çalışacak veya başka kentlerde de saman alevi eylemlerini sürdürmeye çalışacaktır. Büyük bir olasılıkla çok ses getirici ve faturası devlete kesilebilecek hedefleri seçebilecektir.



Diyarbakır’daki müdahalenin tercihli bir yumuşak güç kullanma olduğu ve güvenlik güçlerini bu stratejisi sonucunda bölgede vatandaşların olaylardan sonra teröristlere eskisine oranla daha etkin tepki gösterdikleri ve birçok yerleşim yerinde kepenklerin açık tutulduğu gözlemlenmektedir. Bu stratejinin zafiyet olarak algılanması, yeterince bilinmemesinden ve topluma takdimde eksik bırakılmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, güvenlik güçlerinin yeni yasal güçlere gereksinimi vardır çıkarımı doğru değildir. Zira, olay meydanındaki çocuklara ve kadınlara yönelik daha fazla güç kullanımını önerecek bir yasanın veya eskiye dönüşün devlete ve güvenlik güçlerine kazandıracağı yeni bir şey yoktur. Yeni olan strateji, Türkiye’de yumuşak gücün yeni kullanılmasıdır ve bu stratejinin doğru uygulanması, terörle mücadelede önemli başarıların elde edilmesinde son derece önemlidir. Bu başarının gerçekleşmesinin önemli koşularından biri de, güvenlik kuvvetlerinin eşgüdüm ve koordinesini, gerçekleştirecekleri egzersizlerle artırmaları, olaylara mukavemet ve müdahale açısından hazır hale gelmeleridir.

Diyarbakır özelinde ve gerekse tüm uygulamalarda, kriz yönetiminin en önemli parçası, devletin mücadelesini kendi meşru değerleri üzerine inşa etmesi ve bu mücadele yönteminde ısrarcı ve sabırlı olmasıdır (Lofthouse, 7/7 London Bombings; ISRO 2006). Devletin terörle mücadelede gündemi belirlemesi ve gündemin teröristler tarafından rehin alınmasını engellemesi öncül bir koşuldur. Bunun başarılması ise medyanın doğru ve zamanında bilgilendirilmesinden ve medyanın doğru yönetiminden geçmektedir. Bu amaç doğrultusunda medya ile yakın işbirliğinde çalışılması ve en doğru bilginin en hızlı bir şekilde sağlaması gereklidir.



Medyanın çeşitli kaynaklardan topladığı ham bilgileri doğru ve sağlıklı analiz edecek güvenlik analizcilerini istihdam etmesi, haberlerin teröristlerin istediği şekilde kamuoyuna verilmemesi ve gündemin terör karşıtları tarafından belirlenmesi, Diyarbakır’ın geriye bıraktığı kıymetli derslerdendir. Terör merkezli toplumsal olaylarda devletin gücünün, koruyuculuğunu ve kucaklayıcılığını gösterecek tüm kurumların olayla ilgili çalışmasının sağlanması bir diğer derstir.

Devletin kendi değerler sistemine bağlı kalarak, gündemi belirlemesi, gerilimi düşürmesi, toplumun ortak aklından ve sinerjisinden yararlanması, olayların önlenmesi ve krizin geleceğe yönelik bölücü ve yıkıcı propagandalarının önlenmesi bakımından önemlidir.



Devletin yumuşak güç uygulaması ilk etapta eksiklikleri ön planda olmakla birlikte eksiklikleri görme açısından son derece önemlidir. Türkiye sıklıkla kaba güç kullanımları ile gündeme gelen bir ülke olma durumundan yumuşak güç kullanımına yönelmiş bir ülke olarak anılmaya başlanmıştır. Toplumsal olaylar ile terör örgütlerinin arka planını yazdığı terör destekli toplumsal olaylara müdahale arasındaki farklı müdahale yöntemleri uygulanmak zorunluluğu vardır. Bu açıdan Paris- Diyarbakır karşılaştırması çok doğru bir örneklem değildir. (Can Dündar, Milliyet: 2 Nisan 2006)Türkiye’de 8 Mart, 15 Mart, 21 Mart tarihlerinde uygulanan yumuşak güç kullanımı başarılı olmuştur. Ancak 28 Mart Diyarbakır ve sonrasındaki örnek olaylar analiz edildiğinde bu yöntemin direnci, arka palanı iyi çalışılmış, derin kapsamalı eylemler karşısında bazı zafiyetler içerdiği görülmüştür. Diyarbakır ve sonrası bu zafiyetlerin nasıl ortadan kaldırılacağı üzerine odaklanmalıdır.



Terörle mücadelede eğitim seferberliğini başlatılması ve bu amaç doğrultusunda Türkiye’nin terör birikimlerini Araştırma Merkezlerinde toplanması sağlanmalıdır. Böylece Türkiye’nin terörle mücadelede hafıza merkezi oluşturulmalıdır. Geçmiş deneyimler gelecek stratejilerini oluşturulmasında önemli bir laboratuar olarak kullanılmalıdır. Terörle mücadelede gerekli olan güvenlik analizcilerini yetiştirilmesi ve medya dahil tüm gerek duyulan kurumların gereksinimlerini sağlanması zorunludur.



SONUÇ



Türkiye terörle mücadelede, terörün söylem alanının daraltılması üzerinde politikalar üretememiştir. Terörle mücadelenin genel karakteri teröristle mücadele şeklinde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla terörün önlenmesinin bir güvenlik sorunu olduğu gerçeği terörle mücadelede hâkim doktrin olarak süregelmiştir. Bu bakış açısı ve stratejik yaklaşım, terörün siyasal söylem ve sloganları için eylemlerini gerçekleştirdiği ve eylemlerini bu amaç doğrultusunda bir iletişim için malzeme olarak kullandığı gerçeğini çoğu defa göz ardı etmiştir.

Etnik terörle mücadelede bir kısım güvenlik önlemlerinde göreceli başarılara elde edilmekle birlikte, asıl amaç olan ülkenin birliğinin, ülkeyi oluşturan vatandaşların beyin ve kalplerinde kurmaya yönelik projelerin geliştirmemesi ihmal edilmiş veya görülememiştir. PKK terör örgütü siyasal alanda başarısızlığını terör stratejilerine dönerek kapatmaya çalışmıştır. Güvenlik güçleri de örgütün terör faaliyetlerini kontrol altına alma çabalarıyla sınırlı operasyonlar yürütmüşlerdir. Etnik terörün teröristlerine yönelik yürütülen operasyonların nispeten başarılı olduğu söylenebilir. Bu başarılara özelikle örgütün alan hâkimiyetinin kırılması, büyük kentlerde silahlı eylem üstünlüğünün örgütten çoğu defa alınması ve PKK’nın gerilla aşamasına geçmesi girişimlerinin fiili olarak engellenmesi şeklinde sıralanabilir. Ancak alanda kazanılan bu başarıların çeşitli maliyetler getirdiği de inkâr edilemez bir gerçektir.



Etnik merkezli siyaset yapan PKK terör örgütünün geçen süreç içersinde Kürtçü düşünceyi geliştirdiği, ayrımcılığı arttırdığı ve Türkiye kürlerini devletlerini bağlılıkları konusunda eskiye oranla daha fazla şüpheye düşürdüğü söylenebilir. Zira 1984 yılından beri silah ve bombanın gölgesinde devem eden tartışmaların sağlıklı sonuçlara üretmesi beklenmemelidir. Kan ve gözyaşının olduğu ortamlarda kin ve öfkenin gelişmesi kaçınılmazdır. PKK Türkiye’nin enerjisini teröristle mücadeleye yönlendirmiştir, terör üzerinden sorunların tartışılmasına yola açmıştır ve terör üzerinden gündemin belirlenmesine neden olmuştur. PKK temeli tartışma ve gelişmeler ise çoğunlukla Türkiye’nin kayıp yılları olarak değerlendirilmelidir.



Türkiye gündeminin, terörle mücadelede hapsedildiği şiddet sarmalının dışına çıkarılması önem arz etmektedir. Bu açıdan yeni denemelerin ve yeni bakış açılarının geliştirilmesinde yara var. Bu bağlamda, Terörle mücadelede bütünleşmiş güç kullanımı veya kucaklayıcı yumuşak güç kullanımı, mücadelenin şiddet sarmalından çıkarılması açısından son derece önemlidir.





Diyarbakır’ın sonuçları

Diyarbakır’ın okunmasındaki en önemli yanlış, kriz döneminin sonrasına bıraktığı mirastır. Böylesine krizlerde, toplumun her kesiminin ulusal çıkarları öne alarak durum değerlendirmesi yapması beklenir. Bu gerekli olan bir durumdur. Ancak tüm taraflar bu şekilde davranmamış ve hatta olayları, kendi fırsatçılıkları açısından bir kazanım olarak dahi görenler olmuştur.



Olaylara müdahalede yetersiz kalındığı savından hareketle, devleti güçlü kılmak için yeni yasal düzenlemeler arayışına girilmiştir. Ancak, Diyarbakır ve sonrasındaki olaylara müdahaleyi sınırlayan bir yasa yoktu. Teröristin pankartını taşımak, kamu mallarına zarar vermek, devlet güçlerine mukavemette bulunmak, terörü övmek, örgütün sembollerini taşımak zaten suç kapsamındadır. Güvenlik mensuplarının güç kullanımının sınırlamaları, taktiksel ve stratejik açıdan tercih edilmiş olmasına rağmen, yeni yasal düzenlemelerin bu tür olayları önlemede nasıl yararı olacağı henüz ortaya konulmamıştır.



Olaylar karşısında sorumlu tarafların, aynayı kendinden fazla karşı tarafın hatalarına tutmak suretiyle suçlular arayanlar da kendileri açısından herhangi bir kazanım sağlayamamışlardır. Mesleklerinin gereğini yerine getirmesi beklenen bir kısım yerel yöneticilerin, örgütün tahriklerini ve cinayetlerini meşrulaştırıcı ifadeler ortaya koymaları da Diyarbakır’ı tersine okuma noktasında, akıllarda kalanlar arasında ön sıraları oluşturmaktadır.

Tek sermayesi kan, gözyaşı ve ayrımcılık olan PKK, bu olaylarda çocukları kalkan olarak kullanmak suretiyle kamu vicdanında ve bölgede, gelecek imajı bakımından yanlışlarına bir yenisini daha eklemiştir. Devlet açısından ise yumuşak gücün ilk uygulamalarından Diyarbakır sahnesi gelecek açısından önemli mesajları içermektedir. Bu yöntem yan unsurlarıyla beslendiğinde Diyarbakır cezaevinde doğan PKK terör örgütü yine Diyarbakır’da tarihin sayfalarına gömebilir. Diyarbakır’ın en önemli mesajı budur ve doğru okunmalıdır.





Türkiye’de etnik terörün 30 yıllık serüveninin en şedit örgütü PKK yol ayrımındadır, DEHAP’lı belediyeler yanlış hedefe doğru koşmuşlardır ve DTP’li belediyeler ve siyasetçiler de yanlış tarafa doğru koşmaktadırlar; Türkiye’nin Kürt kökenli vatandaşları ve Kürt elitleri önemli bir kavşaktadırlar. Bu dönemde verilecek kara çok karmaşık değildir. Bu karar; gözyaşı, yıkılmış köyler, bombaların ve silahların soluklaştırdığı simalarla, Öcalan ve PKK sloganları veya tam tersine son yıllarda gerçekleştirilen hamlelerin desteklenmesi ve arttırılması sonucu oluşacak daha gelişmiş, özgürleşmiş ve güvende olan bir bölgenin yaratılması projesidir. PKK ve PKK güdümünde hareket edenlerin geleceğe hükmetmesini engellemek, Türkiye’de herkesin görevi, ancak herkesten daha çok Türkiye’nin Kürt kökenli vatandaşlarının görevidir. Çünkü PKK, Türkiye’deki tüm yurttaşlardan çok daha fazla Kürt kökenli yurttaşların geleceğini karartmaktadır.









--------------------------------------------------------------------------------

* Bu çalışmanın hazırlanmasında katkılarını esirgemeyen Emre Özkan ve Fatih Beren’e içten teşekkürlerimi sunarım.

[1] Doç. Dr. İhsan Bal, USAK, Uluslararası Güvenlik, Terörizm ve Etnik Çatışmalar Merkezi Başkanı

[2] Nihat Ali Özcan, PKK: Tarihi, İdeolojisi ve Yöntemi, (Ankara: ASAM Yayınları, 1999), ss:22–54.

[3] İhsan Bal ve Sedat Laçiner, ‘Ethnic Terrorism in Turkey and the Case of the PKK: Roots, Structure, Survival, and Ideology’, Frank Cass Journal, Paper 9, 2004, ss. 1–71.

[4] İhsan Bal, Alacakaranlıkta Terörle Mücadele ve Komplo Teorileri, Ankara, USAK Yayınları, 2006, ss:179.

[5] Bal, a.g.e., s.209.

[6] Ercan Çitlioğlu, Gri Tehdit: Terörizm, (Ankara: Ümit Yayıncılık, 2005), ss.82–98.

[7] İhsan Bal, Terörle Mücadele Stratejileri Doktora Ders Notları, P.A.Güvenlik Bilimleri Enstitüsü, 2006

[8] Andrew Mango, Türkiye’nin Terörle Savaşı, (İstanbul: Doğan Kitap, 2005), ss.62–64.

[9] Hasan Cemal, Kürtler, (İstanbul: Doğan Kitap, 2003), ss.163–164.

[10] Arslan Tekin, Son İsyan, I. Cilt, (Ankara: Elips Yayınları, 2004), ss.100–124.

[11] İDB, Terör Örgütü PKK/KONGRA GEL, Ankara, 2006, ss.6–15.

[12] Bal ve Laçiner, a.g.e., ss.40-44.

[13] İDB, a.g.e., ss.5-12.

[14] Deniz Ülke Arıboğan, Tarihin Sonundan Barışın Sonuna: Terörizmi Anlamak ve Anlamlandırmak, İstanbul, Timaş Yayınları, 2003, ss.184–199.

[15] Ümit Özdağ, Türkiye Kuzey Irak ve PKK: Bir Gayri Nizami Savaşın Anatomisi, Ankara, ASAM, 1999, ss.228–229.

[16] Nafız Yüksel, Bahçeşehir Üniversitesi Terör Çalıştayı, 2006

[17] Bal, a.g.e., ss.193.

[18] Ferit Aslan, ‘Baydemir'den Avrupa Parlamentosu'na 18 sayfalık rapor’, Milliyet Gazetesi – online, 09 Eylül 2005.

[19] Radikal Gazetesi, 08 Eylül 2005.

[20] Radikal Gazetesi, 30 Mart 2006.

[21] İsmail Saymaz, Radikal Gazetesi, 8 Nisan 2006.

[22] Ramazan Yavuz, Hürriyet, 28 Mart 2006.

[23] Altan Öymen, ‘Diyarbakır Röpörtajları-2’, Radikal Gazetesi, 17 Nisan 2006.

[24] Can Dündar, Milliyet Gazetesi, 2 Nisan 2006.

[25] Atilla Türker, Hürriyet Gazetesi, 29 Mart 2006.

[26] M.Ali Kışlalı, ‘Bu Farklı Bir Çatışma’, Radikal Gazetesi, 8 Nisan 2006.

[27] Emre Özkan ve Ö.Faruk Kotan, ‘Ebu Gureyb Hapishanesi: Terörle Mücadelede Yanlış Strateji’, Terörizm: Terör, Terörizm ve Küresel Terörle Mücadelede Ulusal ve Bölgesel Deneyimler, İhsan Bal (der.), Ankara, USAK Yayınları, 2006, ss.54-74.

[28] Murat Yetkin, ‘Konuşma sırası taşlanan esnafta’, Radikal Gazetesi, 12 Nisan 2006.


[29] Sedat Laçiner, ‘Terörle Mücadelede Yasal Önlemler: İngiltere Örneği’, Terörizm: Terör, Terörizm ve Küresel Terörle Mücadelede Ulusal ve Bölgesel Deneyimler, İhsan Bal (der.), Ankara, USAK Yayınları, 2006, ss.322.

[30] Ramazan Yavuz, Milliyet Gazetesi, 29 Mart 2006.




Doç. Dr. İhsan BAL
Kullanıcı küçük betizi
borabey
Üye
Üye
 
İletiler: 333
Kayıt: Çrş Haz 25, 2008 14:06

durmak yok , terörle mücadeleye devam

İletigönderen borabey » Çrş Ağu 06, 2008 13:19

Terör Örgütlerinin Temel Stratejileri ve Devletlerin Düştüğü Hatalar


Doç. Dr. Sedat Laçiner



Teröristler başlangıç noktasında devletle kıyaslandığında oldukça zayıftırlar. Bu zayıflık sadece silah veya maddi zayıflık değildir. Siyasi-fikri alanda da zayıftırlar. Her ne kadar demokratik ve adil olmayan sistemden şikâyet etseler de, çoğu kez sistem demokratik olsa bile teröristler barışçıl ve meşru yollarla istedikleri ölçüde taraftar toplayamazlar. Bu nedenle terör için ‘zayıfın aracı’ da denir. Tabloya bu şekilde bakıldığında devletin başlangıç noktasında çok güçlü olduğu açıkça görülecektir. Sağlıklı ve güçlü bir devlet mekanizması daha bu aşamada teröristler ile ilgilenmeye başlar ve doğru yöntemleri kullanır ise terörü izole edebilir ve kısa sürede tamamen bitiremese de kabul edilebilir ‘küçük’ bir sorun haline getirebilir. Ancak bu aşamada asıl teröristler ne kadar zayıf olduklarının bilincindedirler ve devlet çoğu kez bu aşamada terörün çıkış noktası ve teröristlerin potansiyeli ile yeterince ilgilenmez.



Bundan sonraki safhalarda teröristler ilk iş olarak yakın çevrelerinde korku salmaya ve sempatizan kitlesindeki rakiplerini ‘temizlemeye’ başlarlar. Bu ‘iç temizlik’ (ya da sindirme) safhasında hain, işbirlikçi, jurnalci vs. suçlamaları yaygındır. Söz konusu dönemde terör örgütü devlet güçlerinden çok daha fazla kendisine yakın hissettiği hedef kitleden kişileri öldürür. Bu bir tür iç savaştır ve burada terör örgütü tek iktidarın kendisi olduğunu kanıtlamaya çalışır. Bu dönemdeki terörist saldırılar son derece vahşidir ve ölçüsüzdür. Maksat bazı kişileri öldürmek ya da yaralamak değil, ne kadar acımasız ve dolayısıyla ne kadar güçlü olunabileceğinin kanıtlanmasıdır. Aslında bu aşama devletler için teröristle mücadelede en uygun zaman dilimlerinden biridir. Ancak güvenlik güçleri bu safhada çoğu kez yer almazlar ve hatta bazı çatışmaları görmezden gelirler. Oysa ki ‘iç savaş’ dönemi terör örgütünün her açıdan çekirdek kadrosunu ve ‘çekirdek ideolojisi’ni oluşturduğu bir safhadır. Terör örgütü sembollerini, sloganlarını vs. daha çok bu aşamada genişletir. Hatta sözde mahkemeler kurmaya, mühürler basmaya çalışarak dar bir alanda da olsa bir iktidar sahası oluşturmaya çalışır. Devlet güçleri bu aşamada terör örgütünü ile rakipleri ile dengeleyebilir ve iç çatışmayı tarafların birbirini tüketmesi sürecine çevirebilir.



Üçüncü safhada teröristler o ana kadar rakipsiz görünen devletin gücünü sorgulatmak amacıyla eylemlerini arttırmaya başlarlar. Bu eylemler kuralsız-ölçüsüz olabilir. Amaç devletin aslında sanıldığı kadar güçlü olmadığını ispatlamaktır. Bunun için sembolik devlet kurumları, tarihi binalar ve özellikle güvenlik güçleri hedef alınır. Güvenlik güçlerinin öldürülmesi teröristler için son derece önemlidir. Çünkü bu sayede devletin kendi polisini ve askerini dahi koruyamadığı, yani bu kadar acz içinde olduğu mesajı verilmektedir. Aynı şekilde devletin iktidarını göstermesi gereken yerlerde terör örgütleri alternatif bir iktidar alanı geliştirmeye başladığının mesajlarını da vermeye çalışır. Örneğin kendince vergi koyar, belli bölgeleri yasak bölge ilan eder vs.



Dördüncü safhada terör örgütü kendisi ile devlet arasındaki ilişkinin toplumda, medyada ve hatta devlet kademelerinde eşitler arasındaki bir ilişki olarak algılanmasına çalışır. Böylece terörle mücadele terörle savaşa dönmüş olur ve devlet artık tek meşru güç olma pozisyonundan kutuplardan biri olmaya doğru yol alır. Devletler en çok hatayı bu safhada yaparlar. Tam da terör örgütlerinin arzu ettiği gibi konuyu sadece silahlı bir mücadele olarak görür ve saldırılara tam da terör örgütlerinin istediği tarzda karşılık verirler. Böylece karşılıklı açılan ateşler arasında devam eden bir sürüklenme başlar. Artık devlet inisiyatifi kaybetmeye başlamaktadır. Terör örgütünün saldırılarına aynı tarzda ve misliyle karşılık verilirken terör örgütlerinin militanlarında da değişmeler yaşanır. İlk başlarda oluşmuş olan tereddütler artık yok olmaya başlar. Sıcak çatışma içinde teröristler birbirlerine daha da yakınlaşırlar ve ilk başlar da çoğu yapay olan birleştirici unsurlar gerçeğe dönüşmeye başlar. Artık gerçek bir dava ve dava kardeşliği vardır. Bu şekilde sorun hızla ‘kan davası’na dönüşmektedir. Ölen her bir terörist devletten uzaklaşan en az birkaç kişi anlamına da gelir. Bu süreçte başarı ne kadar çok kişi öldürüldüğü ile değil, ne kadar az kişi öldürüldüğü ile ölçülür. Oysa devlet güçlerinin bu safhada gözünü yok etme arzusunu bürümüştür ve ne kadar çok terörist öldürürlerse o kadar başarılı olacaklarını sanırlar. Gerçekte ise öldürülen 20-25.000 kadar terörist yaklaşık 100.000 kişiyi terör örgütünün potansiyel beslenme kaynağı haline getirir. PKK terörü örneğinde ailelerin kalabalık oluşu ve aşiret yapısı nedeniyle bu etki daha da hızla olabilmektedir. Dördüncü safha için devletin terör örgütüne benzeşmeye başladığı safha da denebilir. Terörün verdiği zarar arttıkça sabırlar zorlanır ve bir süre sonra devletler terör örgütlerinin uyguladıkları yöntemleri kullanır hale gelebilirler. Hatta bir süre sonra teröristle mücadele ettiğini söyleyen güvenlik güçleri bizatihi kendileri teröristlerden daha çok terör üretir hale gelebilirler. Hatırlanacağı üzere teröristler silahlı saldırıları terör ortamı oluşturmak ve bu ortamda çeşitli güçleri devlet aleyhine kanalize ederek onu belli eylemlere zorlamak için kullanırlar. Diğer bir deyişle terörde asıl amaç silahlı eylemler değildir. İşte bu temel hedefi doğru okuyamayan güvenlik güçleri çoğu kez birkaç terörist için köyleri basarlar, çok sayıda ilgili-ilgisiz kişiyi sorgudan geçirirler, insan haklarını ihlal etmeye, gündelik yaşamı olağan seyrinin dışına çıkarmaya başlarlar. İnsanlar etraflarında daha çok polis, asker, panzerler, tanklar ve alçaktan uçan uçaklar görmeye başlarlar. Belki de kasabasında bir tek terörist bile görmemiş çocuklar alçaktan uçan uçakların, gece yarısı baskınlarının tesiri altında terörü, yani gerilimi yaşamaya başlarlar. Bu önlemler gerilimi arttırdıkça arttırır. Yani tam da terör örgütünün istediği gerçekleşir: Gündelik yaşam gerilir ve manipülasyona uygun bir hale gelir. Terör örgütünün bu safhadaki tüm çabası devleti yöntem ve ilkeler açısından kendisine benzetmeye çalışmaktır. Devlet ne kadar çok kişiyi rahatsız eder, ne kadar çok insan haklarını ihlal eder, kendi koyduğu kurallar ile çelişir ise terörist o kadar memnun olur. Bir yandan şikâyet edebileceği ve istismar edebileceği yeni bir sahaya kavuşur, diğer taraftan devletin elindeki en önemli gücü, yani meşruiyeti ortadan kaldırmaya başlamış olur. Ayrıca devlet ile benzeştikçe terör örgütüne de zaman zaman devlet gibi muamele edilmeye başlanır.



Bu süreçte devlet terör örgütü ile mücadelesinde zaiyat vermeye devam ettikçe ilk akla gelen güvenlik güçlerinin yetkilerini arttırmak, daha fazla silah almak ve haklarda sınırlandırmalara gitmek olur. Özellikle ‘şahin’ kanattakiler polis ve askerin yeterince yetkili olmadıklarını savunurlar ve mahkemelerin terör konusunda daha az liberal davranmasını talep ederler. Aslında bu taleplerin sonu gelmez. Daha çok yetki çoğu kez tam tersi sonuçlar doğurur. Çünkü terör sürecinde devlet güçlerinin teröristler ile şiddette yarışabilmesi mümkün değildir. Teröristler neredeyse sıfır-ilke ile hareket ederler ve kan dökmede her zaman daha başarılıdırlar. Devletin kan dökmede teröristlerle yarışmaya başlaması aslında devlet olma özelliklerini terk etmesi anlamına gelir.



Beşinci safha ise devleti yalnızlaştırma safhasıdır. Devlet ve güvenlik güçlerinin yaptıkları hataları kullanan terör örgütü manipülasyon ve propagandaları yoluyla rakibini içeride ve dışarıda yalnızlaştırmaya ve hatta kendi içinde kavgalı hale getirmeye çalışır. Yalnızlaştırmada dış kamuoyuna terör olayları haklı ama zayıf bir grubun zulme direnişi olarak yansıtılır. Etnik terörde daha çok üzerinde durulan azınlık haklarıdır. Diğer terör türleri de dışarıda daha çok hukuku bir tür araç olarak görürler. Buna ek olarak terör örgütleri diğer ülkelere hizmet önererek mücadele ettikleri devleti siyasi alanda da yalnız bırakmaya çalışırlar. Terör örgütünün hedeflerini kendi hedeflerine uygun bulan bazı ülkeler de terör örgütlerine ya doğrudan destek verirler, ya da faaliyetlerine göz yumarlar. Bu ikisi olmasa dahi terör örgütünün ülke dışındaki faaliyetleri terörle mücadele eden ülkede çoğu kez diğer ülkelerin teröristlere destek verdiği şeklinde algılanacaktır. Terörle mücadele eden ülke diğer devletlerin de kendi çıkarlarını tehlikeye sokarak teröristler ile mücadele etmesini ister. Oysa hiçbir ülke doğrudan tehdit altında olmadan, ya da çıkarları bunu emretmeden kendisini riske atmak istemez. Bu çekingenlik de terörle mücadele edilen ülkede komplo teorilerine eğilimi arttıracaktır. Sonuçta oluşacak olan güven eksikliği ise en çok terör örgütlerinin işine yarayacaktır. Devletler arasında oluşan güven ve iletişim boşlukları terör örgütlerinin yuvalandığı yerler haline gelmektedir. Bu noktada konuya sadece devletlerin terör örgütlerini bilinçli olarak desteklemesi şeklinde yaklaşmanın yanıltıcı olacağını belirtmek gerekir. Devletlerin zaman zaman terörü bir dış politika aracı olarak kullandıkları açıktır. Ancak bu ilişkide terör örgütlerinin rolü de sıfıra indirgenmemelidir. Daha önemlisi terörle mücadele eden ülkenin bu tür ilişkilere meydan veren açıkları da unutulmamalıdır. Tüm bu bilgiler ışığında terör örgütleri nedeniyle devletlerin dış ilişkilerinin ciddi zararlar aldığı söylenebilir. Örneğin IRA terörü nedeniyle İngiltere birçok ülkeyle (Almanya, İrlanda, ABD gibi) sorunlar yaşamıştır. Aynı şekilde terörün Fransa ve İspanya arasında gerilime neden olduğu da bilinmektedir. Türkiye ise terör nedeniyle neredeyse tüm komşuları ve tüm Avrupa ülkeleri ile sorun yaşamıştır ve yaşamaya da devam etmektedir. Kısacası terör örgütü kendi gücünün dışındaki güçler arasındaki rekabetten yararlanarak devleti dışarıda yalnız bırakmaya çalışmaktadır.



Aynı şekilde içeride de devletin yalnızlaştırılması çabası sürer. Öncelikle devletin kendi vatandaşlarını dahi koruyamadığı izlenimi verildikten sonra, devletin kendi güvenlik güçlerini dahi korumakta yetersiz kaldığı işlenir. Bundan sonra ise medyaya yansıyan açıklamaların doğru olup olmadığı üzerinde soru işaretleri üretilir. Böylece terör vatandaşlar gerçeklerin örgütünün açıklamaları ile devletin açıklamaları arasında bir yerde olduğuna inandırılır. Bu devletin vatandaşları nezdinde yalancı çıkarılması sürecidir. Güven telkin etmeyen devletin yetersizliği ülke içinde şikâyetlere neden olurken, siyasi yapı içindeki rakip gruplar da yavaş yavaş terör nedeniyle birbirlerini suçlamaya başlarlar. Bu aşamada ne kadar derinleşilirse terör örgütü o kadar başarılı oluyor demektir. Rakip gruplar arasındaki tartışmalar daha çok temel strateji üzerinde değil, kişiler üzerinde yapılır. Terör örgütleri ise sanılanın aksine bu tür tartışmalarda ılımlıları güçlendirecek bir tutum yerine tartışmaları derinleştirecek ve aşırıları güçlendirecek eylemler yaparak sürecin derinleşmesini sağlamaya çalışırlar.



Terör örgütleri devleti içeride yalnızlaştırırken ülkenin tüm çıkar gruplarının devlet üzerinde baskı kurmasını sağlamaya çalışır. Diğer bir deyişle kendisinde olmayan bir gücü nispeten küçük müdahalelerle devletin üzerine yönlendirir. Bu taktikte özellikle kendisine karşı yasal veya kanun dışı bir alternatif oluşmaması için elinden geleni yapar. Haklardan bahsetmesine karşın teröristler kendi savundukları konularda kendileri ile aynı söylemi kullanan rakiplerden hoşlanmazlar. Bu çerçevede terör örgütünü gereksizleştirebilecek her türlü kişi ve gruplaşma terör örgütü tarafından fiziksel olarak yok edilir, ya da sindirilir. Böylece terör örgütü söyleminde tekelini korumuş olur. Garip olan ise genelde devletlerin de terör örgütlerinin tekel kalmasına katkıda bulunmasıdır. Devlet çoğu zaman teröristlerin dile getirdiği sorunları yasal zeminde dile getirenleri de terörist gibi algılar ve tıpkı teröristler gibi bu kişileri sindirmeye çalışır.



Devletin yalnızlaştırılması aşaması ile birlikte terör örgütünün toplum üzerindeki manipülasyon gücü daha da artar, inisiyatif daha fazla devletin elinden kaçar. Böylece devletin belli politikalar zorlanması, yani terörün hedefine ulaşması daha bir kolaylaşmış olur. Elbette yukarıda özetlediğimiz safhalar kusursuz bir şekilde bu sıra içinde cereyan etmek zorunda değildir. Çoğu kez bu safhalar birbirinin içine geçmiş bir şekilde sürer ve bazı safhalar bir sonraki içinde tamamlanır. Bazen de başarısızlıklar ve devletin aldığı önlemler sayesinde belli aşamalarda geriye dönüşler yaşanabilir.


11 Temmuz 2007


Doç. Dr. Sedat Laçiner
Kullanıcı küçük betizi
borabey
Üye
Üye
 
İletiler: 333
Kayıt: Çrş Haz 25, 2008 14:06

küresel terör

İletigönderen borabey » Çrş Ağu 06, 2008 13:21

AB’nin "Amerikanlaşan" Terörle Mücadelesi


Mehmet Özcan & Fatma Yılmaz




*Doç. Dr. Mehmet Özcan

**Fatma Yılmaz


11 Eylül saldırıları sonrası ulusal ve uluslararası güvenlik politikalarında gözle görünür bir değişim yaşanmıştır. Saldırılardan doğrudan etkilenen ABD dışında bu konudaki en önemli değişimin Avrupa Birliği (AB) içinde gerçekleştiğini söylemek mümkündür. Bunun başlıca nedeni, 11 Eylül saldırıları öncesine kadar üye devletlerin egemenlik yetkileri altında değerlendirilen ve hükümetler arası düzeyde ele alınan güvenlik sorununun, saldırılar sonrası artan güvenlik endişeleri nedeniyle polis ve adli işbirliğini içeren üçüncü sütunu daha aktif hale getirmeyi amaçlaması, başka bir deyişle ulusal güvenliği “Avrupalılaştırma”ya başlamasıdır. Bu bağlamda 11 Eylül sonrası AB, mevzuatında pek çok değişikliğe gitmiş ve çıkardığı çerçeve kararlar ve yayınladığı bildirilerle terörizm ile mücadele alanında üye ülkelerin mevzuatlarını yakınlaştırmaya çalışmıştır. Ayrıca, terörizmle mücadelenin suçla ilgili tüm alanları etkilemesine paralel olarak “Avrupalılaşan” ulusal güvenlik; göç, iltica, yasadışı göç, sınır güvenliği gibi konularda da alınacak önlemler bakımından entegrasyonun hızlanmasına katkı sağlamıştır. Bu süreç sadece üye ülkeler arasındaki işbirliğinin artmasıyla kalmamış, aynı zamanda birliğin polis ve adli birimlerinin Atlantik ötesi bağlarının da sıkılaşmasına yol açmıştır. Bu bağlamda, Europol ve üye devletlerin polis ve adli birimleri ile ABD birimleri arasında yakın işbirliği kurulmuştur. Söz konusu yakın işbirliği, AB içinde, ulusal mevzuat uyumlaştırması aracılığıyla güvenlik politikalarının “Avrupalılaştırılması” olgusu yanında, İçişleri ve Adalet alanının “transatlantikleşmesi”[1] algısının da yaygınlaşmasına neden olmuştur. Dahası birlik içinde doğrudan bir terörizm tanımlaması yapamayan ve terörist suç kavramı[2] adıyla suç eylemleri üzerinden ortak bir konsept oluşturmaya çalışan AB içinde, güvenlik algılanmasının “Amerikanlaşması” söz konusudur. Özellikle Londra ve Madrid saldırıları sonrasında terörizmle mücadelede polisiye yöntemlerin yanı sıra askeri yöntemlerin kullanılmasını öngören yaklaşım ve politikalar, küresel terörle mücadelede Birliğin, ABD’nin bu yöndeki uygulamalarından etkilendiğini göstermektedir. Terörizmle mücadelede Amerikan yaklaşımının belli ölçüde benimsenmesi ve söz konusu transatlantik yakınlaşmanın doğurduğu işbirliği ve bu çerçevede yapılan anlaşmalar birçok tartışmayı da beraberinde getirmiştir.



AB’nin “transatlantikleşen” güvenlik algılaması çerçevesinde güvenlik ve icra makamları arasında bilgi paylaşımına ve güvenlik konusunda yeni teknolojilerin kullanılmasına yönelik politikalarının uygulamalarının somut örneklerinden birini, Birliğin 2005 yılı sonunda üye ülkelere giriş ve çıkışlarda biometrik pasaport uygulamasına geçme kararı oluşturmaktadır. ABD’de 11 Eylül saldırıları sonrası, çoğunluğu Vatanseverlik Yasası’na (Patriot Act) dayanılarak oluşturulan ATS, US-VISIT ya da TRIP gibi programların, AB’nin parmak izi ve dijital fotoğraflarla oluşturmaya çalıştığı güvenlik sistemine temel teşkil ettiği söylenebilir. Bu sistemin en tartışmalı yanını ise AB ve ABD arasında yapılan bir güvenlik anlaşması oluşturmaktadır. Mayıs 2006 tarihinde ATAD tarafından iptal edilen ve ABD’ye Birlik veritabanlarında toplanan yolcu isim kayıtlarının (Passenger Name Records - PNR) detaylarına ulaşma izni veren bu anlaşma, terörle mücadele kapsamında AB’yi sivil özgürlükler ve demokrasi alanlarını ihlal etme tehlikesi ile karşı karşıya bırakmaktadır.



Bu bildiride, Avrupa Parlamentosu tarafından kişisel verilerin korunması ve orantılılık ilkesinin ihlali gibi nedenlerle ATAD önüne getirilen ve PNR Davası olarak adlandırılan dava, terörle mücadele alanında seçilen araçların, kimi zaman güvenlik endişesi ile demokrasi ve sivil özgürlüklerin kısıtlanmasını karşı karşıya getirebildiğini gösterme amaçlı olarak incelenecektir. AB içinde terörle mücadele kapsamında ortak tutum oluşturma fikrinin, birlik için, birlik vatandaşlarının sivil özgürlüklerine ve demokrasiye rağmen olmaması gerektiği üzerinde durulacaktır.



Birey için Bireye rağmen Güvenlik Algılaması



11 Eylül sonrası küresel terörizmle mücadele, AB Konseyi tarafından öncelikli amaç olarak ilan edilmiş ve Birlik o zamana kadar görülmemiş çapta, terörizm tanımından terörizmin finansmanına kadar yasal ve politik ilerlemeler kaydetmiştir. ABD’ye yapılan terörist saldırıların hemen ertesinde olağanüstü toplanan 21 Eylül 2001 tarihli AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi, terörizmle mücadeleyi öncelikli amaçlar arasında sayarak, insan haklarına saygı çerçevesinde, üye ülkeler arasında güçlendirilmiş işbirliği için çağrıda bulunmuştur.[3] Terörizme karşı bir strateji geliştirmek üzere hazırlanan Eylem Planı, ayrıca artırılmış polis ve adli işbirliği ve üye devletlerde ortak bir terörizm mevzuatı oluşturmayı hedefleyen Terörizmle Mücadele Çerçeve Kararı[4], Birliğin bu konudaki politikaları için yasal bir zemin oluşturmuştur. Küresel terörle mücadelede ABD ile dayanışma ve işbirliği içinde olacağını vurgulayan AB, esasında 11 Mart saldırıları ile küresel terörizm gerçeği ile doğrudan tanışmıştır. Bu noktada AB Konsey ve Komisyonu’nda hakim olan düşünce, daha öncesinde alınan önlemlerin yürürlüğe sokularak etkililiğin sağlanması, üye devletler arasındaki uyumun sağlanması, bilgi paylaşımı ve analiz kapasitesini geliştirmek ve daha operasyonel davranmaktır. Bu bağlamda 11 Mart saldırıları sonrası 2001 Eylem Planı gözden geçirilmiştir. Ancak AB’nin bu saldırılar sonrası daha önce sahip olduğu ılımlı ve sakin havanın değişmeye başladığı ve bir paranoya içerisinde hareket ettiği söylenebilir. Bu yaklaşımın en önemli neticesinin ise askeri araçların terörizmle ile mücadelede bir araç olarak kullanılmasının yasal altyapısının, AB Anayasası ve Ortak Dış Güvenlik Politikası’nda (ODGP) yer alması sonucu oluşturulduğunu söylemek mümkündür. [5] Dolayısıyla 11 Eylül saldırılarından farklı olarak, AB’nin terörizmle mücadeleye olan bakış açısındaki değişimler, AB üyesi ülkelere yapılan saldırılar sonucu daha fazla kendini göstermiştir. Bunlardan birisi de terörizmle mücadelenin ODGP alanına yani ikinci sütun konuları içine dahil edilmesi olmuştur. Bu noktada AB’nin terörizmle mücadelede polisiye yöntemlerin yanı sıra askeri yöntemlerin kullanılmasını öngören yaklaşım ve politikaları, ABD’nin Irak politikasında yürüttüğü mantığa benzer bir görünümün AB içinde de destek gördüğünü ifade etmektedir. Oysa terörizmle özellikle de küresel boyuttaki bir mücadele için askeri yöntemlerin kullanılması sonucu elde edilecek başarı ihtimali oldukça düşüktür. Bu noktada, terörle mücadele kapsamında alınan önlemler ve bu önlemler için kullanılacak araçlar arasında ‘orantılılık’ ilkesine dikkat çekmek gerekmektedir. Bu bağlamda, söz konusu mücadele için alınacak önlem, terörü önleme amacına erişmek için gerekli olan sınırı aşmamalıdır. AT Antlaşması m. 5 çerçevesinde zikredilen orantılılık ilkesi, her ne kadar Topluluk faaliyetlerine yönelik olarak bahsedilmiş olsa da bu ilke tüm evrensel politika ve faaliyetler için oldukça önemlidir.



Devlet güvenliğinin güçlendirilmesi her zaman birey güvenliğinin de güçleneceği anlamına gelmemektedir. Hatta alınan orantısız önlemler sonucu, toplumsal güvenlik sağlama çabası, birey özgürlüklerinin ve insan haklarının zedelenmesi anlamına da gelebilir. Dolayısıyla bireyler terörizm tehdidi yerine alınan anti-terör önlemleri nedeniyle hak ve özgürlüklerinin kısıtlanması konusunda tehlikeye girebilir.[6] Bakıldığında AB kurumları ve birlik üyesi ülkelerin ulusal hükümetleri, alınan ve alınması planlanan önlemlerin kişi hak ve özgürlüklerini ve bu kişilerin güvenlik isteklerini dengelediğini düşünmektedir. Aynı zamanda pek çok AB yetkilisi, vatandaşlarının yaşamlarının bu önlemlerden etkilenmeyeceği görüşünü de taşımaktadır. Ancak 11 Eylül olayını takip eden Madrid, Londra saldırıları ve beraberinde Fransa ve İtalya’nın da tehdit algılamaları sonucunda artırılan güvenlik önlemleri, bu görüşün en azından AB içinde yaşayan üçüncü ülke vatandaşları ve üçüncü ülke orijinli AB vatandaşları için çok da gerçekçi olmadığını göstermektedir. Uygulamalara ve planlananlara bakıldığında, yaşamı değişenler mülteciler, sığınmacılar ve AB içinde ikamet eden üçüncü ülke vatandaşlarıdır denebilir. Bunun en açık nedeni, bütün mülteciler potansiyel terörist olarak algılanmakta, değilse bile en azından potansiyel suçlu olarak görülmektedir ve önlemler en kötü senaryolar düşünülerek tasarlanmaktadır.[7] AB’nin 11 Eylül sonrası iç güvenlik konusunda yaptığı yasal düzenlemelerin mağduru maalesef mülteci ve sığınmacılar olmuştur. Sığınmaya gereksinimi olan bu kişiler uluslararası hukukun kendilerine sağladığı en temel garantilerden bile yoksun hale gelmişlerdir. PNR Davasına da konu olan kişisel verilerin toplanması ve biometrik kart uygulamaları ile gözetim altında tutulan herkes şüpheli olarak görülmekte ya da en azından bireylerde böyle bir his uyandırılmaktadır. Dolayısıyla terörle mücadele adı altında alınan ve alınması planlanan önlemlerin ne derece kişi hak ve özgürlüklerinin sınırlarına saygılı olduğu ya da olacağı konusu uluslararası platformda ve hatta AB içinde tartışılan en önemli konulardan biri haline gelmiştir.



2004 yılında AB ile ABD arasında imzalanan anlaşma sonucu ABD’ye transfer edilmeye başlanan kişisel yolcu kayıtlarının yeterli derecede korunması konusu, AB içinde önemli ölçüde endişe yaratmış ve halihazırda da tartışmalara neden olmaktadır. Yolcu verilerinin ABD ile paylaşımı konusunda, gerekli düzenlemelerle ilgili soru işareti yaratan en önemli konulardan biri, bu verilerin havayolu güvenliği ile ilgisi olmayan amaçlarla da kullanılabileceği endişesidir. Verilerin kullanım alanlarının artması sonucu güvenlik harici diğer sektörler tarafından da bu bilgilere ulaşma isteğinin artacağı düşünülmektedir. Ayrıca, maddi veri hatalarının, kişisel verilerdeki bazı benzerlikler nedeniyle masum yolcular için yasal zorluk yaratabileceği endişesi de mevcuttur. Mevcut diğer bir endişe ise yolcu isim kayıtlarının gerçek bir terörizm olayı için veri sağlamak yerine olasılık üzerinden gitmesidir. Örneğin; Ortadoğu’ya sıkça seyahat eden bir işadamı, sadece uçuş bilgilerine dayanılarak geniş çaplı bir araştırmanın, şüphenin eksenine yerleşebilir.[8] Neticede, kişisel verilerin güvenlik araştırmaları sebebiyle kolay el değiştirilebileceği ihtimali demokrasi adına savunulan sivil özgürlüklere gölge düşürmektedir.



Ayrıca alınan önlemler ve hissettirilen baskılar kısa vadede işe yarar görünse de bu tarz bir politika 2005 yılı sonunda Fransa’nın yaşadığı ayrılıkçı politikalara göçmenler tarafından gösterilen isyankar tepkiye benzer sonuçlar doğurabilir. Bu nedenle terörle mücadele kapsamında herkesi potansiyel suçlu yerine koymak ve çoğunlukla göçmenlerde ikinci sınıf vatandaş hissi oluşturmak iç ve dış tehditleri önlemeye çalışan AB için çok da akılcı olmayabilir. Diğer bir deyişle, güvenlik algılanmasında Birlik içinde ve dışında yaşayan üçüncü ülke vatandaşlarını hedef gösterme, sorunların kaynağı olarak radikal grupları, göçmenleri işaret etme gibi eğilimler, ABD benzeri bir yaklaşımda bulunmaya başlayan AB için, ırkçılığın ve yabancı düşmanlığın artması gibi telafisi güç yaralara yol açabilir.



Devlet güvenliğini sağlamaya yönelik olarak alındığı söylenen terörle mücadele önlemlerinin bireyler için bireylere rağmen alınması AB için bir açmaz yaratmaktadır. Terörle mücadele başlığı adı altında alınan bu önlemler, birlik vatandaşlarının ya da vatandaşların sözcüsü olarak görülen Avrupa Parlamentosu’nun görüşlerini ya da onayını demokrasilerden beklenildiği ölçüde yansıtmamaktadır. Demokratik düzenlerde, devlet politikalarına katılmanın en verimli yolu parlamento aracılığıyla olmaktadır ve bu nedenle bu kurumun çoğulcu yapıda olması her tabandan vatandaşın görüşlerinin belli ölçüde alınan kararlara yansımasını sağlamaktadır. Avrupa Parlamentosu da böyle bir işlevi yerine getirmek üzere Birlik kurumları arasında yer almasına rağmen, terörizmle mücadele politikaları çerçevesinde bu kurumun karar alma sürecine etkin katılımı söz konusu değildir. Oybirliği esasının hakim olduğu Adalet ve İçişleri alanında kararlar, hemen hemen Konsey’in tekelinde şekillenmekte ve bu nedenle politikaların gelişimi sırasında parlamento ve sivil toplum kuruluşlarının görüşleri sadece danışma boyutunda prensipte kalmaktadır. Bunun en önemli nedenlerinden biri, AB üyesi devletlerin Adalet ve İçişlerine giren alanlarda yetkilerini uluslarüstü bir yapıya devretme konusunda kıskanç davranmalarıdır. Her ne kadar küresel bir hal alan terörist saldırılar sonucu mevzuat yakınlaştırılmasına paralel olarak bu alanda “Avrupalılaşmaya” gidilmeye çalışılsa da üye ülkelerin ulusal güvenlik konusunda hala hassas davrandıkları kesindir. Ayrıca, hükümetlerarası yapıda işleyen bu alanda çıkarılan yasa ve kararların ne kadar demokratik önlemler içerdiği de tartışmalıdır. Mart 2004’te gerçekleştirilen Madrid saldırılarından sonra tekrar gözden geçirilen Eylem Planı ‘Statewatch’ tarafından incelenmiş ve alınan 57 önlemin 27’sinin ya terörle mücadele konusuyla çok az ilgili olduğu ya da en önemlisi terörle mücadeleyle hiçbir ilişiği bulunmadığı kanısına varılmıştır.[9] Dolayısıyla bu veriler, acaba AB’nin güvenlik konusunda aldığı sert önlemleri terörle mücadele kılıfına giydirip hem ulusal devletlerin hem de Birliğin gözetim ve denetim gücünü artırmaya mı çalıştığı sorusunu akıllara getirmektedir. Kimi yazarlar[10] tarafından “politika aklama” olarak adlandırılan bu yaklaşım, Birlik genelinde alınan önlemlerin insan hak ve özgürlüklerinin terörle mücadele bahane edilerek ihlal edildiği ve devletlerin saldırgan dış politikalarını terörizmle mücadele kisvesi altına sokmaya çalıştıkları iddialarını ön plana taşımıştır.[11] Bu bağlamda terörle mücadele kapsamında alınan ve alınması planlanan önlemlerin gerekliliği meşruluk, orantılılık ve etkililik bakımından tartışma konusu olmuştur.



AB’nin terörle mücadele kapsamında yürüttüğü politikaların meşruluk, orantılılık ve etkililik gibi unsurları ne derecede göz önünde bulundurduğu, bildirinin izleyen bölümünde yukarıda kısaca değinilen PNR Davası ile ilişkilendirilerek incelenecektir. Birlik içinde sorun yaratan birey için bireye rağmen güvenlik açmazı çerçevesinde, terörizmle karşılaşan Avrupa devletlerinin terörü ortak bir tehdit olarak görmelerine rağmen bu oluşuma verilecek tepki ve bu bağlamda uygulanacak politikaları, hala üye devlet çıkarlarını koruyan Konsey çerçevesinde şekillendirme isteği ve bu nedenle halkın temsilcisi Parlamentoyu ve belirli demokratik değer ve sivil özgürlükleri göz ardı edebildiği gerçeği mercek altına alınacaktır.



Kişisel Verilerin Korunmasının İhlali: PNR Davası Örneği



ABD’ye yönelik terör saldırıları sonrası terörle mücadele politikalarında meydana gelen değişim, saldırılardan doğrudan etkilenen ABD’nin güvenlik artırma amaçlı yasama faaliyetlerinde de etkisini hissedilir ölçüde göstermiştir. ABD’nin güvenlik arayışı çerçevesinde AB ile imzaladığı anlaşmalardan biri, Avrupa Toplulukları Adalet Divanı’na (ATAD) açılan dava konularından birini teşkil etmiştir. Bu bağlamda, Avrupa Birliği Konseyi, Parlamento’nun görüşünü beklemeden uluslararası bir anlaşma yapma yoluna giderek ve Komisyon ise çıkardığı ‘yeterlilik kararı’[12] ile yetkilerini aştığı gerekçesiyle Parlamento tarafından ATAD’a açılan iptal davalarının konusunu oluşturmuşlardır.



İptal davasına konu olan ABD ve AB arasında imzalanan söz konusu anlaşma, AB’deki hava yolu şirketlerini, ABD’ye uçuşlarda yolcu isim verilerine girerek Amerikan yetkili birimleri ile bu verileri paylaşma konusunda yetkilendirmiştir. Böylece Atlantik ötesi ABD’ye uçuş yapan uçakların kalkmasından 15 dakika önce rezervasyon yaptıran yolcuların isim listelerinin ve bu yolcular hakkındaki 34 ayrı verinin ABD’li yetkililere verilmesi sağlanmıştır. Konsey bu konuda Parlamento’nun görüşünü beklemeden, sadece Komisyon’un, ABD’nin vermiş olduğu taahhütleri yeterli bulduğuna dair bulguları resmi olarak benimsemesini takiben anlaşma yapma yönünde hareket etmiştir. Bu durum da Avrupa Parlamentosu’nun ATAD’a başvurarak antlaşmanın hükümsüz olması yönündeki istemine neden olmuştur. Ayrıca, Parlamento Komisyon’un yolcuların verilerinin ABD’ye aktarılması hususundaki yeterlilik kararının da yetki aşımı ve bazı prensipleri ihlal ettiği gerekçesiyle hukuka aykırılık teşkil ettiğini belirterek, kararın iptali istemi ile yasal prosedür başlatmıştır. Bu bağlamda, Avrupa Parlamentosu ATAD’ın önüne iki dava getirmiş ve bunların AT Antlaşması 230. madde uyarınca iptalini istemiştir. C-317/04 nolu Parlamento v. Konsey davasında, Konsey’in 17 Mayıs 2004 tarihli “AB ve ABD arasında Hava Taşımacıları tarafından PNR (Passenger Name Record: Yolcu İsim Kayıtları) verilerinin Amerika Anavatan Güvenlik Bölümü, Gümrükler ve Sınır Koruma Bürosuna aktarılması hakkındaki Anlaşma”nın aktedilmesi kararı ve ikinci dava olan C-318/04 Parlamento v. Komisyon davasında ise 14 Mayıs 2004 tarihli Amerika Birleşik Devletleri Gümrükleri ve Sınırları Koruma Bürosuna aktarılan, hava yolcularının ‘Yolcu İsim Kayıtları’nda (Passenger Name Record) yer alan kişisel verilerin yeterli düzeyde korunduğuna dair Komisyon kararının iptalini istemiştir.



ATAD, Parlamento’nun iptal davası istemiyle 9 Temmuz 2004 tarihinde açtığı bu iki davayı aralarındaki ilişkiyi göz önünde bulundurarak birlikte ele almayı uygun görerek birleştirmiş ve bu davayı Parlamento’nun istemi lehine 30 Mayıs 2006 tarihinde karara bağlamıştır. Fakat anlaşma hükümlerinin içeriğinin yol açtığı tartışma kadar ATAD kararının niteliği de çeşitli tartışma konularına neden olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Zira, ATAD anlaşmanın iptaline karar verirken insan hak ve özgürlüklerinin ihlali olup olmadığına dair esasa ilişkin bir inceleme yapmaktan kaçınmış ve anlaşmayı Topluluk hukukunun dışında kaldığı gerekçesiyle iptal etme yolunu seçmiştir. Ayrıca, tartışmanın diğer boyutu da ATAD’ın anlaşmanın iptaline karar vermesine karşın, ikinci bir anlaşmanın hala yürürlükte olması ve dahası AB ve ABD’nin süresi Temmuz’da dolacak olan bu anlaşmanın yenilenmesi için halihazırda görüşmeler yapmaya devam etmesidir. Bu çerçevede, uygulamada aksaklık olmaması amacıyla kararın yayımlandığı tarihten itibaren 30 Eylül 2006 tarihine kadar etkisini sürdürmesine hükmeden ATAD kararına rağmen, AB ve ABD yasadışılığını korumasına karşın Eylül 2006 sonunda süresi 31 Temmuz 2007 tarihinde dolacak olan ikinci bir anlaşma imzalamıştır. Bu anlaşmada AB Dönem Başkanlığı, eleştirilere rağmen, stratejik öneme haiz olan transatlantik ilişkilerin uzun vadeli olarak sürdürülmesi isteklerini tekrarlamaktadır. Bu bağlamda, Avrupa Komisyon Yardımcısı Franco Frattini, Berlin’de ABD yetkilileri ve Dönem Başkalığı ile birlikte gerçekleştirilen 10 Nisan 2007 tarihli görüşmede, transatlantik güvenlik ortaklığının özellikle özgürlük, adalet ve güvenlik alanında güçlü olduğunu vurgulayarak, “Ortak hedefimiz açıktır: Kanun uygulayıcılarının çalışmaları için gerekli doğru bilgiye ulaştığından emin olarak vatandaşlarımızın güvenliğini sağlamak ve aynı zamanda vatandaşlarımızın temel haklarını korumaktır”, şeklinde açıklamada bulunmuştur.[13] Fakat temel haklar konusunda hassasiyetleri olduğunu vurgulayan özellikle ABD yetkililerinin, iptal edilen anlaşmanın koşullarını değiştirme konusundaki isteksizliği de gözlerden kaçmamaktadır. Vatandaşların verilerin korunması ve doğru amaçlarla kullanılması konusundaki endişelerini ve Parlamento’nun ve sivil toplum kuruluşlarının bu konudaki tepkilerini azaltmaya çalışan AB’nin, ABD yetkilileri ile yaptığı görüşmelerde, kişisel verilere erişimin sadece terörist saldırıları önlemek için gerekli kadarını ABD’ye sağlama ve bu verilere ulaşabilecek birimlerin kesin listesine sahip olma üzerinde ısrar ettiği görülmektedir.[14] Bakıldığında, orantılık ilkesi ile bağdaşmayan paylaşılan veri sayısı, terörle mücadele için gerekli kişisel bilgilerin sayısının çok ötesindedir – ki Avrupa Parlamentosu’nun açtığı iptal davasının gerekçelerinden birini de orantılılık ilkesinin ihlali oluşturmaktadır. Ancak, ABD’nin AB ile paylaşılması planlanan verilerin sayısı ve içeriği konusunda aynı görüşü paylaştığını söylemek zordur. ABD’de hakim olan görüşe göre, “Esasen daha fazla veri paylaşımı, masum yolcuların araştırılması ve sorgulanmasını azaltarak aslında mahremiyeti artıran kesin hedefe yönelik taramayı daha fazla mümkün kılmaktadır”.[15]



Transatlantik işbirliğini geliştirmeyi amaçlayan bu anlaşmanın tartışılan diğer yönleri ise neden veri akışının Atlantik üzerinden doğudan batıya doğru tek taraflı olduğu[16] ve kişisel verilere erişimin tekniği konusudur. Mevcut durumda, ABD yetkilileri “pull system” adı verilen ve havayolu rezervasyon sistemine doğrudan erişimi mümkün kılan bir sistem ile yolcu kayıtlarına ulaşmaktadır. Fakat AB içinde bu anlaşmaya karşı çıkanların bilgi paylaşımını bir ölçüde kabul edilebilir olarak gördüğü yöntem ise “push system” denilen ve ABD yetkililerine ancak istek üzerine seçilerek bu verilerin AB tarafından sağlanacağı bir tekniktir.[17] Tüm bu tartışmalar ışığında, AB vatandaşlarının özel yaşamın korunması ilkesi uyarınca kişisel verilerinin gizliliğine ve dolayısıyla da sivil özgürlüklerine yeterince saygılı olduğu değerlendirmesini yapmak mümkün değildir. Avrupa İnsan Hakları ve Temel Özgürlükler Sözleşmesi, kişisel bilgilerin gizliliği ve bu verilerin korunması esasını açıkça belirtmektedir. Aynı zamanda, AB de kendi içinde kişisel verilerin korunmasına dair, “Kişisel Verilerin İşlenmesi ve Bu Tür Verilerin Serbest Dolaşımı Bağlamında Kişilerin Korunması” başlıklı 24 Ekim 1995 tarih ve 95/46/EC sayılı bir direktife[18], dolayısıyla bir iç mevzuata sahiptir.



Peki, ATAD, PNR Davasına ilişkin kararını verirken bu tartışmalara konu olan temel haklar ve özgürlüklerin korunması gerektiği konusunu ne kadar esasa girerek incelemiştir? Divanın dava ile ilgili tespitlerine geçmeden önce, AB ve ABD arasında PNR verilerinin paylaşımına ilişkin anlaşmanın ve Komisyon’un bu konudaki yeterlilik kararının iptali için Parlamento’nun ne gibi gerekçeleri öne sürdüğünü kısaca incelemek gerekir. Parlamento’ya göre, Komisyon’un yeterlilik kararı 95/46/EC sayılı Direktifin temel prensiplerini ihlal etmiş ve Komisyon ultra vires yani yetkilerin ötesinde bir karar vermiştir. Direktifin özellikle 3(2) maddesinde bu direktifin uygulanmayacağı alanlar, Topluluk hukuku kapsamı dışında kalan fiiller sayılarak belirtilmiştir. Buna göre, Komisyon’un aldığı karar kamu güvenliği ve ceza hukuku alanına ilişkindir ve Topluluk hukuku kapsamı dışında kaldığından Komisyon yetkilerini aşmaktadır. Zaten hükme ilişkin tespitlerine bakıldığında da, Divan, PNR verilerinin ABD Gümrük ve Sınır Koruma Bürosu’na (CBP) transferinin kamu güvenliği ve devletin ceza hukuku alanındaki fiillerinden oluştuğunu belirterek Parlamento’nun bu yöndeki iddiasının yerinde olduğuna karar vermiş ve Komisyon yeterlilik kararının iptaline hükmetmiştir. Burada dikkati çeken unsur, Divan’ın Parlamento’nun kararın iptalini gerektiren unsurlar olarak saydığı temel hakların ve orantılılık ilkesinin ihlali konularına girmeden karar vermeyi tercih etmesidir. Oysa bu konularda yorum yapma yoluna da gidip kararın esasına derinlemesine girme yolunu seçseydi belki de ATAD, güvenlik gibi konularda bireysel özgürlüklerin sınırlarının ne derece ve hangi koşullarda zorlanabileceği yönündeki açmazlara bir açılım sağlamış olabilirdi. Dolayısıyla ATAD, sınırlı bir temelde davaya ilişkin incelemesini yapmış ve iptal kararını vermiştir.



Ayrıca ATAD, Parlamento’nun Konsey kararına ilişkin iptal istemini de dar bir çerçevede ele almış ve yine Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8. maddesi kapsamındaki kişisel verilerin korunması hakkının, orantılılık ilkesinin ve sadakat ilkesinin ihlali gibi iddialarına girmeden söz konusu karar için AT Antlaşması’nın 95. maddesinin yanlış zemin olarak seçilmesine dayanarak söz konusu kararın iptaline yönelik hüküm vermiştir.



Divan’ın anlaşmanın iptaline dair hükmünde dikkati çeken diğer bir nokta da PNR verilerinin hava yolları tarafından toplanmasının Topluluk hukuku kapsamına girdiğini söylemesidir. Divan, uçak bileti satışının bir hizmetin sağlanması ile ilgili olduğunu fakat yeterlilik kararı göz önüne alındığında oldukça farklı bir doğası olduğunu belirtmiştir. Bu hizmetin sağlanmasında verilerin işlenmesinin zorunluluk arz etmediği ve veri işlenmesinin kamu emniyetinin sağlanması ve yürütülmesi amaçlarıyla ilgili olduğunu söylemiştir.[19] Divan’ın bu tespiti şu şekildeki yorumlara açık kapı bırakmıştır. Eğer aynı veriler kamu güvenliği nedeniyle transfer edilmiş olsaydı, o zaman verilerin korunmasına dair AT direktifine dayanılmak zorunda kalınmayacaktı. Bu sonucun da geniş yorumlanabileceği tartışmaları yaşanmaya başlanmıştır. Örneğin, bu durumun Schengen Bilgi Sisteminde depolanan verilerin gelecekte üçüncü ülke ya da kuruluşlara aktarılmasında, bu bilgiler polis ya da kamu güvenliği gerekçelerine dayanarak, söz konusu direktifin kurallarının uygulanmasından kaçınılabilecektir. Avrupa Veri Koruma Denetçisi Hustinx, bu konuda, Divan’ın vatandaşların korunması konusunda bir kaçış noktası, boşluk bıraktığı sonucuna varmakta ve PNR kararı ile ATAD’ın önceki kararlarında verdiği liberal yaklaşımdan uzaklaştığını söylemektedir. Örneğin, Österreichischer Rundfunk[20] davasında Divan, açıkça verilerin korunmasına yönelik direktifin uygulamasının geniş yorumlanmaması gerektiğine karar vermiştir.[21]



İçtihadi yolla Topluluk çerçevesinde temel hakların korunması konusunda gerçekleştirdiği gelişme göz önüne alındığında, Divan’ın PNR verilerine ilişkin ve aslında doğrudan sivil hak ve özgürlüklerle ilgili bir konuda böyle bir yöntemi seçmekten kaçındığı görülmektedir. ATAD, sivil özgürlükler, gizliliğin korunması gibi tartışmalı bir konuda tabir-i caizse suya sabuna dokunmadan teknik konularda anlaşmayı iptal ederek şimdilik sivil özgürlükler lehine bir karar vermiştir. Burada “Divan’ın aslında Topluluk yetkileri kapsamına girip de Direktif kapsamına girmediği için yetki aşımı nedeniyle Komisyon ve yanlış yasal zemin seçildiği gerekçesiyle Konsey kararlarının iptaline karar verdiği bir aşamada, ileride Topluluk kapsamında başka bir mevzuatla bu pürüz düzeltildiğinde bu konuyu geniş yorumlayarak bireysel özgürlükler lehine karar vermeyi seçecek midir” sorusu akla gelmektedir. PNR verilerinin paylaşımı çerçevesinde temel hak ve özgürlükler konusunda kendisini içtihadi bir yaklaşımdan uzak durması, Divan’ın bu konuda ortamın nabzını yoklamak için geri çekildiği dönemlerden birini yaşadığı dönem olarak adlandırılabilir. Tridimas’ın belirttiği gibi Divan, içtihadi açılımlarında kimi zaman kendini geri çektiği kimi zamanlarda aktif rol oynadığı dönemlere girmekte ve kaçınılmaz olarak bazı kararlarında siyasi yansımalar etkili olmaktadır. ATAD’ın içeriğinde siyasi yansımaların yer aldığı kararlar ise ya hayati finansal çıkarların yer aldığı ya da üye ülkelerin belli alanlarda egemenlik yetkilerini kaybetmekle yüz yüze kaldığı durumlarda verilen hükümlerdir. Divan’ın kararlarına siyaseti belli ölçüde yansıttığı daha belirgin durumlar, ayrıca, belli üye ülkeler içinde, örneğin İrlanda’daki kürtaj ve Belçika’daki dil konusu gibi, hassas konuları ele alan dava hükümleridir.[22] Dolayısıyla, görünen o ki, Divan, PNR verilerinin ABD güvenlik birimlerine transferi gibi insan hak ve özgürlükleri önemli ölçüde ilgilendiren bir konuda hem güvenlik çemberi oluşturmaya çalışan üye devletlerin hem de sivil özgürlüklerinin zedelenmesi endişesi yaşayan vatandaşların tepkisini ölçmek kendisini geri çekmiştir.



31 Temmuz 2007 itibariyle süresi dolacak anlaşmanın yerine geçecek olan anlaşma için, 27 Haziran’da AB Dönem Başkanılığını temsilen Alman içişleri bakanı Wolfgang Schauble, İçişleri ve Adalet’ten sorumlu AB Komiseri Franco Frattini ve ABD İç Güvenlik Bakanı Michael Chertoff arasında yapılan görüşmeler sonunda bir uzlaşıya varıldı. 29 Haziran 2007 tarihinde ise 27 ülkenin Diplomatları üzerinde uzlaşıya varılan metni onayladı. Bundan sonra Temmuz ayının ortalarına kadar metin üzerinde incelemelerde bulunacaktır.



Yeni uzlaşıya göre ABD otoritelerine verilen 34 adet bilgi 19’a düşürülmektedir. ABD’ye verilen kişisel verilerin sayısında azalma olması iyi bir gelişme olmasına rağmen verilen bu verilerin ABD otoriteleri tarafından mevcut 3,5 yıl yerine 15 yıla kadar saklama olanağı verilmesi, temel hak ve özgürlükler açısından ciddi bir sorun olmaya devam edecektir.



Görülen o ki, AB yapacak olduğu yeni anlaşmada uzun süredir sivil toplum örgütleri tarafından ileri sürülen özgürlüklerin ihlali endişelerini hiç de ciddiye almamıştır. Komisyon bu defa veri aktarımının sınırlarını (sayısal olarak) daraltmayı başarmış bile olsa Avrupa Veri Koruma Denetçisi’ninde (AVKD) belirttiği gibi, bu verilerin hangi Amerikan birimlerine verileceği konusunda bir sınırlama olmadıkça istenilen korumanın sağlanması mümkün değildir. AVKD Peter Hustinx’in 27 Haziran 2007 tarihinde Wolfgang Schauble’e gönderdiği[23] ve kamouyu ile de paylaşılan mektubunda da belirttiği gibi, üzerinde uzlaşıya varılan metin AB’nin temel hak ve özgürlüklerin korunması adına inandırıcılığını yitirmesine neden olacak ağırlıkta ihlallere yol açabilir. Hustinx, varılan Anlaşma’nın temel sorunlu maddelerinin şunlar olduğunu ortaya koymaktadır.



1. ABD otoritelerine gönderilen kişisel veriler mevcut durumda 3.5 yıl saklandığı halde bu süre 7 yıla çıkarılmış ve yasal bir emsali olmadığı halde “işlem görmemiş” verilerin 15 yıla kadar saklanmasına izin verilmektedir.

2. ABD otoritelerine verilen kişisel verilerin kullanımı, hangi ABD makamları tarafından kullanılacağını ilişkin net bir ifade yoktur. Bu durumda bu kişisel verilerin birçok ABD makamı tarafından kullanılması söz konusu olabilir.

3. ABD’ye iletilen kişisel verilerin kötüye kullanılması durumunda bu kullanıma karşı sağlam yasal bir mekanizma mevcut değildir.

4. ABD, mektup teatisi ile bu konuda bağlayıcı yasal bir Anlaşma yapmaktan kaçınmaktadır.



Hustinx’in bu eleştilerine katılmamak mümkün değildir. Komisyon belirli ölçüde kişisel verilerin korunması için çaba göstermiş olsa da bu çaba Konsey’in transatlantik ilişkilerin güvenlik açısından stratejik öneme sahip olduğunu vurguladığı bir ortamda, yıllık yaklaşık olarak 10 milyon AB vatandaşının seyahat ettiği ABD’ye bu kişilere ait özel bilgilerin aktarılmasına devam edilecektir.



Sonuç



Terörle mücadele alanında AB tarafında atılan adımlar ve alınan önlemler aslında ‘birlik’ fikrini güçlendirme ve hükümetlerarası işbirliğini birlik ruhuna daha uygun olacak şekilde uluslarüstü yapıya çıkarma açısından oldukça önemlidir. Dahası uluslararası terörle mücadele açısından örnek teşkil edecek olması bakımından da büyük öneme sahiptir. Fakat terörizmle mücadelede ortak tutum oluşturma fikri, birlik için birlik vatandaşlarının sivil özgürlüklerine ve demokrasiye rağmen olmamalıdır. Ulusal güvenliğin uyumlaştırılmaya çalışılarak “Avrupalılaşma” eğiliminin yaşandığı terörle mücadele alanında, güvenlik algılamasının göçmen, mülteci ya da birlik içinde yaşayan üçüncü ülke vatandaşları odaklı “Amerikanlaşan” ve herkesi potansiyel suçlu olarak gören bir yaklaşımın belirlenmesi, AB’nin terörizmle mücadele alanında uzun vadeli kazanımlar yerine sorunlara Amerikan tarzı ani ve tepkisel karşılık verme sonucunda kendi düşmanlarını yaratma ile sonuçlanabilir. AB’den beklenen Divan dahil tüm kurumlarıyla alınan ve alınması planlanan önlemlerde birey hak ve özgürlüklerini koruma merkezli ve dışlayıcı olmayan bir yaklaşımın çekimserlik gösterilmeden sergilenmesidir.

Özgürlük ve güvenlik arasındaki dengenin kurulmasında bu olguların bir diğerine hiçbir zaman feda edilmemesi gerektiği aşikardır. Güvenlik adına özgürlüklerden taviz verildiğinde bu giderek güvenliği de içinde boğan bir sarmal haline gelmektedir. Sonuçta güvenliği sağlamak üzere çıkılan yolda özgürlüklerden verilen tavizler nedeniyle güvenliğin en önemli meşruiyet kaynağı olan halkın güveni yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlamaktadır. Sonuçta halkın güvenlik güçlerine olan katkısı onlara olan inancı nispetindedir. Eğer halkın güvenlik güçlerine olan inancı ortadan kalkarsa güvenlik güçlerinin arzulanan sonuçları alması mümkün değildir.

AB ölçeğinde en önemli konu ise “halk” kavramı içinde yer alan “AB içinde yaşayan üçüncü ülke vatandaşları ve orijinlilere yönelik tutum ve davranışlardır. Avrupalı olmayan “ötekilerin” dışlanması, potensiyel suçlu muamalemesine tabi tutulması AB’nin temel değerleri ile bağdaşmayacağı gibi, AB’nin güvenliğini de hiçbir şekilde güçlendirmeyecektir. AB’yi oluşturan ülkelerin liderleri bu konuda populist yaklaşım sergileyerek “ırkçı” oylara ulaşmanın çabası içinde olmamalıdır. Artan “yabancı düşmanlığı” AB’yi oluşturan değerler sisteminden kopuş ve uzaklaşmadır. Bu kopuş Avrupayı güvenli bir bölge olmaktan yerine daha güvensiz bir bölge haline getirecektir. Üye ülkelerde yükselen yabancı düşmanlığını AB kurumsal bazda dengelemek durumundadır.



Doç. Dr. Mehmet Özcan & Fatma Yılmaz



--------------------------------------------------------------------------------

* Doç Dr. Mehmet Özcan, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) AB Araştırmaları Merkezi Başkanı

** Fatma Yılmaz, USAK AB Araştırmaları Asistanı



--------------------------------------------------------------------------------

Sonnotlar



[1] Mehmet Özcan, “Avrupa Birliği’nin Küresel Terörle Mücadelesi”, USAK Stratejik Gündem, 10 Nisan 2006, http://www.usakgundem.com/yazarlar.php?id=272&type=2.

[2] Bu konuda bkz. 2002 tarihli “Terörizmle Mücadeleye İlişkin Konsey Çerçeve Kararı”

[3] Bkz. “Conclusions and Plan of Action of the Extraordinary European Council Meeting on 21 September 2001”, SN140/01.

[4] Bkz. “Proposal for a Council Framework Decision on Combating Terorism”.

[5] Özcan, op cit.

[6] Radka Druláková, “Post-Democracy within the EU: Internal Security vs. Human Rights – Unavoidable Conflict?” , paper prepared for the CEEIS 4th Convention, Tartu, 25-27 June 2006.

[7] Tony Bunyan, “While Europe sleeps…”, European Civil Liberties Network, http://www.ecln.org/essays/essay-11.pdf.

[8] Darjia Morozova, “Passenger Name Record Data Transfer: Most Privacy Rights be a Casualty of the War on Terrorism”, Eurojournal, June 2004, p.4.

[9] Statewatch, “Scoreboard” on post-Madrid counter-terrorism plans,

http://www.statewatch.org/news/2004/mar ... eboard.pdf.

[10] Ben Hayes, “There is no “balance” between security and civil liberties – just less of each”, European Civil Liberties Networks, ECLN Essays No. 12, p.6.

[11] Şevket Ovalı, “AB’nin Terörle Mücadele Politikasındaki Dönüşüm: 11 Eylül ve Madrid Saldırılarının Etkileri”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt 5, No.3, Bahar 2006, s.95.

[12] Decision 2004/535/EC

[13] “EU and US discuss freedom of travel and data protection for transatlantic passengers, agree on counter-terrorism cooperation”, German Presidency of the EU, 10 April 2007, eGov monitor, http://www.egovmonitor.com/node/10299/print, (erişim tarihi: 10.04.2007).

[14] “EU and US differ over PNR deal”, Press TV, 5 April 2007, http://www.presstv.ir/pop/print.aspx?id=5033 (erişim tarihi: 10.04.2007).

[15] Michael Chertoff, “A Tool We Need to Stop the Next Airliner Plot”, WashingtonPost, 29 August 2006.

[16] Brooks Tigner, “EU May Broaden Intelligence Use of Air-Passenger Data”, DefenseNews, 3 March 2007, http://www.defensenews.com/story.php?F=2618285&C=europe, (erişim tarihi: 10.04.2007).

[17] “Resolution on Passenger Name Records”, The Trans Atlantic Consumer Dialogue (TACD), Doc. No. Internet-30-04, June 2004, http://www.tacd.org/docs/id=254, (erişim tarihi: 31.05.2006).

[18] Directive 95/46/EC of the European Parliament and of the Council of 24 October 1995 on the Protection of Individuals with Regard to the Processing of Personal Data and on the Free Movement of Such Data, (OJ 1995 L 281, p. 31).

[19] 30 Mayıs 2006 tarihli ve C-317/04 ve C-318/04 sayılı ATAD Kararı 57. paragrafı.

[20] Joined Cases C-465/00, C-138/01 and C-139/01.

[21] Elspeth Guild & Evelien Brouwer, “The Political Life of Data: The ECJ Decision on the PNR Agreement between the EU and the US”, Centre for European Studies, No. 109, July 2006, p.4.

[22] Takis Tridimas, “The Court of Justice and Judicial Activisim”, European Law Review, June 1996, pp. 199-210.

[23] http://www.statewatch.org/news/2007/jun ... letter.pdf


Mehmet Özcan & Fatma Yılmaz
Kullanıcı küçük betizi
borabey
Üye
Üye
 
İletiler: 333
Kayıt: Çrş Haz 25, 2008 14:06

"İsrail ve ABD içindeki gizli grupların parmağı....

İletigönderen borabey » Çrş Ağu 06, 2008 18:00

06 Ağustos 2008



Güngören'e bombayı hangi devlet yerleştirdi?


PKK için Irak'ın kuzeyinde yolun sonunun göründüğünü belirten USAK Başkanı Laçiner, "İran ya da Ermenistan'a kayabilir" dedi, Güngören bombasının arkasında hangi devletin olabileceğini açıkladı:



Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu Başkanı, İstanbul Güngören'deki saldırı ve Kerkük'teki olayların arkasında da "İsrail ve ABD içindeki gizli grupların parmağı olabileceğini" iddia etti.

AA muhabirinin sorularını yanıtlayan Laçiner, Türkiye'nin hava ve kara operasyonlarının PKK'ya "çok kan kaybettirdiğini", örgütün Irak'ın kuzeyindeki bölgesel yönetiminin lideri Mesud Barzani ile Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani'den eski desteği alamadığını ifade etti.

Laçiner, "Bu nedenle PKK için kuzey Irak'ta artık yolun sonu görünüyor. İran ya da Ermenistan'a yerleşebilirler. Şu anda bir çıkış yolu arıyorlar. Nerede olursa orada" dedi.

-"ABD, PKK'YI KUZEY IRAK'TA İSTEMİYOR"-

"ABD'nin de şu anki şartlarda PKK'yı Irak'ın kuzeyinde istemediğini, başka yerde olması halindeyse bundan rahatsız olmayacağını" belirten Laçiner, "Ama benim asıl korkum, PKK'nın Ermenistan'a ya da İran'a değil, Türkiye'ye yerleşmesidir" diye konuştu.

Laçiner, "bunun terör örgütünün kendi verebileceği bir karar olmadığını, örgütün manipülasyona çok açık olmasının ötesinde, örgüt yönetimine çok fazla sızmalar olduğunu" belirtti. Terör örgütünün içinde, örgütle hiçbir ilgisi olmayan çok fazla unsur bulunduğunu, dolayısıyla bunun, başka odak noktalarının vereceği bir karar olduğunu söyleyen Laçiner, şöyle devam etti:

"PKK'nın Ermenistan'a ya da İran'a yerleşmesinde bazı dengeler var, o dengeleri kullanırsınız. Ermenistan, şu anda Türkiye ile bir açılım arayışı içinde. İran da şu anda Türkiye ile ilişkilerini genişletmekte olan bir ülke. Asıl tehlike, PKK'nın eylem türlerini, stratejisini değiştirmesidir."

-"MÜCADELEDE DİPLOMATİK BAŞARI"-

Türkiye'nin bu yıl, ilk kez tüm dünyanın desteğini arkasına alarak, terör örgütüyle mücadelede büyük diplomatik başarıya imza attığına işaret eden Laçiner, "ama bu şansın iyi kullanılamadığını" öne sürdü. Laçiner, "1 Ocak itibarıyla bir paket açılabilmiş olsaydı, Kürtçe yayın yapan televizyondan sosyal yardımlara, ekonomik kalkınma paketlerinden terör ve teröristle mücadelede yeni yöntemlere kadar hepsi aynı paket içine konulabilseydi, 2008 yılında terör örgütü marjinalleşmiş bir hale getirebilirdi. Ama Türkiye bu fırsatı kaçırdı" dedi.

Laçiner, bu sonucun, Türkiye'deki kurumlar arası uyumsuzluk, AK Parti hakkında açılan kapatma davası ve bunun getirdiği enerji kaybı ile kutuplaşma nedeniyle terörle mücadelede radikal değişime cesaret edilememesinden kaynaklandığını öne sürdü.

Laçiner, "Terörü bitiremiyorsak, mücadele yöntemlerimizde çok ciddi açıklarımız var demektir. Bu açıkların kapanması gerekiyor" dedi.

5 Kasımdaki Washington zirvesinde Türkiye ile ABD'nin anlaştığını ileri süren Laçiner, "Bu bağlamda Talabani ve Barzani'nin terör örgütü PKK konusunda ikna edilmesi görevinin ABD'ye düştüğünü" kaydetti. Laçiner, "ABD'nin bu görevi Talabani konusunda hemen yerine getirdiğini, Barzani'nin ikna olmasınınsa mart-nisan aylarını bulduğunu" belirtti.

-"ABD VE İSRAİL'İN 'ERGENEKON'U"-

Öte yandan "ABD ve İsrail'de terör örgütü PKK'nın tasfiye edilmesinden rahatsız olan aşırı sağ grup bulunduğunu" savunan Laçiner, buna, ABD ve İsrail'in "gizli devleti, derin devleti ya da 'Ergenekon'u da denilebileceğini" söyledi.

Laçiner, "bunların, Irak'ın kuzeyinde Türkiye'nin istediği çözümü İsrail ve ABD'nin yararına bulmadığını, tersine PKK'nın hala İran'a karşı ve Irak'ın kuzeyinde Kürt devleti kurulabilmesi için faydalı olduğunu düşündüğünü" öne sürdü.

"Bu nedenle bence Irak'ın kuzeyinde ve Türkiye'nin içerisinde Türk-Kürt gerginliğine katkı sağlamaya, zemin hazırlamaya çalışıyorlar" diyen Laçiner, İstanbul Güngören'deki saldırı ve Kerkük'teki olayların arkasında "İsrail ve ABD'deki bu gizli grupların parmağı olabileceğini" savundu.

Laçiner, "İşin içerisinde İsrail ve ABD içerisindeki bazı 'yaramaz insanlar', Türk ve Kürt düşmanlığından medet uman insanlar var. Buradaki maksat, Kürtleri ve Türkleri düşman etmekten çok, Türkiye'yi Orta Doğu siyasetinin dışına itmek, Kürtlere de Irak'ın kuzeyinde İsrail'e dost bir yapı kurabilmek" diye konuştu.

Laçiner, "Türkiye 2008'de elini çabuk tutmazsa bu unsurların güçlenebileceğini, bu durumda da terör örgütü PKK'nın yeniden palazlanabileceğini ya da şekil değiştirebileceğini" belirterek, "Bu nedenle Türkiye'nin bir gün dahi kaybetmeden 2008'de kaybettiği günleri yeniden telafi edermişçesine hızlı bir şekilde terörle ve teröristle mücadele stratejisini yeniden inşa etmesi lazım" dedi.

aa
Kullanıcı küçük betizi
borabey
Üye
Üye
 
İletiler: 333
Kayıt: Çrş Haz 25, 2008 14:06


Şu dizine dön: Genel - Güncel Konular

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 5 konuk

x