Marş Hadisesi:
Bağımsızlık Meselesi
Geçenlerde Çek Cumhuriyeti ile ABD'nin New Jersey eyaletinde oynadığımız futbol karşılaşması öncesinde, Hadise kızımız "İstiklal Marşı"mızı kendince okumaya çalışmış.
Tamam! Canımız-kanımız ABD'miz ulusal marşını böyle seslendirtiyor olabilir, ancak bizimkinde bu tür "yapmacık dokunuşlar", sakil durur anacığım! Öyle ki, bizim sözcüklerimizin altında bambaşka bir anlam; kıtalarımızın ardında yüzyılları çokça aşan benzersiz bir öykü; dizelerimizde ise geleceğe ışık tutan gerçekler -yalnızca gerçekler- bulunmaktadır... Ki bunu ABD'nin tepesindekiler de çok çok iyi bilmektedir.
Her ülkenin "ulusal değerleri"ne saygı duyarız: İsteyen elbet istediği gibi seslendirir marşını. Ancak siz tutup da, kuruluş amacı belli; özü de sözü gibi yalnızca ambalaj ve makyaj olan bir ülkenin "marş seslendirme gösterisi"ni "biz"e yamamaya kalkarsanız, işte böyle şapa oturur, sırıtırsınız! Özünüzden kopup kendinize yabancılaştıkça, ortaya çıkan acınacak haliniz ile böyle gülünç duruma düşersiniz.
Bilinmez mi ki o marşı marş yapan: Bir kişinin elinde tuttuğu mikrofona sılov sılov mırıldanması değil; binlerce kişinin hep bir ağızdan, tek bir gönülden "Bağımsızlık Destanı"nı haykırmasıdır.
İşte böylece zincir vurmaya çalışıyorlar gür sesimize; bent çekmeye uğraşıyorlar kükreyecek selimizin önüne, kendilerince! Ancak, ezelden kükreyerek gelen selin önüne bent çekmeye yeltenenin yazgısının, taşacak derenin yatağına ev yapanınkinden ayrı olmadığını onlar da iyi biliyor olmalıdır. Bu bağlamda, tarihi yeniden yazmaya kalkışacaklarına, "tarihi yapanların tarihi"nden dersler çıkarmaya baksalar, onlar için çok daha yararlı olacaktır: Zararın neresinden dönülse kardır.
ABD'leşmemiz elbette dünkü olay değil. Gazi Kemal Atatürk'ün ardından belirttiği gibi en yakın bildikleri ülkenin kapılarını ABD'ye açtı. Kendisinden sonra ülkeyi ülke, toplumu toplum yapan tüm değerler sılovli sılovli kemirilmeye başlandı. Ta 1927'de, Gazi Kemal Atatürk -tüm ümidi olan- bugünün gençliğine seslenirken, bugünkü çöküşümüzün öngörüsü ile, omuzlarımıza -varolma nedenimiz olan- kutsal görevimizi yüklememiş miydi! Kimileri bunun 1950'lerde, 70'lerde, 80'lerde ve hatta 90'larda da böyle olduğunu söyleyebilir: Yoksa o günkü gençlik, "Türk gençliği" değil miydi! Elbette öyleydi... Ve bunun için o gün de bedeller ödendi. Ancak bugün durum çok daha açık bir biçimde ortada. Artık kör sultan gördü, sağır sultan duydu: Oynanan son perdedir! İster "kader" diyelim; ister "kutsal yazgı" ya da "büyük plan": Su akıp yolunu buluyor. Bugün gelinen noktada bizler, "Cumhuriyeti yükseltecek ve yaşatacak olan Türk geleceğinin çocukları" olduğumuzun bilincindeyiz. Ve bugün, "geleceğin Türk çocukları"ndan biri olarak soruyorum: "Kulağımızın arkası dışında, bu zamana kadar kurcalanmamış neremiz kalmıştı!"
Evet! Bir orası kalmıştı zahar: Dilimizin altına kadar yetişen elleri bir oraya uzanmamıştı! Eylemli olarak ele geçirilen ülkemizde, bir "seslenişimiz", bir bayrağımız bir de marşımız kalmıştı elimizde, dilimizde ve tabii kara tahtanın üzerinde... İşte artık onlara da göstere göstere el atılmaya, açık açık dil uzatılmaya başlandı yakın zamanda...
Önce, "Gençliğe Seslenişi İnönü yazdı" dediler; gün geldi dar kafalarınca "görev emri" ile dalga geçebileceklerini sandılar, sustuk! Bayrağımızı "nefes"lerinin yettiğince parçaladılar, çaputa çevirdiler yetmedi; buruşturdular, göndere çektirmediler; hatta utanmadan TBMM'ye sokmadılar, ses etmedik! Biz sustukça sıra "bizi bize" anlatan, "Bağımsızlık Destanımız"a gelecekmiş meğer! Bir yandan "hür sesleri" ile kara çalmaya çabaladılar; öte yandan ilk bestesini övdüler; şimdi de ezelden beri hür olup gür çıkan sesimizi kısmaya çabalıyorlar!
İster sazım ile çalınsın, ister kemençem ile, ister gitar ile... Yeter ki böylesi düşük tartışmalara konu olmasın bağımsızlığım! "Elin adamı" dediğiniz anlamış değerini, bunlar hala daha kalçasından-kopçasından konuşuyor! Kalçası geniş eşekler kovalasın sizi Ahmet Çakar Efendi, he mi! Bir de Mümtaz'er Bilmemneöne var tabii! Kendisine bu yorumunu önerelim. Hem ağababalarının gönlünü almış olur!
Sonuçta bilinmelidir ki, tüm bu olumsuzlukların yanında binbir parçaya bölünmeye çabalanıp, sesi iyice kısılmaya çalışılsa da, "birliğin çocukları" ulusal birlikleri için "İstiklal Marşı"nı hep bir ağızdan gürce söylemesini unutmaz, unutamaz! Bağımsızlığının değerini unutmuş gibi görünse de, bu ulus için bu marş, sünnet değil, farzdır!
Bugün bizlere, yani ateşle son sınavını verenlere düşen, önce "Teşkilat-ı Mahsusa"cılardan Mehmet Akif Ersoy'un kaleme aldığı on kıtayı dize dize özümseyerek iliklerimize işlemek, ardından da "Ulusal Bağımsızlık Destanımız"ı hep bir gönülden -"korku imparatorlarına" inat- avazımızın çıktığı kadar haykırmaktır:
Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!
Toros'un eteğinde tüten yörük çadırına selam durulacak...