Rabbin sana bunu emretmiş olamazahmethakan@hurriyet.com.trDERVİŞ Yunus bugün yaşasaydı, Ankarada ölen 7 genç için, "Bu dünyada bir nesneye / Yanar içim göynür özüm / Yiğit iken ölenlere / Gök ekini biçmiş gibi" derdi... Sen ise yiğit iken ölenler karşısında hoyratlığın, densizliğin, üslupsuzluğun dik âlâsını sergiliyorsun... Rabbin sana bunu emretmiş olamaz...
Başkalarının ölüleri için zerre kadar acı duymuyorsun... Başkalarının acılarına zerre kadar saygı göstermiyorsun... "Ölümün kaskatı gerçeği" karşısında bile yüreğinde en küçük bir titreşim meydana gelmiyor... Cephecisin... Tarafgirsin... Acımasızsın... Zalimsin... Rabbin sana bunu emretmiş olamaz...
Adaba riayet etmiyorsun... Üslupsuzluklar yapıyorsun... Derbederliğin had safhada... Yitip gitmiş insanların arkasından, hangi maksatla olursa olsun, "yarı çıplak" türünden saptamalar yapmanın yakışıksızlığının farkında bile değilsin... Gayet anlayışsız, fevkalade bencilsin... Rabbin sana bunu emretmiş olamaz...
Kendi adamlarının en rezil ve en kepaze günahlarının üzerini arsız ve utanmazca örtmeye çalışırken, kendilerini savunma imkânları olmayan "genç yaşta yitip gitmiş" insanların arkasından edepsizce konuşuyorsun... Aşiretçinin tekisin... Bedevisin... İlkelin önde gidenisin... Rabbin sana bunu emretmiş olamaz...
Sevdirmiyorsun, nefret ettiriyorsun... Yakınlaştırmıyorsun, uzaklaştırıyorsun... Kolaylaştırmıyorsun, zorlaştırıyorsun... Yaşatmıyorsun, öldürüyorsun... Bağışlamıyorsun, iftira atıyorsun... Korkutuyorsun, müjdelemiyorsun... Bütünleştirmiyorsun, kamplaştırıyorsun... Gözünü kin bürümüş... Rabbin sana bunu emretmiş olamaz...
Gökçek bana kızmışGECENİN bir vakti, bir dost meclisinde, "Yeni başlayanlar için İttihatçılar" konulu şahane bir tarih muhabbetinin tam göbeğindeyken...
Telefonum acı acı çaldı...
Baktım, "0312"li bir başkent numarası...
"Hayırdır inşallah" diyerek açtım... Melih Gökçekti karşımdaki...
Hakkında ne yazarsam yazayım teması elden bırakmamasına her zaman hayranlık duyduğum Melih Gökçek, bu sefer bana fena halde bozulmuştu...
Topa biraz sert girdi: "Kızdım, çok kızdım" diye başladı söze...
"Hele bir otur, soluklan yiğidim" falan demeye kalmadan başladı hakkında yazdıklarıma yanıt vermeye...
"Ben ideolojik bir adamım" dedi... "Başörtüsüne sahip çıktım" dedi... "Ben sağcılığın hangi rezil hallerini sergiledim? Nasıl böyle yazarsın?" dedi...
Saydırdıkça saydırıyordu...
Araya girmeye çalıştım, "Dur, izah edeyim" falan demek için çırpındım...
Nafile...
"Özür dileyeceksin... Bu yazdıklarını düzelteceksin" falan diyerek, bana resmen Kemal Kılıçdaroğlu muamelesi çekip ayarın kralını vermeye kalkmasın mı?
Hemen kafamı çalıştırıp, bu tür durumlarda hayli işe yarayan bir yöntemi denedim...
Sesimi biraz yükseltip, karşı saldırıya geçtim:
"Söyle bakalım... Partin adaylığını neden geç açıkladı? Neden ezdi seni? Neden yıprattı? Söyle..."
Beş saniyelik bir sessizlik oldu... "Söylersem yazacak mısın?" dedi... "Tabii ki yazacağım" dedim... "O zaman söylemem" dedi...
Kurtuluşun yolunu bulmuştum... Üsteledim... İfrit edici bir şekilde, "Söyle neden böyle oldu?" demeye devam ettim...
"Hık" dedi... "Gık" dedi... Ama anlamlı tek bir kelime bile söylemedi...
Baktım, yöntemim işe yarıyor...
Bu kez karşı saldırının ikinci perdesini canlandırmaya çalıştım:
"Ne yani? Kemal Kılıçdaroğlunun karşısında başarılı mıydın? Bunu mu iddia edeceksin?"
Yaşasın!
Yine beş saniyelik bir susuş...
Hem bu sefer özeleştiri de yaptı: "Tamam, konuşturmamaya çalışarak hata yapmış olabilirim... Fazla telaşlı gözükmüş olabilirim... Ama Kılıçdaroğlu hakkımdaki hangi iddiasını kanıtlayabildi ki?"
Olayı savuşturmuştum... Tartışılır olmaktan çıkmıştım... Hesap vermekten kurtulmuş, rahatlamıştım...
Son atağımı şöyle yaptım:
"Gecenin şerri, sabahın hayrı... Ben şimdi burada pek müsait bir ortamda değilim... Sabah ola, hayrola... Gündüz gözüyle uzun konuşuruz" diyerek veda ettim...
