Karşılaştığımız, yeni tanıştığımız birine ilk sorumuz, “Memleket neresi?”sorusudur. “Neredensin?” “Nerelisin?” “ Bir deyiver memleket neresi?”
Önce memleketini öğreniriz her kimse konuştuğumuz. Memleket, doğduğun yer, büyüdüğün, yetiştiğin yer anlamındadır. Geniş anlamıyla memleket, senin vatanın, anavatanın, yurdun, ülkendir. Yurtdışında doğup büyüyenler için de, memleket, anababalarının doğduğu, büyüdükleri yerdir. Büyükannelerinin, dedelerinin, atalarının doğduğu, yaşadığı, öldüğü yer.
Hiçbir Türk, yurtdışında doğduğu yeri memleketi saymaz, sorulduğunda yurdu, anababasının doğduğu, yerleştiği yerlerden bir yerin adını söyler.
Başka uluslarda pek böyle bir kavram yoktur. Nerdeyseler oralıdır onlar.
Türkiye, ülkemiz, yurdumuz ; doğduğumuz yer, memleketimiz…
Memleket, Arapça kökenli bir söz. Bir devletin toprağı demek. Türkçede bu söze değişik anlamlar yüklenmiş. Türkçede, ülke, yurt sözleri bu sözün karşılığı olduğu halde, memleket sözü başka anlam kazanmış dilimizde. Doğduğun yere ülkem demezsin, memleketim dersin. Yurt, barınacak yer, barınak anlamına da gelir. Örneğin, kız yurdu, yaşlı bakım yurdu deyince, bir arada kalınan yer anlaşılır. Evsiz yurtsuz kalmak, sokakta kalmakla eş anlamlıdır. Evini yurdunu aramak, alıştığı yeri, yaşadığı yeri aramaktır, yurt, burada yine yer anlamında söylenir.
Memleket, yurdun, vatanın demek. Türkiye Türklerin vatanıdır. Türklerin yurdudur…
Memleket, doğup büyüdüğün yerse, bu söz Türkiye için geçerlidir. “Memleket neresi?” derlerken sana, Türkiye’nin neresinden olduğun sorulur aslında.
Sorun bakın çevrenize, neler diyorlar…
Memleket bizim çocuğumuz gibidir. Ölene dek koruyup kolladığımız, yüreğimizden sevdiğimiz, canımızdan bir parça…
Rıza Tevfik’in şu dizeleri kimin içini bir anda yakmaz? Kimin gözlerini hemen yaşartmaz?
“Uçun kuşlar uçun doğduğum yere!
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır.
Ormanlar koynunda bir serin dere,
Dikenler içinde sarı gül vardır.”
Memleketten hep acı haber gelir nedense... Gelen vurmuş giden vurmuştur Türk vatanına... Düşmanın ettiğini etmişlerdir. Şair memleketini düşünürken sorar:
"O çay ağır akar, yorgun mu bilmem,
Mehtabı hasta mı, solgun mu bilmem,
Yaslı gelin gibi mahzun mu bilmem,
Yüce dağ başında siyah tül vardır."
Şiirin üçüncü dörtlüğünde şair memleket sevgisinin gizini söyler, içindeki bülbülü:
“Orda geçti benim güzel günlerim,
O demleri anıp bugün inlerim,
Destan-ı ömrümü okur dinlerim,
İçimde oralı bir bülbül vardır.”
Benim memleketim Gerze.
Doğup büyüdüğüm, okullarında okuduğum, sonra bir daha dönemediğim, yerleşemediğim, uzak kaldığım Gerze. İçimde oralı bülbülü hep taşıdığım Gerze…
Ülkemizin her yanı nasıl tehlike altındaysa, her yanına nasıl saldırılıyorsa, içerden ve dışardan; Cumhuriyetimiz, Cumhuriyetimizin kurucusu yüce önder Atatürk, Cumhuriyetin tüm kurumları, yurdumuz, yurdumuzun sınırları, dağı taşı, bütünlüğü, bağımsızlığı nasıl saldırı altındaysa, bütün kalelerimize girilmişse… memleketimiz de aynı durumda. Doğup büyüdüğümüz yerler, bıraktığımız gibi değil. Güvende değil. Gelecekleri iyi değil…
Ülkemizi saran örümceğin kolları buralarda… Tuttuğu yeri kurutuyor, bizden alıyor…
Gerze Sinop’un ilçesi. Araları denizden bakılırsa görülecek kadar yakındır. Karayoluyla arası kırk kilometreden az. Sinop Karadeniz’in en uç noktası. Rusya’ya en yakın nokta. İnceburun. Bu burunda uzun yıllar Amerikan üssü kuruluydu. Sonra, soğuk savaş dönemi bitince söküp götürdüler. Sinop bir yarımada üzerinde kuruludur. Üç yanı deniz. Bölgeye incecik bir boğazla bağlıdır. Boğazın üstünden geçerken iki yanı da görürsün. İki yandaki denizi. Sinop’un yerleştiği alanın kaç katı büyüklüğündeki uç kısmı, eskiden Amerikan üssü olan bölge, yerleşime açık değildir. Burasının üç tarafı denizin içinde. Yemyeşil bir bölge. Gerze, bu burundan Karadeniz’e doğru biraz gidersen sahilde görünür. Orası da bir burnun üstündedir. Denize giren daha küçük bir burnun. Gerze burnu. Gerze feneri. Bu bölgeye “köşk “ derler. Köşk burnu. Denizi iki yandan görür, denize bir tepeden bakar gibi bakar… Yerden epey yüksektir…Buradan sonra Gerze iki yandan denizi görecek şekilde alçalarak kıyılara , iç kısma yerleşir… Ormanıyla, alçak, yüksek kıyılarıyla, çaylarıyla, dereleriyle…
Karadeniz’in incisi adı burası için boşuna denmemiştir. İnci, istiridye içinde nasıl parıldarsa, burası da Karadeniz’in ortasında, yeşille mavinin arasında öyle parıldar…
Yeşil Gerze.
Karadeniz’in diğer ilçeleri, yerleşim yerleri gibi, Gerze de uzun yıllar gözden uzak kalmış, unutulmuş, ihmal edilmiştir. Genç göçü, bu yüzden çok olmuş, okuyanlar başka yerlerde iş tutmuştur. Fabrika kurulmamış, cam fabrikası gibi bir zamanlar kurulanlar da kapatılmış, üretimi, geçimi hep tarımsal ürünlerle, hayvancılıkla, balıkçılıkla sınırlı kalmış… Tekel fabrikası en önemli üretim merkeziyken bir zamanlar , o da özelleştirmelerden nasibini almış, yok edilmiş, gitmiş…
Çocukluğumuzda memurlar buraya hareket sağlardı. Alıverişte, çarşıyı canlandırmada… Köylü ürettiğiyle yaşamaya çalışır, yerli halk, esnafıyla, memuruyla ayakta dururdu. Cumhuriyetin ilk yıllarında halk evleri kurulmuş burada. Gençleri, aralarında babam da var, buralarda yetişmiş… Gericilik hiç uğrayamamış… Yurdumuzda kadının en özgür yaşadığı, gece yarısı sokaklarında korkmadan dolaşabildiği, tek başına istediği saatte sahile inip, çay bahçelerinde çay içebildiği, denize çekinmeden girebildiği, kadın erkek ayırımı olmadan tarlalarında çalışabildiği ender yerlerden olmuş burası…
Sonra bu gözden ırak kalma bir gün bitivermiş. Önce Karadeniz sahil yoluyla canına okunmuş. O yol bitmiş, yok şuradan da yol geçecek. Yok şuradan otoyol yapılacak…
Yol yapımlarıyla canına okumuşlar buranın. Sıra yağmalanmasına gelmiş.
Önce buranın başına nükleer belasını getirmişler. Karadeniz’in bu en uç noktasında Sinop’ta, nükleer santral kurmaya kalkmışlar.
Akıllara ziyan derler ya, aynen öyle…
Denize uzanan bir yeşil burun üzerinde santral kurmaya kalkmak. Ulaşımı tek dar boğazdan yapılan bir deniz kentinde. Denize uzanan en güzel yerde. Rüzgârların esti mi yeri göğü yıktığı, dünyanın en çok yel alan, çevresi denizle sarılı bu yüksek burun üzerinde… Bir yarımadada…
Rüzgâr santralları, bir kursalar ya buraya, bütün Karadeniz’e yeter diyor bilenler… Güneş derseniz, güneşin olmadığı günü sayılıdır her yöremiz gibi burasının da…
Nükleer santral atıkları Avrupa’da hep sorun olur, haberlerde duyarız. Trenle bir yerden bir yere taşınan bu atıkları, hiçbir kent yakınından geçirmek istemez. Demiryollarını kapatır, geçişleri engelleme gösterileri yaparlar…
Olası bir kazada kentleri kirlenmesin, ölümcül darbe yemesin diye bölgeleri…
Atıklar zorunlu olarak demiryoluyla taşınmalıymış. Bunu yasayla kabul etmişler santral yaparken devletleri. Zaten şimdi sırayla kaldırıyor gelişmiş ülkeler eski santrallarını. Yerine doğayı bozmadan, esen yelden, açan güneşten enerji üretecekleri santrallar konuyor. Güneşten üretilen enerjiyi, buğday eker gibi tarlalara ekilmiş güneş levhalarından sağlıyorlar. Uçsuz bucaksız tarlaları uzaktan ekili bir yere benzetiyorsun. Yakınına gelince gözlerine inanamıyorsun. Bu güneşsiz, güneş yoksulu ülkeler bile güneşe sarılmış. Sonra neredeyse her büyük tarlanın başı sonu, rüzgârda dönen kollarıyla bir yel değirmenini andıran rüzgar santrallarıyla dolu…
Bizim Sinop ilimizin ise canına okumaya yemin edilmiş. En yel alan, buranın eski Amerikan üssü olması nedeniyle ister istemez en doğal bırakılmış boş arazisine, rüzgâr santralı kurma yerine, aklıyla alay eder gibi insanlarımızın, nükleer kurmaya kalkışmışlar. Üstelik bir dar burunla bağlanan, girip çıkılırken kentin içinden geçilecek bir yere. Nasıl geçilecek? Hadi diyelim santral kuruldu bu dünyanın en güzel, en ayak basılmamış, doğal kalmış yerine. Atıkları nasıl taşınacak?
Kamyonlarla. Kentin anayolundan, içinden geçen tek yolundan. Buna nasıl izin verilebilir sizin aklınız alıyor mu?
Derdi bununla da bitmiyor Sinop’un. Kentin kurulduğu yarımada var ya, bu yarımadanın karaya bağlı en dar bölgesi. Bir yanında, o ünlü Sinop Cezaevi’nin bulunduğu dar boğaz bölgesi. İşte burayı kesip kanal yapacaklarmış bazı akıllılar. Buradan denizi açacaklarmış. Bunu bayağı bayağı tartıştılar da üstelik. Siz olamaz, bu cinayet, bu doğaya yapılamaz, bir vatan parçasına bu kadar büyük düşmanlık düşünülemez deyin durun istediğiniz kadar.
Üretim yapmadan para kazanmanın kolayını bulmuş bu adamların, gözleri dönmüş bir kere. Yol yapmaktan, yapılmışı yıkmaktan, yerine yeniden bina yapmaktan başka bir iş bilmiyor bu dinci anlayış. Bu vatansız anlayış!
Suları peşkeş çeksinler. Dağı taşı madencilere talan ettirsinler. Doğayı kurutsunlar, köylüyü topraksız, yersiz yurtsuz , susuz bıraksınlar…
Bunların biriyle de yetinmiyor bu saldırganlar. Hepsini kullanıyorlar. Maden arama numarasıyla içine edilecekse bir bölgenin, bir dağın, hiç çekinmeden buna izin veriyorlar. Maden aramayla bunu yaptırıyorlar. Taş ocaklarıyla, mermer ocaklarıyla… Siyanürlü altın aramayla…
Sulara el koyacaklarsa, HES adını verdikleri hidroelektrik santrallarıyla malı götürüyorlar. Kömürle çalışacak, yalnızca soğutma amaçlı amaçlı kullanacakları su kaynaklarının, bu sanrallarla dümdüz üstlerine gidiyorlar… Havayı kirletmek, bölgeyi yaşanır alan olmaktan çıkarmak, halkı zehirlemek, bir yudum suya muhtaç etmek, su kaynağını kurutmak, canlılarını, ağaçlarını, ormanlarını, tarım arazilerini yoketmek için…
Sinop, Gerze işte bunlarla boğuşuyor. Gerze’nin burnunun dibindeki alana nükleer yapmak istemeleri az gelmiş gibi, Gerze’nin Yaykıl köyüne, buranın sulak toprağına, eski çağlardan kalıntılar bulunan, korunmuş bölgesine, ormanın içine, su havzalarının ortasına, kömürle işleyecek santral yapacaklarmış. Rusya’dan alınacak kömürle işleyecekmiş. Bunun için Yaykıl Çakıroğlu köyüne Rus gemileri için, oradan kömür taşınması için çoktan ön hazırlık olarak büyük bir liman yapmışlar. Rusya’dan gelecek kömürleri boşaltacakları liman. Santrala yapacakları baca 180 metre. Buradan çıkan duman kıyıyı bir kaş gibi çevreleyen dağları aşamayacağı için denizden çevresine dağılacakmış. Ta Bafra ovasına, Çarşamba ovasına kadar… Türkiye’nin birinci sınıf tarım alanları talan edilecek… Doğa, zehirle beslenecek… Kömür tozu ormanı öldürecek, ağaçları kurutacak, yaşamı tehlikeye sokacak…
Ne için? Bir avuç gözü dönmüş, para kazansın diye. Vatan düşmanlarının istediği olsun, vatan yokedilsin, kurutulsun, savaşsız teslim alınsın diye…
*
Dün akşam Ulusal Kanal’da, “İmar Dosyası”nın konusu Gerze’ydi. “ Gerze Direnişi” adını vermişler hazırladıkları yayına. Oktay Ekinci’nin hazırlayıp sunduğu izlencede Gerzeli bir bilim kadını konuktu. Doçent Doktor Özden Öznur.
Özden Hanım, önce konuyu kısaca özetledi. Direnişi anlattı. Nöbet çadırlarını, çadırda sırayla bekleyişlerini, gece yarısı yüzlerce askerle, özel polislerle yapılan baskını, örgütlenen direnişçilerin telefon zincirleriyle yataklarından kaldırılıp olay yerine nasıl koşuşturduklarını, üstlerine sıkılan gazlarla nasıl yaralandıklarını, hastalandıklarını, yine de saldırıyı püskürttüklerini sırasıyla anlattı…
İlk kez, buraya santral (HES) yapılacağını 2008 yılında, Ankara’dan bir Gerzeli’nin telefon ihbarıyla duymuşlar. Muhtara bunu duyurmuşlar. Santral izni, ÇED ( çevresel etki değerlendirmesi) alınmadan verildiği için hemen mahkemeye başvurmuşlar. Mahkemeden yapımı durdurma kararı almışlar.
İktidar burayı, “Anadolu Grubu “ adlı bir tanınmış şirkete vermiş. Orhan Özilhan başındaki ad. Efes Pilsen adlı bira markasını üreten şirket.
Bu şirket de boş durmamış. Hemen oraya bir büro kurmuşlar. Halktan parayla satın alabildiklerini satın almışlar. Direnişi bölmek için yalandan bilgiler yaymışlar, santral zararsız diye. Çevreye zararımız yok diye… Milleti toplayıp toplayıp bitmiş başka yörelerdeki santrallara, hatta Almanya’nın Manheim kentine götürmüşler. Bakın ne cici şeyler diye…
Gerze direnişçileri de, bunlar oldukça, kendilerine yalan söylendikçe, yapım için ısrar edildikçe, kendilerine yapılan baskı arttıkça, çevre bilinçleri arttıkça bu arada, bir güzel örgütlenmişler. Halkın neredeyse hepsi direnişe katılmış. Topraklarını, çocuklarının geleceğini korumaya and içmiş…
Özden Hanım haykırıyor:
“ Karadeniz’e kıyısı olan yerlerin korunması lazım. Kürensel ısınmaya gidilirken, Akdeniz kavrulacak, Karadeniz Akdeniz olacak.”
Sonra Gerzeli bir mühendisi dinlettiler. Orman içinde konuştu Hasan Fehmi Bayar. Benim ilkokuldan sınıf arkadaşım.
Buraya neden santral yapılamayacağını anlattı. Santral yerinin yetmiş hektara yakın büyüklükte bir tarım alanı olduğunu, bunun iki hektardan fazlasının su alanı olduğunu açıkladı.
Santralın denize, ormana, tarım alanlarına, su havzasına yapacağı etkileri saydı. Buranın eski çağlardan kalma tarihi kalıntıları barındıran bir yer olduğunu söyledi.
Özden Öznur, konusunu iyi biliyor. İstanbul’da yaşıyormuş ama yazlarını direnişçilerle birlikte nöbet çadırında geçiriyormuş. Şu dedikleri insanı deli etmez mi?
Dediğine göre, iktidar yeni yasalar çıkartıyormuş, yargı kararlarını geçersiz bırakmak için, elektrik üretimi durdurulamaz yasası gibi yargıya müdahale yasaları hazırlanmış. 2019’a kadar yargı kararlarının askıya alınacağına, uygulanmayacağına dair yasa düzenlenmiş. Yasaları yasayla uygulanmaz duruma düşürme.
Gerzeliler, köylülerle birlikte kaç yıldır direniyormuş. Şirketin sondaj yapmasına karşı çıkılmış, sondajı yaptırmamışlar hep birlikte direnerek…
Direnişçilerden bir köylü kadını konuşturdular sonunda, görmeliydiniz:
Şükran Hanım.
Başını üstten dolayarak saran bir çevre ile örtmüş, bir çakır gözlü kadın, Çakıroğlu köylüsü Şükran Hanım.
Karşısına bir ordu çıksa orduyu yıkacak, köyünü vermeyecek, toprağına, suyuna, havasına dokundurtmayacak, öylesine kararlı, öylesine kızgın…
“Dünyada böyle güzel yer var mı?
Bir yıldır toprağımızı bekliyoruz. Özilhan adlı adama burayı vermeyeceğiz!
Onun parası varsa bizim de insanlarımız var!
Kararlıyız! Hiç de korkum yok! Özilhan’dan nefret ettik. Korkmuyorum ben! Onun nesinden korkayım?
Yerimizi vermeyeceğiz yani… Zorla alamaz ki!..”
Oktay Ekinci, tüm kızgınlığın, karşı duruşun yalnızca burada kullanılan şirkete karşı olmasına da ayrıca dikkat çekti. Belki de iktidara yüklenmekten korkuyor yöre halkı, başlarına daha büyük işler gelmesinden çekiniyorlar. Oktay Ekinci dayanamadı:
“Sadece Anadolu Grubunu eleştirmek değil, bu izinleri verenleri de eleştirmek gerek.” dedi.
Rüzgâr enerjisine, güneş enerjisine dönmek varken, Rusya’dan gelecek kömürlerle buranın ne duruma geleceğine dikkat çekti…
Önceden burası SİT( çevre koruma) alanıymış. Şükran Hanım, Ömer Hayyam’dan dizelerle sözlerini bitirdi. Paradan başka gözleri bir şey görmeyenlere bir yararı olurmuş gibi. Gerzeliler de, yeşil renkli önlükleriyle çevre direniş örgütlerinin (YEGEP) duyuru yazıları ellerinde, sazlar eşliğinde bir ağızdan söylediler ünlü Sinop türküsünü:
“Tin tin tini mini hanım”
Bu işte, karşılarında gördükleri bu şirkete karşı yazılmış sözlerle:
“Git git Anadolu Grubu!” dediler. Onlar giderse başkası gelemezmiş gibi. Asıl verenin, bu işe ses çıkarmayanın, vatanı peşkeş çekenin suçlu olduğunu bilmezlermiş gibi…
“Git git Anadolu Grubu , / Biz termik istemeyiz!
Bize Gerzeli derler, / Biz yeşili severiz…
Termik yapma boşuna, /Yıkacağız başına!”
Son söz: En son ne zaman memleketten haber aldınız? Bir arayıp sormaya ne dersiniz doğup büyüdüğünüz yöreleri? Dertlerine çare olmak, direnişlerine güç katmak, vatan savunmasına katılmak için… Eğer hâlâ içinizde oralı bir bülbül ötüyorsa…
Feza TİRYAKİ
8 Şubat 2013