Gün geçmiyor ki ülke gündemini sarsan yeni bir tatsız olay olmasın !
İsrail terbiyesizliğini kast ediyorum.
Bu terbiyesizliğe değinmeden sanırım önce kendimize bakmamız gerekiyor.
Hamas Lideri, Sn. Erdoğan tarafından Başbakan olduğu halde AKP lideri pozisyonu ile karşılandı. İsrail anında cevap verdi ve Savunma Bakanı, konuyu görüşmek üzere Devlet Organlarını değil AKP Genel Merkezini ziyaret etti
SONUÇ : T.C. Devleti yok sayılmış oldu !
Davos’ta yine RTE.
Bu defa Başbakan sıfatı ile İsrail Cumhurbaşkanı’na çok net ve hak edilen bir posta koydu, ben dahil milyonlarca Türk, bu olayı gözyaşları içinde tekrar rekrar izledi ve taktir etti.
Ancak bu tepkinin, İsrail ile yapılan ekonomik ya da diğer anlaşmalara yansımaması dikkatlerden kaçmadı ve birkaç ay sonra yapılacak olan yerel seçimler için bir mizansen olduğu ise kısa süre sonra anlaşılmış oldu!
İsrail bu olay karşısında günümüze kadar bir kaç hamle denemesi yaptı. Ama en büyük ve en sarsıcı hamlesi dün(12.01.2010) tarihinde gerçekleşti :
Büyükelçi şahsında Türk Milleti aşağılanmıştı !
_________________
Bu tablo; acemi, duygusal ve iç politika gereklerine göre hareket ediyor olmanın kaçınılmaz sonucudur.
“Devleti yönetmek ciddi iştir” diyenlerin Uluslar arası ilişkilerde acemi, duygusal ve iç politika gereklerinden sıyrılarak Ulusal Çıkarları dikkate alan ve gözeten bir yaklaşım sergilemeleri gerekli.
Bu noktada en temel stratejinin “Ne ekersen onu biçersin” sözü olduğunu Devleti yönetenlere hatırlatmış olalım.
İsrail’in terbiyesizliği de RTE nin ektiği tohumun doğal sonucudur !
_________________
İnsanlığın yüz karası, ABD nin gayrimeşru çocuğu ahlak yoksunu İsrail’in yaptığı terbiyesizliğe gelince…
Söylenecek birkaç söz var elbet !
- 1376 yılında Macaristan’dan
1394 yılında Fransa’dan
1420 yılında Venedik’ten
1492 yılında İspanya’dan
1527 yılında Macaristan’dan
1537 yılında İtalya’dan
1542 yılında Bohamya’dan
1881 yılında Rusya’dan
1917 yılında Rusya’dan
1933 yılında Almanya’dan
kovulduğunda sana kucak açan Türk’ün torunuyum ben !
Bu hatırlatmayı şunun için yapıyorum:
Sakın bir daha kurtarılacak duruma düşme, SAKIN !
_________________
Bu önemli hatırlatmadan sonra İsrail terbiyesizliğine nerede ise çanak tutan Monşer olarak ta adlandırılan bürokrat profilimizin nasıl olması gerektiğine bakalım…
Bu konuda Vatansever herkesin söyleyecek sözleri mutlaka vardır. Ancak bu konuda en etkili kaynağın tarihimizde yaşanmış olaylar olduğu inancıyla Pembe İncili Kaftan adlı eserin -bilgicik.com’dan- alıntı yaptığım özetini sunayım.
Umarım bu olaydan gereken ders çıkarılır !
Pembe İncili Kaftan (Özet):
Osmanlı devleti bu dönemde Şah İsmail adında bir bela ile uğraşmaktadır.Vezirler bu deli adama elçi göndermek için toplanmışlardı.
Gönderilecek elçi cesur, ölümden korkmayan, devletin şanına yakışacak bir kişi olmalıydı. Sarayda, Enderun’da, divanda böyle bir kişi yoktur. Vezirlerden biri Muhsin Çelebi’nin adını ortaya atar. Bunun üzerine sadrazam Muhsin Çelebinin çağrılmasını ister.
Peki kimdi bu Muhsin Çelebi.
Muhsin Çelebi: Cesur, doğruluktan ayrılmayan, ölümden korkmayan, akıllı bilgili, Allah’tan başka kimseye boyun eğmeyen, hali vakti yerinde, garibi, zayıfı gözeten bir baba yiğittir. Muhsin Çelebi sadrazamın emri üzerine huzura gelir. Sadrazam ondan el etek öpmesini beklerken o eğilmez. Sadrazam onun bu hareketine kızmasına karşın ona elçilik teklifinde bulunur. Muhsin Çelebi bu görevi devleti için kabul eder. Elbette ki bu büyük devletin elçisi; atları, hademeleri ve giysileriyle ihtişamlı olmalıydı. Muhsin Çelebi bu giderleri, sadrazamın ısrarına karşın, kendisinin karşılayacağını söyler. Çünkü o fedakarlığın karşılıksız olacağına inanıyordu. Giderler için bütün varlığını rehin vererek tüccarlardan on bin altın alır. Bu parayla ihtiyaçları karşılar. Bir de Sırmakeş Toroğlu’ndaki: Kumaşı Hint’ten incileri Venedik’ten gelme Şah İsmail’in hayatında göremeyeceği pembe incili kaftanı sekiz bin altına alır. Bu kaftanı padişaha hediye etmek için herkes sıraya girmektedir. Muhsin Çelebi hazırlıklarını tamamlar.
Karısını iki çocuğunu akrabalarına bırakarak yola koyulur. Muhsin Çelebi Tebriz’e vardığında halk ve şah onu şaşkınlıkla karşılar. O her zamanki gibi başı dik göğsü ilerde Şah İsmail’in huzuruna varır. Padişahın mektubunu öperek Şaha uzatır. Ayağı öpülmeyen Şah sapsarı kesilir. Muhsin Çelebi sağına soluna bakar ve oturacak bir şeyin olmadığını görür. Bunun ayakta beklemeye mecbur bırakmak için yapılmış bir davranış olduğunu düşünerek o göz kamaştıran kaftanını tahtın önüne serer ve üzerine oturur. Şah, vezirleri komutanları şaşa kalmıştır. Muhsin Çelebi gür sesiyle: Padişahının hiçbir ecnebi padişah karşısında eğilmeyeceğini ve dünyada Türk Padişahı kadar asil bir padişahın olmadığını söyleyerek huzurdan izin istemeden ayrılır. Kapıdan çıkarken Şah’ın askeri kaftanı arkasından getirir. Muhsin Çelebi sesini yükselterek ‘bir Türk asla yere serdiği şeyi sırtına koymaz.’ diyerek oradan ayrılır.
Muhsin Çelebi sağ salim ülkesine döner. Herkes pembe incili kaftana ne olduğunu merak eder. Fakat o bu yaptığını anlatacak kadar küçük bir insan değildir. Muhsin Çelebi elçilikten kalan malzemelerini satarak küçük bir bahçe alır. Üsküdar pazarında sebze meyve satarak geçimini sağlamaya başlar. Düştüğü bu acı durum karşısında o hiçbir zaman yaptığı fedakarlıkla övünmemiştir.
_________________
Acaba Büyükelçilerimiz Monşer dibi değil;
• Gökbörü gibi (Türk Devleti ve Türk Milletinin çıkarlarını her şeyin üstünde tutan),
• Alp gibi (Gerektiğinde canını feda edebilecek düzeyde savaşçı ruhlu ),
• Akıncı gibi (Dış güvenliği tesis için sefer ve TURAN aşığı)
yetiştirilmiş olsalardı, İsrail, bu terbiyesizliği yapmak bir yana, aklından dahi geçirebilir miydi !
Tanrı Gökbörü’leri, Alp’leri ve Akıncı’ları korusun!