Nasıl Böyle Olduk Biz?
Bir Amerikalı tıp profesörü, tekerlekli iskemleye bağımlı, yaşı seksenlerin üstünde ünlü bir hekim, Amerika’da bir büyük hekimler toplantısında kızımla karşılaşıyor, tanışıyor. Türk olduğunu öğrenince heyecanlanıyor, ona daha çok ilgi, sevgi gösteriyor… Türklere büyük hayranlık duyduğunu, gördüğü her Türk’ü selamladığını söylüyor. Önce soruyor:
“Siz Kore Savaşı’ndaki Türklerin öyküsünü biliyorsunuz değil mi? Türklerin şaşırtan öyküsünü, akıl almaz insanlık öyküsünü?”
Sonra başlıyor anlatmaya:
“Kore Savaşı’nda Kuzey Kore’ye esir düşenlerin büyük çoğunluğu öldü. Esaret şartlarına, esir kamplarının şartlarına dayanamadılar. Neredeyse bütün esirler öldü, bir tek Türk esirler dışında…
Bu durum sosyologları, bilim insanlarını şaşırttı, bunun nedenlerini araştırdılar, kurtulan esirlerden kalanları konuşturdular. Duydukları tam bir insanlık dersiydi.
Koreliler esirleri çok kötü şartlarda tutmuşlar. Tutsakların çoğu bu şartlara dayanamamış, hastalanmış. Açlıktan, soğuktan, bakımsızlıktan…
Amerikalı esirlerden biri hastalanınca, güçten düşünce doğal olarak korumasız kalıyormuş. Diğerleri zaten çok kısıtlı verilen, kimseye yetmeyen yiyecekler yüzünden birbiriyle hep dövüşürmüş… Bir de aralarından biri hastalanırsa bunu fırsat biliyorlarmış hayatta kalmak için. Onun yemeğini elinden zorla alıp paylaşıyor, üstünden battaniyesini çekip götürüyorlarmış. Hastalanan ölüyormuş… Güçsüz kalanın yaşama şansı yokmuş…
Türk esir grubunda bir Türk hastalandığında ise, tam tersi yaşanıyormuş. Diğer Türkler onun çevresinde toplanıyor, kendi yemeklerini ona getiriyor, kendi battaniyelerini, örtülerini neyini üstüne örtüyorlarmış. İyileşsin, ayağa kalksın diye. Başında nöbet tutarlarmış, moral verirler, iyileşeceksin diye onu yüreklendirirlermiş…”
Bunları anlattıktan sonra şunları söylemiş Amerikalı bilim adamı:
“Ben sizin ulusunuzun bu yüce gönüllülüğüne vurgunum, bir de bağrınızdan çıkan kurtarıcınız büyük atanıza, Atatürk’e!..”
Bu konuşmayı duyunca önce bunu şimdiye dek hiçbir yerde bize duyurmadıklarına şaştım kaldım. Kore Savaşı deyince, oraya giden Türklerden söz edilince kaçı öldü,kaçı döndü sayılarını verirlerdi hemen bize. Kimi görüş, onlara kahraman der, kimi görüşe göre de zavallı kandırılmış vatandaşlar diye küçümsenirdi Kore’ye giden, daha doğrusu o zamanın hükümetiyle gönderilen askerlerimiz…
Atatürk’ten sonra da hep bizi, bize kötülettiler. Özümüzden uzaklaştırdılar. Başka uluslara, yabancılara hayran bıraktılar, kendimizi ise hep küçük, kötü, işe yaramaz bir toplum olarak gösterdiler… Aşağılık duygusuyla yetişti yeni kuşaklar. Amerikan rüyası gören, Yeni Dünya’ya hayran, Avrupa’ya, Batı’ya övgü düzen, hele hele eski Yunan’a af buyurun, sanki tapan, onlara aygın baygın bir toplum yarattılar…
Hepimiz elimize tutuşturulan pankartlarla Ermeni bile olduk, on binlerimiz bir kişi için yollara döktürüldü, bir kişi birilerince kurulan tuzakla öldürüldü diye ama hepimiz nedense bir türlü Türk olamadık. Azerbaycan’da Ermeni zulmüne karşı koyamadık. Kendimizi onların yerine koyamadık. Irak’taki Türkmenleri koruyamadık. Uygur Türklerine aldırış etmedik…Dünyanın her yerinde haksızlığa uğrayan Türklüğü savunamadık, Türk olmakla övünemedik… Haksızlığa uğrayan, saldırıya uğrayan, haince tuzaklarla, saldırılarla öldürülen soydaşlarımızın hakkını arayamadık…
Bırakın dış Türkleri, onların haklarını aramayı, korumayı, vatanımızda kendimizi, kendi haklarımızı, durumumuzu, konumumuzu, kültürümüzü, dilimizi, değerlerimizi korumaktan aciz duruma düşürüldük…
Kendimizi şehitlerimizin, kendini yurdu, milleti için feda edenlerin yerine koyamadık. Onların haklarını savunamadık…
On binlerce cana kıydıran, şehit askerimizin, polisimizin katili, bebek katili, insanlık düşmanı eli kanlı terörist başıyla bile gözümüzün önünde sarmaş dolaş olunuyor. Caniler aklanıyor, yakında salıverilmelerinin denemesi yapılıyor…
Silivri zindanlarındaki yurtseverlerin yerine bile koyamadık kendimizi kaç yıl… En son 13 Aralık’ta aklımızı başımıza alıp şöyle bir silkinene kadar… Dönüşmemize, bölünmemize gerekiyor diye durduk yerde Anayasa değiştirilmeye kalkıldı da ne yaptık? Bir avuç aydın yurtsever dışında hangimiz buna karşı çıkıyor, çevremizi aydınlatmak için çırpınıyoruz?..
“Oldu da bitti maşallah!” derlerse bir anda, Cumhuriyet yönetimine açıktan el konulursa, yönetim şeklimiz değiştirilirse ne yapacağız hiç düşündünüz mü?
Köprüler, otoyollar çatır çatır satıldı dün, ne yaptık?
Öğretmenlik değiştiriliyor, piyasacı (pazarcı, mal satan) öğretmenlik geliyor, piyasacı sağlık hizmeti kapıda… Parayla artık bütün devlet hizmetleri… Ölümüz dirimiz paraya göre… Haklarımız paramız kadar…
Büyük önderimiz , Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, ulusunu çok seven, onu öven, yücelten, hak ettiği sözleri ona sakınmadan söyleyen, deyim yerindeyse katıksız birTürk millîyetçisiydi…
“Benim hayatta yegâne fahrim( gönüllü, onursal hizmet), servetim Türklükten başka bir şey değildir.” demesini niye ulusça unuttuk ki…
Bu sözü vatan hainlerinin gözüne gözüne neden sokmuyoruz?
“Bu memleket tarihte Türktü, halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.”(1923)
Kendimize güvenmeliyiz. Elin bilim adamları bizi incelemişler. Ellerinde olmadan hayranlık duymuşlar.
“Türk! Öğün, çalış, güven! “ “Bir Türk dünyaya bedeldir! “(1925) sözleri bizi tam olarak anlatmıyor mu?
Atatürk, Kurtuluş Savaşı yıllarında demiş bu çok önemli sözünü. Türklüğü ülkemizde bir etnik kimlik derecesine indirmek isteyenlere, milletimize Türk milleti diyemeyenlere, bölücülere, çağdaş geçinen çağdışılara, gericilere, bizi küçük görmeyi alışkanlık edinenlere, beyni satılmışlara gerçek bir yanıt değil mi bu söz?
“Ben batı milletlerini, bütün dünyanın milletlerini tanırım. Fransızları tanırım, Almanları, Rusları ve bütün dünyanın milletlerini şahsen tanırım ve bu tanışmam da harb sahalarında olmuştur, ateş altında olmuştur. Ölüm karşısında olmuştur. Yemin ederek size temin ederim ki, bizim milletimizin manevî kuvveti bütün milletlerin manevî kuvvetinin üstündedir.” (1920)
Bilgiağına bir sesli görüntü koymuşlar, geçen akşam televizyonlardan çekilmiş. Bir genç oturuyor Kenan Işık’ın karşısında. Bilgi yarışmasındanmış bu sesli görüntü, para için yapılan bir sözde yarışmadan.
Bu genci yüz binler izliyormuş bilgiağında. Nedeni sorulduğunda, “Çünkü farklı yazıyorum, saçmalıyorum!” diyor. Bu yüzden seviliyormuş, izleyeni çokmuş. En çok izlenenlerden biri de Cem Yılmaz’mış. Türkçe yazarken adının seslilerini atan, bu akımı başlatan ünlü kişi. Onunkilerin, yani izleyenlerinin sayısı birkaç milyonmuş…
Bu genç, karışık, sıkışık bir durumu anlatan,”Dokuz ayın çarşambası bir araya gelmek” sözünü bilemeyince de, boynunu büküyor, “okey!” diyor. Ardından bir “okey” daha. Dilini eşek arısı soksun böylelerinin ama nerede… Kulaklarımızı, ruhlarımızı sokuyor bu başka kültür meraklıları. Dilini bırakıp “Kovboyca”ya sarılanlar… İşin kötüsü bunların zararı tek kendilerine değil. Arkalarından gelen sürüleri de var…
Biri, tanıdığı kadının güzelliği karşısında heyecanlanmış, resmin güzelliğini anlatmak için resmin altına “Woww!” yazmıştı akşam. Bir rastlantı gözüme ilişti bu yazım. Uyarınca, saldırdı: İngilizcedeki bu “Wow” ünleminin anlamını taşıyan bir Türkçe ünlem sözü söyleyin! Türkçede bu ünlemin karşılığı yok!” diye yazdı.
“Vay!” desen olmaz mıydı deyince de bana dil dersi, görgü, terbiye dersi vermeye kalktılar.
Gençlik bu durumda beğensek de beğenmesek de… Önemli bir kısmı sömürge dilinin ipine yapışmış. Batı’nın yozlaşmış yönlerini, bencilliğini taklit ediyor. Arap kültürünün bize uymayan, toplumumuza ters gelen yönlerini taklit edenler de ayrı… O halde bize düşen, bıkmadan, yorulmadan ülkemizin, kültürümüzün düşmanlarıyla uğraşmak, pes etmemektir.Atatürk’ün verdiği öğütleri tutmak, Atatürk’ün izinde gitmektir…
Atatürk’ten olsun son öğüdümüz:
“Bu dünyadan göçerek Türk milletine veda edeceklerin çocuklarına, kendinden sonra yaşayacaklara, son sözü bu olmalıdır: "Benim Türk Milleti’ne, Türk cemiyetine, Türklüğün istikbaline ait ödevlerim bitmemiştir, siz onları tamamlayacaksınız. Siz de sizden sonrakilere benim sözümü tekrar ediniz."(1935)
Feza TİRYAKİ, 18 Aralık 2012