Neden Böyleyiz?

Neden Böyleyiz?

İletigönderen Feza Tiryaki » Prş Şub 25, 2016 0:46

Neden Böyleyiz?


Hep derler ya, Atatürk’ten sonra karşı devrim başladı, hep geriye gittik, bu kötü günlere öyle eriştik...

Bu söz biraz da kolaycılığa kaçmaktır, kendini temize çıkarmak, “Ne yapalım, o zamanlar çocuktum, bize ne verdiler ki okullarda iyi yetişelim, Atatürk’ü doğru dürüst öğrenelim?” diyerek sorumluluğu başkalarına atmaktır.

Seksenli yıllara, Özal’a kadar, daha da geniş düşünürsek hatta bu iktidara kadar, iyi kötü çağdaş bir eğitimimiz, Atatürk ilkelerine bağlı eğitim öğretimimiz vardı. Eski ders kitaplarımıza bakıyorum da ne değerli bilgiler verilmiş, ne değerli okuma parçaları Türkçe dersinde okutulmuş, öğretilmiş...

Kırklı yıllardan başlayarak özü Türkçe yazılmış gibi akıcı tertemiz bir dille Türkçeye çevrilen kitaplar... Yaş yaşamışlar, gençlerden de eline eski basım kitap geçenler, onlara ilgi duyanlar iyi bilirler: O güzelim yeni Türkçe sesleriyle, “Atatürk’ün harfleriyle” yazılan, su gibi okunan Türk yazarlarının eski kitaplarını bir anımsayınız... Her yıl daha da güzelleşen, durulaşan, yabancı sözcükleri bağrından çıkarıp atan, yeni sözcüklerle gün gün gelişen Türkçemiz...

Bir altmışlı, yetmişli yıllara bakın, bir de şu ana... O günlerin kitapları, okullarda okutulan ders kitapları, romanları, çevirileri bugünkü durumumuzla kıyaslanamaz bile!

Öğretmenler, öğretmen okullarında yetişirdi, Atatürk’ün kurduğu Gazi Eğitim Enstitüsü ve diğer eğitim enstitüleri ortaöğretime öğretmen yetiştirirdi... Öğretmen olan atanırdı, kapılarda koşuşturmazdı, belge toplamazdı, onun bunun kapısını aşındırmazdı...

Kanımca, asıl sorunumuz, ulusun büyük bir kısmının eğitimsiz bırakılmasıydı. Bilinçli bir geri bırakma, toplumun ilerlemesini engelleme, her türlü değişime, dönüşüme açık, okumamış, eline hiç anlamadığı dille, anlamadığı seslerle yazılı yalnızca ezberlenen, okunurken parmağıyla izlediği din kitaplarından başka kitap almamış insanlarımız...

Son yıllarda Akdeniz yöresi insanımızı, yörük kadınlarını daha yakından tanıma olanağım oldu. Onları tanıdıkça üzerlerinde düşündüm. Özünü yitirmemiş, özgür yürekli, dirençli, güçlü kadınlarımız... Şalvarlı, başları oyalı tülbentli, yürürken yeri titreten kadınlar... Ev gezmelerinde, birlikte yaptığımız yürüyüşlerde, ölüm – doğum anmalarında, törenlerde, toplantılarda onları tanıdıkça şaşırıyorum. Kendi doğup büyüdüğüm yörenin insanları da araştırsam, eminim aynıdır:

Kadınlarımız okutulmamış. Büyükleri bir yana bırakın, akranlarım, daha küçükler, onların da küçükleri... okuma yazma bilmiyorlar. Buna inanamıyorsun, okula gitme zorunluluğu neydi peki, bir yalan mıydı diyorsun. Yalnızca yasalarda mıydı? Kırsal alanlardaki kadınlarımız, neredeyse hepsi, köy kadınlarımız, öylece eğitimsiz bırakılmışlar. Erkekler biraz daha şanslıymışlar. Asker ocağında eğitim görmüş, yetiştirilmişler, gözleri açılmış...

Yaş yaşamışların tüm bilgisi, konuşmalarındaki bilgelik, gönül gözlerinin açıklığı. Anadan atadan duyduklarını unutmamışlar. Yaşarken gözlemledikleri, dinledikleri bilgeliklerini artırmış...

Bir Hatice Hanım var. O konuşsun siz dinleyin. Hepsini annesinden, anneannesinden dinlemiş... Fatma Hanım, bir anlatır eski günleri, İnönü, Ecevit dönemini, o dönemlerin dönen dolaplarını aklınız durur... Saliha Hanım, eski gelenekleri, köy düğünlerini, yörenin dillere düşmüş unutulmaz aşk öykülerini anlatsın, ağzınız açık dinleyin... Zehra Ana, mani söylesin, karşıklı konuştursun köyünün eski aşıklarını hayalinden, ortaoyununun tadını duyumsayın... Necmiye Hanım’dan bitkileri dinleyin, şifalı otları tanıyın, çiçekleri öğrenin, kayaların, dağın taşın gizemini, göçebe yaşamının güzelliklerini duyun...

Zeynep Hanım, ilk kocası ölmüş, boyunca çocukları varken mecbur ikinci kez evlenmiş, yıllar sonra onu da yitirmiş bir yayla kadını. Torosların bir köyünde doğmuş büyümüş. Yaşamı boyunca başka yere, büyük kente gitmemiş... Kocası tarafından hacıya getirilmiş, hacı edilmiş o ayrı. Böylece Arap’ın memleketini görmüş ama İstanbul’u görmemiş, Konya’yı gezmemiş, Karadeniz yaylalarınından haberi olmamış... Cumhuriyet tarihini duyduğu kadar biliyor. Akranlarının çoğu gibi, okuma yazması yok. Bunun nedenini sorduğumda bir çırpıda açıkladı: “Suçlu anamdır. Anam okumamı istemedi. Öğretmenimin de işine geldi.” Okula ara sıra gönderilmiş ama öğretmenin evini temizlesin, çocuğuna baksın, hizmetçisi olsun diye. Öğretmen arada bastırırmış, okula çocuk göndermek mecburi diye. “Derse de gelsin!” Babası hemen bir çerçeve bal, bir güğüm ayran gönderir, öğretmeni sustururmuş... Annesi bu durumu desteklermiş...

Her okumamışın bir öyküsü var. Kiminin köyünde okul yokmuş. Öteki köydeki okula yayan gidilirmiş. Yakınında okul olanın, anası babası okula göndermezmiş, hele kızlar için, “Kız kısmı okuyup da ne olacak!” derlermiş...

Kaç kuşağımız böyle harcanmış... Yalnızken, örneğin geceleri, uzun kış geceleri ne yapıyorsunuz, nasıl zaman geçiriyorsunuz, sorusuna yanıtları, akıl durduracak türden. Din kitabı okuyorlar, yani kitaba bakıyorlar. Öyle oyalanıyorlar, canları sıkılmıyor... Bir de televizyonları var. Televizyon en büyük düşman. Her kaleye girmiş, her kaleyi içten fethetmiş... Evlerine git gör: Televizyonlarında hacılı hocalı, sarıklı cübbeli birilerinin yayınları. Bilmediğim, adlarını duymadığım yayınlar. Başı takkeli sakallılar sıralanmış, onları habire azarlıyor, parmak sallayıp, uslu durun diyor... “Şunu şunu yapın, şundan sakının! Şarkı söylenmez, ayıp, ilahi dinle, ilahi söyle... Karma eğitim olmaz, ateşle barut bir arada durmaz!..” Çat kapı ne zaman evlerine gidersen git, içerden Arapça sesler gelir. Anladıklarından mı, yo, buna şartlandırılmışlar, son yıllarda iyice baskı artmış... Dinci yurtlar, çocuklarını hamur gibi yoğuruyor, beyinleri eritiyor... Bunu fark eden pek az. Çocuk çok cızlarsa, dayanamıyorum diye feryat ederse, ancak... Camilerde Kuran dersleri var. Ders dedikse öğrenme değil, ezberleme, ezbere bildiğini yineleme, bir söyleme, bir daha söyleme... Tozlu köy yollarında, yolun kıyısında koskoca kadınlar, üstleri şalvarlı, başları yemenili, kaç çocuk büyütmüş, kaç yaz yazlamış, kaç kış kışlamışlar, ellerinde bez torbaya, örgü kılıfa sarılı din kitapları camiye koşuşturuyorlar. Bakarken arkalarından için cız ediyor... Bir onlara bakıyor, bir de hizmet ettikleri, kul köle oldukları, ekmeğini yedikleri turiste bakıyorsun... Daha baştan maça yenik çıkıyoruz...

Okuma yazmayı çözmüş kadınlarımız da aynı durumdalar. Algıları tutsak edilmiş... Okumaya, öğrenmeye yönlendirilmemişler, kitap okuma diye bir şeyi tanımıyorlar. İlkokuldan ayrılmış, ver eline gazeteyi çözüktürüyor başlıkları, o kadar. Iğ ığ ığ... Ortaokulu bitirmiş, liseyi bitirmiş gençler ayrı mı? Test kitabı dışında kitap bilmiyorlar. Kitapçılara bakın raflar tıklım tıklım test kitaplarıyla dolu. Kocaman, balçık gibi ağır kaba saba ele gelmez kitaplar. Soru – yanıt, üstte iki satır bir yazı, gerisi boş... Boya renk o biçim. Sana düş kurma, okumanın tadını alma duygusu yasak, bak kus... Kağıtları beyaz, kalın naylon gibi, tutunca irkiliyorsun... Kitapçıda dükkanın içinde dönemiyorsun, kitaptan. Roman ara, öykü kitabı ara, tek sıra, iki sıra bir yanda ancak bulursun. Diğerleri koca boyutlu, çirkin test kitapları, yeni usul ders kitapları; okuma sevilmesin, Türkçe severek okunmasın diye yazılmış olmalılar...

Başımızda ejderhalar mı var, başımıza kimler çorap örüyor, nereye sürükleniyoruz, ülkemizin yönetimini ele geçiren bu dinciler, çok yol alan, satılmış, eli kanlı bölücüler, bölücü yandaşı gizli - açık hainler böyle giderse sonumuzu getirecekler, kimse ayırdında bile değil... Oralardaki çocuklar - gençler tıpkı kenttekiler gibi- ellerinde akıllı telefonları, birbirlerine resim gönderip dururlar. Taşımalı sistemle taşınır, pamuklara sarılı, evlerinde otururlar... Anakuzusu yetiştirilir hepsi, eloğlu yabancı ülkelerde çocuğunu her türlü hava şartında toplu taşımayla, kendi başına okula gönderir, yüzme dersini mecbur tutar, spora çok önem verirken bizim çocuklarımız el bebek gül bebektir. Köyler imamlara teslim, köyün öğretmeni, bu iktidarın uygulamalarıyla çoktandır ortada yok... Orta yaşlılarımız evlenme izlencelerinin bağımlıları... Abuk sabuk yarışmaları kimse kaçırmaz... Komşulukta, gezmelerde duvara takılmış son sistem televizyon aygıtındadır herkesin tek gözü. Gözetleme evlerinde kim ne yapmış, kim kime sarkmış hepsi bilinir, sohbete ara vermeden, ilgisiz gibi görünerek ekran çaktırmadan izlenir...

Sorsak ayıp mı olur? Dinci (yobaz), bunca yol alırken, kapı kapı gezerek yandaş toparlarken; bölücü hain, içlerindeki kini, nefreti sanatçı geçinen pisliklerle, kalemi kirli yazarlarıyla, gazetecileriyle ortalığa yayarken biz ne yapıyorduk?

Kaçımız kaç kişiye okuma yazma öğrettik? Kaç kişi evinde okuma akşamları düzenledi? Kim mahallesinde, köyünde kitaplık kurdurdu? Kimler, çevresindeki çocuklara gönüllü öğretmenlik etti, onlara Türk tarihini, Atatürk’ü anlattı, onların okumalarını geliştirdi? En önemlisi: Televizyonuna kimler kilit vurdu, vurabildi?

Emeksiz yemek olmuyor... Atalarımız demişler:
“Her şey, onu bekleyenlerin başına gelir!”

Feza Tiryaki, 24 Şubat 2016
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 1012
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x